6 Eylül 2019 Cuma

David Goodis | Mavi Sevgili | [XI[

....


Artık elinde hiçbir şey kalmamıştı, safirin düşüncesi zayıf ama tek tesellisiydi: Hagen’in taşı asla ele geçiremeyeceğini bilmek biraz olsun gücünü toparlamasına yetiyordu.
Bir kapının açıldığını, sonra da bir sesin geldiğini duydu. Bu Kroner’in sesiydi. Clayton birkaç kez gözlerini kırpıştırdı, gaipten sesler duyduğunu düşündü, galiba çıldırıyordu. Kafasını kaldırdı, kocaman açılmış gözleri Hollandalı’yı gördü.
Kroner’in tombul ellerindeki karton kutuyu süzdü. Kroner’in masaya yaklaştığını, Hagen’e gülümseyerek kutuyu masaya bıraktığını gördü:
“Açın da bakın. Daha önce hiç bu kadar büyüğünü görmemişsinizdir.”
Hagen kapağı kaldırdığında, yüzü heyecandan boncuk boncuk terledi. Parmakları yırtıcı, aç bir hayvanın sivri dişleri gibi kutudan içeri daldı ve donuk mavi koca bir külçe taşla geri çıktılar. Hagen elinde olmadan bir hayret çığlığı kopardı, bir müddet taşa bakakaldı, yüzünde onu sanki ağzına çaktırmak, kendinden bir parça olmasını sağlamak istiyormuş gibi bir hal vardı.
“Şuna bakın,” diye bir çığlık attı Hagen. “Sadece bakın.” Taşı kaldırıp ışığa tuttu. Onunla konuştu, “Seni tatlı şey… Seni koca, mavi sevgili.”
“Hoşuna gitti mi?” diye mırıldandı Kroner.
“Harika. Tam bir bebek,” diye yanıtladı Hagen, sevinçten etekleri zil çalarak.
“Güzel,” dedi Kroner. “O halde artık iş konuşabiliriz.”
Clayton, Hollandalı’ya kötü bir bakış attı. “Sanki taş seninmiş gibi konuşuyorsun.”
“Benim elbette.” Kroner pis pis sırıtıyordu. “Vasiyetinde bana bırakmadın mı? Buradan canlı çıkamayacağını biliyordum.”
Clayton’un gözleri öfkeden çakmak çakmak parladı: “Satıcı alçak!”
“Ama lütfen,” dedi Kroner yumuşak bir sesle, “yalvarırım, beni yanlış anlıyorsun…”
Clayton, onun yüzünü inceledi. Ve aniden ne kadar doğru bir ifade takındığını anladı, şüphe götürmez bir gerçek vardı, Hollandalı safî dürüst, onurlu bir amaç için hareket ediyordu. Başarı ihtimali zayıf bir manevrayla Clayton’u kurtarmak için oraya gelmişti. Kroner, Hagen’in büyük taşa beslediği delicesine arzunun üzerine oynamıştı, bir alışveriş söz konusu olursa işlerin yoluna gireceğini, cinayeti önleyebileceğini ummuştu.
Hagen’i süzdü, “Yap teklifini,” dedi.
Hagen duymamış gibi görünüyordu. Tamamen taşla meşguldü, bakışları doyasıya onu izliyordu. Diğer elindeki silahı unutmuş gibiydi. Ayrıca, hâlâ dizinde oturan, kolunu omzuna atmış, parmaklarıyla yanağını okşayan Alma’ya  hiç dikkat etmiyordu. Avcunun içinde parıldayan büyük mavi taştan başka hiçbir şey bilmiyor, hissetmiyor, görmüyor gibiydi.
“Kusursuz,” dedi Hagen huşu içinde. “Doğrulamak için göz merceğine ihtiyacım yok. Kusursuz ve de kesinlikle paha biçilmez. Dünyada eşi yok.” Gözlerinde ateş, sesinde cinnetle şöyle bağırdı: “En iyisi ve en büyüğü artık bende!”
“Henüz sana ait değil,” dedi Kroner, kısık bir sesle. “Hâlâ teklifini bekliyorum.”
“Teklif mi?” Hagen birkaç kez göz kırpıştırdı. Mavi bir sisin içinden, safirden süzülen bir buhardan gerçek dünyaya dönüyor gibiydi. Gözleri kısıldı, dudakları koca bir gülümsemeyle büzüldü: “Sen delirmişsin Kroner. Taşı elimde görmüyor musun? Malı teslim ettin, artık benimdir.”
Kroner’in yüzü sert bir ifade aldı. “Ücretimi ödemeyeceğini mi ima ediyorsun?”
Hagen kısa bir kahkaha attı. “Paran ödenecek,” dedi. “Hatta sana bir alındı makbuzu imzalaman için kalem de vereceğim. Özel bir kalem. Suyun altında yazıyor.”


...

8 Ağustos 2019 Perşembe

Régis Messac | Esnek Ayna | ilk sayfalar

Régis Messac
Le Miroir Flexible
(Colombus North takma ismiyle)
Primaires, 1933-1934





Esnek Ayna

Yazarın notu: Olanların üzerinden birkaç yıl geçti, ben de pek çok hemşerim gibi Boston’un kasvetinden, New York’un eğlencesinden kaçmak için Fransa’ya gelmiştim. İçki yasağının ve belanın zamanıydı. Esterel’de gözlerden uzak hayli sakin bir aile pansiyonu seçmiştim. Pansiyonerlerin hemen hepsi önemsiz kişilerdi, onlardan uzak durmaya da özellikle özen gösteriyordum. Sadece, pek yaşlı görünmese de “ihtiyar hanım” denilen bir kadın dikkatimi çekti. Sessiz ve kendi halinde, hafif çekingendi, içe kapanık bir yaşam sürüyordu. İki etkenin, somurtkan hali ile moda ve şıklığı asla önemsememesinin onu yaşlandırmak üzere birleştiğini fark etmekte gecikmedim; halbuki otuz beş kırkında ya var ya yoktu. Biraz güç de olsa yabaniliğini kırmayı başardım, ve uzun süre A.B.D’de yaşadığını öğrendim. Hatta memleketliydik, babası yurttaşlığa alınmıştı. Ancak onu konuşturmaya yönelik her türlü girişimime büyük direnç gösterdi, ne kadar çabalasam da sonuç elde edemedim; öyle ki zamanla diğer pansiyonerler ihtiyar hanıma âşık olduğumu sanmaya başladı. Gizemli bir şeyler olduğunu sezinliyordum, ancak bir süre sonra bunu aydınlatma ümidimi tamamen kaybettim. Güzel bir gün Miss Favannes’i (ihtiyar hanımın adı buydu) hareketsiz, can çekişir halde götürdüklerinde vaziyetler işte böyleydi. Boş arazide ağustos böceklerini dinlemek için biraz fazla vakit geçirmiş, başına güneş çarpmış. Bu sıradan, ahmakça kaza, tekdüze, gereksiz bir ömre yaraşır bir sondu sanki. İlk heyecan geçti, ihtiyar hanım akıllara geldiyse de konu çabuk değişti. Yaşamı, sıkıcı bir vaaz gibi dümdüzdü, ölümü ise başka bir olay oldu. Zira bir şeyler gün yüzüne çıkmaya başladı.Ölümünden kısa bir süre önce Miss Geneviève Favannes’in bilinci yerine geldi ve beni yanına çağırttı. Sıradan bir günde olduğundan daha endişeli görünmüyordu ve sadece birkaç kelime telaffuz etti. Yatağının başucundan, tek ayaklı-yuvarlak masanın üzerine konmuş bir tomar kağıdı göstererek, sakin bir tonda bana şöyle dedi: “Şüphelendiğiniz serüvenlerin hikâyesi bu kâgıtlarda. Buradaki zamanımı yazmaya ayırmıştım. Artık yok olup gitmek benim için en iyisi. Zaten elimden başka ne gelir.” Başka bir veda sözcüğü etmeden gözlerini kapattı. Beni salıverdiğini anladım, ve kağıt tomarını aldığım gibi, kimseye gözükmeden ortalıktan kayboldum. Bugün yayınladığım işte bu elyazması. Bunu yapmakla öfkeleri ve memleketlilerimin zaruri tedbirlerini, iyilikten yana olduğunu iddia edenlerin kınamalarını üzerime çekeceğimin farkındayım. Geneviève Favannens soğuk, özelliksiz dış-görünümünün altında, az rastlanır bir manevi hürlüğü gizliyordu, ki kimileri bunu korkunç bulacaktır. Kimi aklıbaşında hemşerimse kesinlikle insan kılığına girmiş şeytanla ya da bir türeviyle haşır neşir olduğuma hükmedecektir. Ancak dileğim şu ki, Geneviève Favannens’in öyküsü kimilerini de sadece öfkelendirmez, düşündürür de.
– Colombus North.

I

Bu hikâye her şeyiyle bir romana, özellikle de fantastik bir romana benziyorsa, bu benim hatam değil. Edebi eser meydana getirmek için yazmam, asla bir roman yazmadım, yazmayacağım da. Ayrıca bu konuda yeteneksizim de. Ayrıca edebiyat kadınlarından da korkarım. Tanrı korusun da asla hayatımı bu şekilde kazanmak zorunda kalmayım (ne de olsa tanrı bizi bir şeylerden korur.)
Korkunç şartlar altında can vermiş, cahil, batıl inançlı bir mahlukâtlar takımı tarafından katledilmiş babamın hatırasını temize çıkarmak için yazıyorum; kıskanç ve embesillerin bu hatırayı lekemek için uydurduğu aptalca onca ithamın, akıl almaz onca masalın üzerine bir çizgi çekmek için.
Babam Joseph Favennens, orta Fransa’da doğdu. Amerikan vatandaşlığına geçmişti, talihsiz adam, ne yazık ki bu pek de işine yaramadı. Ben de Fransa’da, küçük bir kasabada, Ardeche’te doğdum. Doğumumdan kısa süre sonra annemi kaybettim. Böylece babam için berbat bir sonla karşılaşacağı, Alabama’nın ücra bir köşesinde noktalanıncaya dek sürecek uzun, gezgin bir hayat başladı. Babam bir mucitti. Açlıktan ölen pek çok mucize nazaran mutlu mesuttu, geliştirmeye devam ettiği birkaç icat ve akla yatkın olarak, gülünç oyuncaklar sayesinde para kazanmayı başarmıştı: bir basmalı anahtar modeli, seçkin marka likör ve ilaçlar için madeni tıpalama sistemi, ki önemli ölçüde hilenin önüne geçiyordu, dolayısıyla büyük pek çok şirket tarafından kullanılmaya başlandı, ve bunun gibi şeyler… Refaha erişir erişmez saçma sapan işlerle uğraşmayı bıraktı. Beratlarından birini görüşmek üzere Amerika’ya geldi, bu ülkenin mucitlere sunduğu onca rahatlığa kapıldı: örneğin, kimi mekanik parçaları üretme ya da temin etme kolaylığı, Alabama’da bir mülk satın aldı ve bahsettiğim gibi burada trajik koşullar altında can verdi.
Öncelikle, elimden geldiğince açık biçimde, bu koşullardan söz etmem, sonrasında da destekli kanıtlarla babamın ne bir büyücü, ne bir suçlu ne de bir Şeytan ortağı  (he ne kadar Şeytan diye biri olsa da) ne de gözü dönmüş bir cani olduğunu göstermem gerekiyor.
Evimiz Tawasentha şehrine biraz uzaktaydı, en uç yerleşimler ve sefil bir köye hemen hemen aynı mesafedeydi, burada sadece siyahlar ve melezler yaşıyordu ve adı Ole March’tı.
Tawasentha’nın bir çeşit Amerikan kasabası olması dışında bir özelliği yoktu, özellikle zaman zaman başıboş zenginleri kendine çeken demirli su kaynakları ile biliniyordu (tabii biliniyorsa). Tüm korkunçluğu içinde yankilerin küçük taşra şehri, saygınlıkları ile şişinen seçkinleri, zengin çiftçi Tucson’un bir ineğinin doğum yapmasının önemli bir olay gibi duyurulduğu yerel gazetesi, ufak tefek dalavereleri, yobazları, dedikoduları… Bir şekilde iyi halde tutuluyordu ve tüm ulusal önyargılar, özellikle de başka renkten olan insanlara karşı horgörü sofuca bir huşu içinde besleniyordu.


....

Régis Messac | Quinzinzinzili | I. Bölüm | ilk sayfalar

Bendeniz, Gérard Dumaurier…

Bu kelimeleri yazınca şimdi gerçekliklerinden şüphe ettim. İşaret ettikleri varlığın gerçekliğinden demek istiyorum: yani kendimden. Var mıyım? Yoksa sadece bir hayal miyim; yahut bir kâbus mu? Düşüncelerimden çıkardığım en makul cevap: deli olduğum.

Evet, mağarada yazı çiziktiren, dış dünyanın gerçeklerinden habersiz, zavallı bir deliyim. Doktorlar sonradan karalamalarını inceleyebilmek ve bilgiç psikiyatri kitaplarına konu çıkartabilmek için önüne kağıt kalem bırakmış. Öyleyse, durum daha iyi. Bana hatıra gibi gelen bu korkunç kâbusları yaşamaktansa (yaşamış olmaktansa) duvarları kapitone kaplama bir zindanın dibinde zırdelinin teki olmayı yüz bin kere yeğlerdim.

Hatıralar, korkunç hatıralar, keşke sadece hayal olsanız…

Hekimler, usta doktorlar delilik perdemin benden gizlediği ne biliyor musunuz: sizler için yazıyorum. Eğer varsanız, en azından bu saçma sapan sözlerim şahitlere sahip olacak; sempatik ve belki de… beni kısmen anlayacak şahitlere.

Ama yoksanız…

Yanlış yapıyorum, dileğime sahip çıkmam, varolduğunuza inanmam lazım. Aksi takdirde devam edecek cesareti asla bulamam.

Bu yüzden senelerin tüneline yeniden girmem -  yaşadığım, tutarlı düşündüğüm zamanlara dek gitmem gerek. O zamanlar şimdi ne kadar da uzak!

O zamanlar Gérard Dumaurier’dim. Şimdi ise o muyum değil miyim bilmiyorum. Benliğim un ufak oldu, eriyip gitti, felaketlerin koçbaşıyla darmadağın edildi, mental şokların dinamitleriyle parçalandı. Atomlarımın ürkünç bir dünyada kozmik bir yalnızlığın asitiyle ayrıştığını, etrafa saçıldığını hissediyorum.

Bir zamanlar Gérard Dumaurier’dim. Somunun vidaya uyduğu gibi kendi için yaratılmış bir dünyada güvende, yerini yurdunu bulmuş biriydim. Susuzluğum için kafe terasları, giyinmem için terziler, ısınmam için radyotörler, gülümsemem için harika pudralar süren hanımlar vardı. Bugünse… Ama artık bugünü düşünmek istemiyorum. Artık istemiyorum… Yahut henüz hâlâ… Mutlaka bir…


 

Lord Clendennis’in çocuklarının özel öğretmeniydim. Bildiğiniz arpalık[1], o zamanlar böyle derdik. Çok çalışma istemiyordu. Asıl adı Isaac Fungo olan Lord Clendennis, spencervari, aristokratik soyismine rağmen servetini doğrultmuş bir ordu müteahitiydi. Bir baronluk satın almıştı. Bu bugün hâlâ yapılıyor mu? Günümüzde hâlâ lordlar var mı, doktor?... Ne önemi var ki… Eğer deliysem doktorun cevabını anlayamayacak durumdayım demektir. Peki ya değilsem…

Nerede kalmıştım? – Haa, evet! Ratbert ve Charles. Benim iki öğrencimdi. İşim spor yaparlarken, oyun oynarlarken onlara göz kulak olmak, şöyle böyle kafalarına biraz bilgi aşılamaktı. Ratbert hemen hemen on dördündeydi, Charles ise on buçuk yaşındaydı. On buçuk muydu on bir mi? Belki biraz daha fazla, bilemiyorum şimdi… Üçümüz çok gezerdik, senyörlerini, o zamanlar öyle denirdi, pek tasa etmeden. Senyörleri! Ha ha ha… Bir de lady Clendennis vardı, ama ayrılmışlardı. Ona ne oldu bilmiyorum. Galiba bir yerlerde bir villada, Fransız Rivierası’nın azur rengi kavanozunda  salamuraya yatmıştı. Atlantik kıyısını bir ucundan diğerine turlayıp duruyorduk, ki öğrencilerimin keyfine diyecek yoktu. Hollanda, Ostende, ya da Gaskonya körfezi, nadiren de Britanya. Bazen Lord Clendennis, Bask kıyısında bize katılırdı, şimdi adını hatırlayamadığım meşhur bir otelin gazinosu onu hemen kendine çekmekte gecikmezdi.  Bir düşüneyim… Bir savaşın adıyla kafiye yapıyordu, savaş: Austerlitz… Buldum, buldum! Biarritz!! Elena Bubulco’yu orada tanıdım. Romen olduğunu iddia ediyordu. Ama tüm bunların ne önemi var?  Artık ne Romanya, ne Biarritz, ne gazinolar, ne Fransa, ne de başka bir şey var, prehistorik bir mağaranın dibinde bunları karalıyorum, kısala kısala sonu gelmiş bir kurşun kalemle, tesadüfen bulunmuş bir çamaşırcı defterine. Ne zaman mı? Fakat ne zaman olduğundan emin değilim. Belki de bir deliler yurdundayım, başka pek çoğuna yapıldığı gibi, ne yazmışım görmek için bana kağıt kalem verilmiş…  Başka? Öncelikle… kafayı yedim. Yurt veya mağara… Peh!

Hikâyeme geri dönelim. Her halükârda, zihnimi meşgul etmeyi bırakmayacak. Talebelerimin babası, çocuklarının fransızca konuşmasını oldukça önemsiyordu. Nihayetinde fransızcayı ingilizceden daha iyi konuştular. Başka da hemen hiçbir şey bilmiyorlardı. Böylesi daha iyi oldu - çünkü işlerine yarayabilirdi. Savaş zamanı, deniz kıyısında değildik. Charles hükümetinin telaşa düşürdüğü hekimlerin tavsiyeleri doğrultusunda, Lozère’e bağlı ücra bir kasabada yükseklik terapisi yapmaya gittik. Kasabanın adı… Neydi? Şimdi hatırlayamıyorum. Şu kesin ki hava mükemmeldi. Bir prevantoryuma yerleştik, hastalıklarına rağmen bir şekilde yaşamda kalma becerisi göstermiş çocuklardan -kimileri hâlâ yaşadığına göre fazla yadırgamamak lazım- oluşan bir koloni vardı burada.

O zamanlar şimdi ne kadar uzakta… O kasaba ne kadar da uzakta... Başka bir dünyada… Yine de gülünç bir şey var; o kasabayı düşündüğümsıra oraya çok yakın olmalıyım… Yer değiştirmedik, neredeyse hiç. Hep Lozère’deyiz. Yerleşkeye çok yakınız. Ama bununla birlikte artık Lozère diye bir yer yok… Kasaba da. O kadar kaybolmuş ki adını bile hatırlamıyorum. Adlar! Kendiminkini de sonuna kadar hatırlayabilecek miyim? Ben, Gérard Dumaurier…

Gérard Dumaurier! Gérard Dumaurier! Bu adı yüksek sesle tekrar ediyorum, suda boğulan biri bir dala nasıl tutunursa ben de ona öyle, sımsıkı tutunuyorum. Ve daha şimdiden bu ad fazla bir anlam ifade etmiyor. Benliğimin benden kurtulduğunu, eriyip yok olduğunu hissediyorum. Dünyada Gérard Dumaurier diye biri hiç oldu mu? Dünyada hiç biri oldu mu?...

 

Geçen gün yazmaya ara vermem gerekti, düştüğümü hissettiğim uçurum, derinliği git gide artarak önümde açılıyordu. Bilincimde bir oyuk. Bu böyle ne kadar devam etti bilmiyorum. Günler - belki de aylar. Bunu nereden bilebilirim? Günler- doğrusu, bunun ne anlama geldiğini az buçuk biliyorum, ama aylar, aylar! Bu çok karmaşık bir düşünce, ve ona, yaşayanlar içinde galiba sade ben sahibim. Benimle birlikte kimbilir kaç karmaşık ve gereksiz düşünce çürüyüp yok olacak.

Belki hepsi değil, bu kâğıtlar benden sonra yaşamaya devam ederse… Bu boş umut, zaman zaman beni yazmam için cesaretlendiriyor. Yazıyorum –bana geleceğin insanlığı için yazıyormuşum gibi geliyor– gelecekte hâlâ bir insanlık olursa elbette. Tarihçi bir eser meydana getireceğim. Şüphesiz, asla okuru olmayacak bir hikâye.

Yine de bu görev için takım taklavatı fena düzmedim. Eski meşgalelerimin beni çok fazla tarih kitabı okumaya sevk etmiş olmasından başka, eğer şimdiden –he ne kadar hatırlamasam da– bir yığın olay, isim ve tarih varsa bir nedeni de savaştan önceki günlere dair oldukça net bir hafıza muhafaza etmemdir. Her şeye rağmen, başlıca olayları iyi akılda tuttum. Ve dahası, hâlâ belgelerim var. Paha biçilmez, geleceğin müze ve arşivlerinin bekçilerini, yöneticilerini gururdan titretecek belgeler: sandviç sarılan, lekeli, yağlı, yırtık pırtık eski gazeteler; eski konserve kutuları, sardalye salamuraları… Ne var ki şimdi boşlar, ama olmayan bir şeyler daha var, görkemli bir geçmişin, biricik şahitleri…

Yeterince düşünceye daldım. Bugün havanın güzel olmasını ve kanlı canlı hissetmeyi, eskiden olduğu gibi yazmayı, eskinin insanları için yazıyormuş gibi yazmayı, yazdıklarımı anlayabilecek eğitimli, uygar insanlar hâlâ varmış gibi yazmayı diliyorum.

Ama yine de! Yazacaklarım uygarlığın koca çılgınlığının en büyük kanıtı olmayacak de ne olacak! – Fakat bu kadar yeter. Akıl deliliğin zirvesi ise, son derece akıllı olmak istiyorum.


 



[1] İşi az, parası çok iş. (ç.n.)

3 Ağustos 2019 Cumartesi

David Goodis | Mavi Sevgili | [X]


….

Clayton, içeri gözü dönmüş bir boğa gibi dalmıştı. İki yumruğunu birden Hagen’in suratına indirdi. Hagen düştü düşecek, doğrulmaya çalışırken geri çekildi. Sonra sağ elini küçük bir balta gibi indirip, Hagen’in sol gözü üzerinde ıslaklığıyla hemen parlayan, cırtlak kırmızı, geniş bir çizgi açtı.
Hagen inledi, yeni bir doğrulma girişiminde bulundu, Clayton bir adım geri çekildi, aynı göze bir mızrak daha indirdi, sonra da çenede patlayan bir aparkat çıkardı. Cüsseli adam tik ağacından masanın altına yuvarlandı, masayı, yüksek bir dalganın gemiyi kaldırması gibi kaldırıp geri devirdi. Clayton sağını solunu tuttu sonra da bu işe bir son vermek için ileri hamle yaptı.
Ancak Hagen’in hâlâ canı vardı. Bir sıçrayışta doğrulup, Clayton tam da üzerine atlamışken onu yakaladı, kollarını kapıp kaldırdığı gibi midesine bir kafa indirdi. Clayton yere düşer düşmez kaburgalarına bir tekme indirdi. Clayton ayağa kalkmaya çalışırken bir tekme daha çıkardı. Ancak Clayton onun bileğini yakalamak için bir hamle yaptı, yakaladı da, vargücüyle kendine çekip Hagen’i yere savurdu. Bir anda, yere serilen Hagen’in üzerine çullandı. Ve son darbeyi indirmek için kolunu iyice geri çekti. Ancak yumruğu hedefine yollayacak yeterli zamanı olmadı.
Kapı açıldı, dört adam içeri hücum etti. İyice yaklaşmışlardı ki Clayton cebindeki silahı hatırladı; ancak ateş etmek için hiç de uygun bir saat olmadığı aklına geldi. Adamlar, onu yüzüstü yere serdi, tek kolunu sırtının üstünde büktükleri gibi iyice yukarı, kürek kemiklerinin ortasına kadar kastırdılar. Ağır bir ayakkabı çenesinde patladı, Hagen kendini kızıl şeritlerin dalgalandığı bir sis kütlesinin içinde buldu, ve kendine alayla, bu gece Hagen’in gecesi dedi…
Sis uzun sürmedi. Clayton, bir kaç dakika içinde gözlerini odaklayabilecek hale geldi, yüzü zemine yaslıyken, odada neler olduğunu görebildiği berrak bir bakış açısı yakaladı. Masaya oturmuş Hagen’i gördü, kanayan kaşına bir mendil basıyordu. Dodsley onun ağzının köşesine yara bandı yapıştırmaktaydı. Diğer dört adam sigaralarını yakmış, ellerinde kadehler yeni emirleri bekliyorlardı. Alma ayaktaydı, sırtını duvara yaslamış, yüzünde sert bir ifadeyle tik ağacından masaya bakıyordu. Silah samanın üzerindeydi. Hagen’in eli tembelce uzanıp onu aldı, namluyu sallayarak işaret etti.
İşaret Hagen’e yerden kalkmasını ve masaya oturmasını söylüyordu. Clayton kalktığı anda silah da göğsüne nişanlandı.
“Belki de şimdi işini bitirmem lazım,” dedi Hagen.
“O halde yolculuk yapmaya hazırlan,” diye yanıtladı Clayton.
Hagen gülümsedi. “Sanmıyorum. Buralarda saygın bir adamım.  Polisin gözünde, her şeyiyle yasal bir teşebbüsüm sahibiyim. Ofisimi soymaya gelen bir hırsızı vurmaya her zaman hakkım var.”
Clayton cüsseli adamın gülüşünü kopyaladı. “Ne diye seni soymak isteyim ki? Ben de zengin biriyim, hem de kendi çabamla zengin oldum. Taşı herkes biliyor. Ne kadar büyük olduğunu ve ederini de.”
Hagen düşünceli, somurttu. “Doğru,” diye homurdandı. “Doğru sayılır.” Sonra aynı gülüş tekrar suratında belirdi. “Hadi şu taş hakkında konuşalım. Safir hakkında.”
“Anlaşma yok.”
“Anlaşma olmak zorunda,” dedi Hagen. “Fiyatını belirt.” Sonra Alma’ya bir bakış atıp şöyle dedi, “Karşılığında paradan başka bir şey de alabilirsin. Ayrıca senin için… pazarlık edilecek bir gün değil.”
Clayton, Alma’ya baktı, güzel bedeninin baştan aşağı kaskatı kesildiğini fark etti. “İstiyor musun?” diye sordu ona.
Alma yanıt vermedi. Yüzü ifadesizdi.
Clayton’un vücudundaki tüm lifler Alma’ya doğru gerildi; sert bir sesle: “Safire karşılık sen, kabul ediyor musun?”
Hagen hafifçe gülüyordu. “Zihnini toparlaması için hanıma süre tanıyalım. Nihayetinde kararı o verecek.”
Yanıt vermek isteyen Alma’nın dudakları aralandı. Clayton kalbinin küt küt attığını hissetti; onun sesini duymayı beklerken nefes almak aklına bile gelmiyordu. Genç kadının gözlerindeki parıltıyı görünce sevinçten neredeyse yerinden sıçrayacaktı; zira bu pırıltı onu artık kollarına alabileceği anlamına geliyordu, hayatta başka ne isteyebilirdi ki… Ancak Alma’nın bakışı aniden donuklaştı, Clayton’a bakmıyordu bile. Onu Hagen’in yanına yürürken gördüğünde Clayton damarlarındaki kanın donduğunu hissetti.
Alma, dudaklarında yarım bir gülümsemeyle Hagen’in yanında ayakta durdu, elini adamın geniş omzuna koydu. Parmakları takım elbisenin pahalı kumaşı üzerinde tıpırdadı. “Güzel takım,” diye mırıldandı. “İpek, öyle değil mi?” Gülümsemesini, Clayton’a çevirdi: “İpeği severim. Dokunması çok tatlı bir duygu verir. Ama ipekten aşağısı hiç de bana göre değil,”
“Akıllı kız,” dedi Hagen alayla. Alma’nın elini tutup parmaklarını öptü. Alma, onu okşadı, dizlerine oturmak için usulca yaklaştı.
Clayton başını öne eğdi, acı tüm ağırlığıyla kalbinin derinliklerine çöküyordu. Aklı bir karış havada, aptalın tekiydi, muhakeme gücü bunu anlamaya şimdi fazlasıyla yetiyordu. Kıymeti olmayan bir şeyin özlemini çekmişti. Bu özlem onu lime lime etmişti; yarasının tam ortasında duyduğu korkunç bir boşluk ve kayboluş hissiydi.
….

31 Temmuz 2019 Çarşamba

Honoré Subrac'ın Kayboluşu | öykünün pdf/epub versiyonunu Archive.org'tan indirebilirsiniz

Josef Čapek - Zmizení Honoré Subraca (1926)
   
Honoré Subrac'ın Kayboluşu > Archive.org > pdf/epub




Guillaume Apollinaire | Honoré Subrac'ın Kayboluşu


Guillaume Apollinaire
La Disparation de Honoré Subrac


Honoré Subrac’ın Kayboluşu
Hérésiarque et Cie başlıklı öykü seçkisinden
Stock, 1910.

bu yazının pdf/epub versiyonunu Archive.org'tan indirebilirsiniz.



Titizlikle yürütülen araştırmalara rağmen, polis Honoré Subrac’ın kayboluşunun ardındaki esrarı aydınlatmayı başaramadı.
Subrac benim dostumdu, ve durumu ile ilgili gerçeği bildiğim için, yargıyı neler olduğu hakkında bilgilendirmeyi görev edindim. İfademi alan savcı, beni dinledikten sonra, sesine öylesine ürkmüş bir incelik tonu kattı ki beni deli yerine koyduğunu anlamakta güçlük çekmedim. Düşüncemi ona söyledim. Daha da kibarlaştı, sonra ayağa kalkıp beni kapıya sürdü, kâtibini gördüm, yerinden doğrulmuş, bir çılgınlık yaparsam üzerime atlamaya hazır, bekliyordu.
Israr etmedim. Honoré Subrac meselesi, doğrusu öylesine tuhaf ki gerçeklik onun yanında daha tuhaf kaçıyor. Subrac’ın ilginç bir tip olduğu gazetelerde yazılanlardan öğrenildi. Yaz kış bol bir kaftandan başka şey giymezdi, ayaklarında da daima terlik olurdu. Son derece zengindi, kılığı merakımı cezbettiği için, bir gün ona sebebini sordum:
“Gerektiğinde en çabuk şekilde çıplak kalabilmek için, “ diye yanıtladı. “Ayrıca, hafif giyinmeye çabuk alışılır. Çoraptan çamaşırdan, şapkadan çabuk vazgeçilir. Yirmi beş yaşından beri böyle yaşıyorum ve hiç hastalanmadım.”
Bu sözler, beni aydınlatmak yerine merakımı iyice arttırdı.
“O halde,” diye sordum kendime, “Honoré Subrac neden çabuk soyunmak istiyor?”
Ve pek çok varsayım geliştirdim…

•••

Bir gece eve dönerken – saat bir, bir buçuk dolayları – alçak sesle adımın telaffuz edildiğini duydum. Ses sanki omzumu sıyırarak geçtiğim duvardan gelmişti. Şaşkın, tadım kaçmış, olduğum yerde durdum.
Ses, “Sokakta başka kimse yok değil mi?” diye devam etti. “Benim, Honoré Subrac.”
“O halde neredesiniz?” diye bir çığlık kopardım, arkadaşımın nerede saklanıyor olabileceği konusunda fikir yürütemeden, etrafa bakınarak.
Sadece kaldırımın üzerinde yatan meşhur kaftanını gördüm, meşhurlukta aşağı kalmayan terlikleri de onun yanındaydı.
“İşte,” diye düşündüm, “Honoré Subrac’ı göz açıp kapamada soyunmaya zorlayan kaçınılmaz bir durum. Nihayet bir gizemi adamakıllı öğrenmiş olacağım.”
Ve yüksek sesle şöyle dedim:
“Yolda kimsecikler yok, sevgili dostum, artık ortaya çıkabilirsiniz.”
Honoré Subrac karşımdaki duvardan adeta çözülerek geldi, orada olduğunu ne görmüş ne fark etmiştim. Baştan aşağı çırılçıplaktı, ilk iş, kaftanını yakaladığı gibi sırtına geçirdi, elinin en çabuk hızıyla önünü ilikledi. Sonra terliklerini ayağına geçirip, tereddütsüz, kapıma kadar bana eşlik etti.
“Şaşırdınız!” dedi, “ama artık neden böyle tuhaf giyindiğimi biliyorsunuz. Bununla birlikte bakışlarınızdan tamamen nasıl kaçabildiğimi henüz anlayamadınız. Çok basit. Anlaşılacak tek şey var: bu bir mimetizm olayı. Tabiat iyi yürekli bir annedir. Tehlikelerin tehdit ettiği, kendilerini savunamayacak kadar zayıf çocuklarına etrafındaki şeylere karışma yeteneği bahşetmiştir… Ama siz bunu zaten biliyorsunuz. Kelebeklerin çiçeklere benzediğini, kimi böceklerin yaprak gibi olduğunu, bukalemunun onu en iyi saklayan rengi alabildiğini, kutup tavşanının -ki bizde sürülen toprakta aniden ortaya çıkanlar kadar ödlektir- buzla kaplı bölgeler gibi bembeyaz olduğunu -daha görmeye fırsat olamadan kaçıverir- biliyorsunuz.
Bu zayıf hayvanlar düşmanlarından, görünümlerini değiştiren bu içgüdüsel beceri sayesinde kurtulur.
Ve ben… bir düşman tarafından sürekli takip edilen, hayli korkak, kavgada kendini savunmaktan aciz olduğunu hisseden ben, ben de bu hayvanlara benziyorum işte: kendi isteğimle -ve sırf korkudan- etrafımdaki ortama karışıyorum.
Bu içgüdüsel yeteneği ilk icra etmemin üzerinden hatırı sayılır yıllar geçti. Yirmi beş yaşındaydım, kadınlar beni alımlı ve yapılı buluyordu. Bunlardan biri, ki evliydi, bana, karşı koyamadığım bir yakınlık gösterdi. Ölümcül ilişki!... Bir gece, sevgilimin yanındaydım. Kocası güya uzun süreliğine şehir dışındaydı. Elinde bir altıpatlarla aniden kapıyı açtığında tanrılar gibi çıplaktık. Dile sığmaz bir korku içindeydim, şimdi nasılsam o zaman da böyle ödlektim ve tek isteğim vardı: kaybolmak. Sırtımı duvara verip, onun içine karışmayı diledim. Ve beklenmedik olay anında gerçekleşti. Duvar kağıdının rengine büründüm; uzuvlarım inatla, şaşılacak biçimde yassılaşırken, duvarla birleştiğimi ve beni artık kimsenin göremeyeceğini hissettim. Gerçekti. Koca, beni öldürmek için içerde dört dönüyordu. Beni görmüştü ve kaçmam imkânsızdı… Deli gibiydi, öfkesini karısına çevirdi ve onu kafasına sıktığı altı el ateşle vahşice katletti. Sonra yıkık bir vaziyette, hüngür hüngür ağlayarak çekip gitti. O çıktıktan sonra bedenim, içgüdüyle, normal şeklini, doğal rengini aldı. Giyindim, ve kimseler gelmeden sıvışmayı başardım… Mimetizm menşeli bu latif yeteneği, o gün bugündür muhafaza ediyorum. Koca, beni öldüremediği için, tüm varlığını işimi görmeye adadı. Uzun süre, dünyanın dört yanında peşimi bırakmadı; Paris’e yerleşmeye geldiğimde ondan artık kurtulduğumu sanıyordum… Ancak o adamı siz geçmeden az önce yine gördüm. Korkudan dişlerim takırdıyordu. Soyunup duvarla birleşecek vakti ancak buldum. Kaldırıma bırakılmış kaftan ve terliklere merakla bakarak çok yakınımdan geçti. Şimdi böyle sade giyinmemin sebebini anladınız mı? Herkes gibi giyinseydim mimetik yeteneğim asla faaliyete geçmezdi. Cellâdımdan kaçabilmek için asla yeterince çabuk soyunamazdım. Ayrıca her şeyden önce, yassılaşan giysilerimin, savunma amaçlı kayboluşumu boşa çıkarmaması için çıplak olmak zorundayım.”
Kanıtlarını gördüğüm ve kıskandığım yeteneğinden ötürü Subrac’ı tebrik ettim.

•••

Takip eden günler bu konudan başka bir şey düşünmedim, kendimi durmadan, şeklimi ve rengimi değiştirmek için irade göstermeye çalışırken buluyordum. Otobüse, Eifel Kulesi’ne, Akademi’ye, büyük loto talihlisine dönüşmeye çalıştım. Çabalarım boşunaydı. Başaramıyordum. İradem yeterince güçlü değildi, ayrıca bende o kutsal korkudan yoktu, Honoré Subrac’ın içgüdülerini uyandıran o korkunç tehlike benim için söz konusu değildi.
Bir gün allak bullak bir halde çıkageldiğinde, onu epey zamandır görmemiştim:
“O herif, düşmanım,” dedi bana, “her yerde beni arıyor. Yeteneğimi kullanarak ondan üç kez kaçabildim, ama korkuyorum, korkuyorum dostum!...”
Gözle görülür biçimde zayıflamıştı, ama bunu söylemekten imtina etim.
“Yapabileceğiniz tek şey kaldı,” dedim ona, “Böylesine amansız bir düşmandan kaçmak istiyorsanız… Gidin! Bir köye saklanın. Buradaki işlerinizi çekip çevirmeme ve sizi en yakın istasyona götürmeme izin verin.”
Şunları söyleyerek elimi sıktı:
“Size yalvarırım, bana eşlik edin, korkuyorum!”

•••

Sokakta, sessizlik içinde yürüdük. Honoré Subrac endişeli bir edayla, durmadan başını geri çeviriyordu. Birden bire çığlık attı, kaftanı ve terliklerinden kurtulup kaçmaya başladı. Bir adamın koşarak arkamızdan geldiğini gördüm. Onu durdurmaya çalıştım. Ancak elimden kurtuldu. Honoré Subrac’a doğrulttuğu bir altıpatlar tutuyordu. Subrac ise hemence bir kışla duvarına yetişmiş, büyü yapılmış gibi ortadan kaybolmuştu.
Silahlı adam, şaşkınlıktan donakaldı, öfkeyle bir nağra savurdu, ve hasmını ondan kurtaran duvardan öç almak istercesine, tam da Subrac’ın kaybolduğu noktaya silahı boşalttı. Sonra da koşarak uzaklaştı…
Ahali toplandı, jandarma kalabalığı dağıtmaya geldi. Sonra, arkadaşıma seslendim. Ama yanıt vermedi.
Duvarı yokladım, hâlâ ılıktı; altı mermiden üçünün insan kalbi yüksekliğinde isabet ettiğini fark ettim, diğer mermiler taze sıvayı daha yukarıdan sıyırıp geçmişti, bir yüzün çizgilerini belirsiz, belli belirsiz, görür gibi oldum.




20 Temmuz 2019 Cumartesi

David Goodis | Mavi Sevgili | [IX]


….

Alma masaya döndü, ayakta durmaya devam etti, başı öne eğik, bakışları kadehteydi. Viskinin nerdeyse yarısı dökülmüştü, ancak içinde kalan, sıvı bir mıknatıs gibi elini kendine çekiyordu. İçinde tadı kötü bir ilaç varmışçasına kadehi kaldırdı, sonra tek ve uzun bir yudumda boşalttı.
“Bir daha ister misin?” diye sordu Hagen.
Alma hayır der gibi kafa salladı. Tik ağacından masanın cilalı yüzeyine dalıp gitmişti. Parlak ahşap sanki bir aynaydı, orada aksini görüyor, ve gördüğü şeyden nefret ediyordu.
Sırtı Hagen’e dönüktü. Hagen arkasından yaklaşıp elini omzuna koydu. Alma silkinip ondan uzaklaştı. Hagen’in yüzü yine kara bir renk aldı, mırıldandı: “Neyin var senin?”
“Yalnız kalmak istiyorum. Sana yorgun olduğumu söyledim.”
“Bana bak.” Hagen’in ses tonu, öfkeden kudurma ve ümitsiz bir yalvarış arasında gidip geliyordu.
Alma’nın sırtı hâlâ ona dönüktü.
“Yüzüme bile bakamıyorsun,” dedi Hagen, dişlerini sıkarak. Dudakları titredi. Sonra biraz da çabayla, kendine daha hakim, sakin bir tonda: “Seninle mantıklı biçimde konuşmaya çalışıyorum. Umarım tavrını değiştirir ve benimle konuşursun.”
“Pekâlâ,” dedi Alma, “dinliyorum.”
Ancak Hagen, onun arkasında olduğu için Clayton’un gördüklerini göremiyordu. Alma gözlerini kapatmıştı, boyun kasları iyice kasılmış, sakin kalmaya çalışıyordu.
Usulca yüzünü Hagen’e döndü, Hagen bir müddet sessiz kaldı, sonra: “İlişkimizin gidişatı hoşuma gitmiyor. Bir çıkmaza girmiş gibiyiz, ve gün geçtikçe derinleşiyor. Satranç oyuncularına benzedik. Ve artık bu oyundan sıkıldım.”
“Ne istiyorsun, Rudy?”
“Seni. Her şeyinle seni.”
“Anlaşmamızda bu yoktu.”
“Anlaşmanın canı cehenneme.” Daha sert bir tonda söyledi bunu, sonra ekledi: “Sana daha ilk gördüğüm anda âşık oldum.”
“Aşk hakkında ne biliyorsun?”
“Ben de etten kemikten bir varlığım,” diye bağırdı Hagen. “Küçük, sevimli bir oyuncaktan daha fazlasına ihtiyacım var. Hakiki bir sevgi istiyorum. Sıcaklık ve mutluluk.”
Alma uzak köşedeki çelik kasaya bakıyordu. “Senin mutluluğun işte orada.”
“Ne o, şikayet mi ediyorsun?” Hagen’in dili çatallanmıştı. “Beni eleştirmeye gelince üstüne yok. Faturalarını ödeyen birine en azından tatlılıkla konuşma şansı vermen gerek.”
Alma, kaskatı, cevap vermedi. Hagen’in sesi, keskin bir bıçak gibi, şimdi daha derine saplanıyordu.
“Belki de beni kör sanıyorsun… Clayton hakkında söylediklerinin tek kelimesine bile inanmadığımı biliyorsundur… Silahı elinden aldığını söyledin. Ben de şunu söyleyim, rezil bir yalancısın.”
Alma yüzünü çevirdi tam uzaklaşacaktı ki Hagen onu kollarından yakaladı, tüm gücüyle göğsünün üzerinde tuttu ve onu yüzüne bakmaya zorladı. Konuşmaya devam etti:
“Yalancı!... Taa en başından beri yalan söylüyorsun. Beni kandırıyordun, aptal yerine koydun. Seni ne zaman kollarıma alsam gözlerini kapattın, başka birini görüyordun. Clayton’u.”
Alma kurtulmaya çalıştı. Hagen pençelerini onun kollarına iyice geçirdi.
“Şimdi bana gerçeği söyleyeceksin. En başından beri aklın Clayton’daydı. İtiraf et! Edecek misin, yoksa gırtlağından kendim mi çıkartayım?!”
Hagen’in elleri Alma’nın boğazına gitti. Alma boğuk bir çığlık attı. Hagen, genç kadın dizlerinin üzerine çökünceye dek sıkmaya devam etti. Delice bir gülümseme dişlerini meydana çıkartmıştı, Alma’nın can vermek üzere olduğunu ya anlamıyor ya da umursamıyordu.
Ve ansızın pencere, alabildiğine açıldı. Clayton içeri atladı. Son sürat Hagen’in üzerine giderken, ne strateji ne taktik ne de cebindeki silahı hatırlamak aklına geliyordu. Yırtıcı bir hayvan gibi nağra attı, Hagen de onun gelişini duydu, kafasını kaldırdı… şaşakaldı; Alma’yı serbest bıraktı. Alma, olduğu yere yere yığıldı, güçlükle nefes almaya çalışıyordu. Hagen içgüdüyle, koca kollarını kaldırdı, yumruklarını sıktı, saldırıyı karşılayacak destekli bir duruş aldı.
….

1 Temmuz 2019 Pazartesi

David Goodis | Mavi Sevgili | [VIII]

....

Sürme pencere alttan açıktı, ancak Clayton odadan gelen bir ses duymuyordu. Son derece gösterişli bir odaydı. Bir Kirman kilimi tüm zemini kaplıyordu, duvarlar serigrafi resimlerle bezeliydi. Odanın uzak köşesinde, dünyaya doğrultulmuş bir silah gibi, Hagen’in çelik kasası duruyordu, anahtar kolu ve gümüş şifre kadranı ile parlak siyah demirden bir blok. Clayton, kasanın midesini doldurmak için aldatılan, soyulan, kimi zaman da öldürülen sayısız adamı düşündü. Bakışları bir an öfkeden donuklaştı, pencereden içeri atlayıp silahı kullanmayı istedi.
Ancak öfkesini frenledi ve böyle yapınca, Hagen’in sesini duydu: “Neyin var, içkine hiç dokunmamışsın.”
“Bir şeyim yok, sadece canım istemiyor.”
“Hayret,” diye üzerine bastı Hagen. Kadehinden derin bir yudum aldı.
Sonra aralarında yine sessizlik başgösterdi, Clayton, Hagen’in nasıl gülümsediğini, Alma’nınsa nasıl onunla yüz yüze gelmemeye çabaladığını gördü. Biraz sonra Dodsley odaya girdi. İngiliz, masaya, Hagen’in önüne yeni bir kadeh viski bıraktı, bu sırada göz göze geldiler. Clayton bunu görmüştü, bakışlarını Alma’ya çevirdi. Genç kadın hafif gerilmişti. Dodsley odadan çıkarken, Hagen ona gülümsemeye devam etti. Alma derince bir nefes aldı, zira ciğerleri havasızlıktan yorulmuştu.
Hagen ayağa kalktı, tikağacından masa ve kasa arasında gidip gelmeye başladı. Yavaş yürüyordu, başı uzun uzun düşünmekten öne düşmüştü, söylev arifesi ezber yapan biri gibiydi. Sonunda masanın önünde durdu, kollarını kavuşturdu, bakışlarını Alma’ya dikti; artık gülümsemiyordu.
Genç kadının dokunmadığı kadehi gösterdi. “İç şunu,” dedi kısaca. “Biraz içince bana daha yakın oluyorsun.”
Alma ona bakmadı. Bakışları sürekli boşluğa sabitlenmişti. “Canımın istemediğini sana söyledim.”
“Viskiyi geri çevirmek, çok ayıp,” diye homurdandı Hagen. “Otuz yıllık Skotch. Ayrıca dolu bir kadehi tatmamak uğursuzluk getirir.” Dudakları çatıldı. “Bir yudum al. Sadece bir yudum.”
“Hayır.” Alma, Hagen’e baktı. “Dil dökmeyi bırak.”
“Dil dökmüyorum, tatlım, söylüyorum.” Hagen kadehi aldı ve Alma’nın dudaklarına götürdü. Alma kafasını geri çekti, kadehi geri ittiğinde, içindeki biraz masaya döküldü.
Pencerenin ardında Clayton izlemeye devam ediyordu. Elleri pencere kasasını alttan, içe bakan taraftan sıkıca kavramıştı.
Hagen’in suratına öfkeden kan yürümüştü. Alma, yerinden kalktı, şöyle dedi: “Çok geç oldu, uyumaya ihtiyacım var. Daireme dönüyorum.”
Alma, yanından geçecekti ki Hagen onu bileğinden yakaladı, bırakmadı. “Sana gitmeni söylemedim. Ben ne zaman dersem o zaman gidersin.”
“Bırak da gideyim, Rudy.” Alma kurtulmaya çalıştı.
Hagen sırıttı ve bileği daha güçlü sıktı.
“Bırak da gideyim.” Bu sefer daha sessiz söylemişti. “Bırak da gideyim lanet olası.”
“İşte böyle daha iyi,” dedi Hagen, bileği serbest bırakırken. “En azından öfkeliyken seninle konuşabiliyorum.”

….


17 Haziran 2019 Pazartesi

David Goodis | Mavi Sevgili | [VII]

....
Colombo limanının karanlık, yağ tutmuş sularında belli belirsiz ışıklar yanıp sönüyordu. Rıhtımı aralıksız kucaklamaya gelen küçük dalgaları saymazsak kıyıya sessizlik hakimdi. Clayton iskelelere yaklaştı, kafası sanki prize takılmış gibi çalışıyordu, gözleri etrafında fır fır dönüyora benzeyen karanlığı taramaktaydı.
Parçalanmış bir iskele ve İngiliz pamuk deposunun kalın beton duvarları arasında dar bir geçide geldi. Geçitten çıkınca, onu Hagen’in özel ofisine götürmesi gereken bir dönüş  yaptı. Pencerede ışık  vardı, ve sanki ona bir çağrı işareti yapıyordu. Ardında sesler duyduğunda henüz birkaç adım atmıştı.
Kendi ekseninde döndü, gözlerini iyice açtı ve onları gördü. Doğrusu, onlardan ikisini. Hızla geliyorlardı, iyice yaklaştılar; yaşamlarını kasları ve kalın kafalarıyla kazanan rıhtım kabadayılarının pörsümüş burunlarını, kalın dudaklarını gördü. Birinde bıçak vardı diğerinde de güdük bir sopa. Clayton silahı cebinden çıkardı, emniyeti indirdi, nişan aldı, ama sonra kurşunsuz bir çözüm denemeye karar verdi. Kurşun, çok fazla gürültü patırtı anlamına geliyordu. Hagen ve adamlarının ofisten çıkmasına sebep olabilirdi, bu da her şeyi mahvederdi. Buraya kavga ya da cinayet için gelmediğini hatırladı, sadece bir şey öğrenmeye, kendine bir şeyi kanıtlamaya gelmişti.
Haydutlar hedeflerine öyle odaklanmışlardı ki silahı görmediler. Üzerine atıldıklarında, Clayton geri çekildi ve kabzayı yakınındakinin kafatasına indirdi. Adam heykel gibi devrildi. Diğeri küfretti ve Hagen’in öldürürken bıçak kullanmama emrini unutarak, parlak çeliği Clayton’un gırtlağına savurdu. Clayton geri çekilip, silahla bir hamle yaptı, öyle ki kabza doğrudan adamın bileğine çarptı. Paramparça olan kemiğin sesi duyuldu. Feryat etmek için ağzını açtı, Clayton da öne atılıp, silahı çekiç gibi çenesine indirdi. Hasmı artık diz çökmüştü, kan ve diş tükürüyordu, gelen kan çoğalıyor, boğulacak gibi oluyordu. Clayton şakağına hafifçe vurdu, bu da onun iki seksen devrilip, derin bir uykuya dalmasına yetti.
Işıklı pencerenin üzerinde Rudolph Hagen Co. Lmt. tabelası okunuyordu. Baskı kelimelerin altında  kavisli fil boynuzlarından bir çerçeve içinde kuyumcuların kullandığı tek-göz merceği sembolü resmedilmişti. Bu da Hagen’in mücevher, fildişi ve ele geçirebildiği her türde değerli şeyin ticaretini yaptığı anlamına geliyordu. Hagen’in gerçekten devasa elleri vardı ve Clayton şimdi onlara bakıyordu.
Duvarın kenarına sindi. Bakışları, pencereden içeri, Hagen’in tik ağacından masanın üzerindeki o koca ellerine sabitlenmişti. Kalın parmaklar gerilmişti, geniş bir kedi gözü ve bundan daha büyük opal birer yüzük hemen dikkat çekiyordu. Clayton elleri biraz daha inceledi, bakışları sonra usul usul yüze çevrildi.
Hagen’in kaba saba ama biçimli bir dış görünüşü vardı. Yüz hatları belirgin ve dengeliydi, gür, açık kumral saçları düzgünce taranmıştı. Kırkının başlarında güçlü kuvvetli, cüsseli bir adamdı, fazla içtiğini ele veren kızıla çalan ten rengi haricinde fiziksel bakımdan mükemmel durumdaydı. Şimdi de içiyordu. Uzunca kokteyl bardağından  yudumlar alıyor, Alma’ya gülümsüyordu. Alma tam karşısındaydı ancak gözleri ondan uzaklara bakıyor gibiydi. Önündeki içkiye henüz dokunulmamıştı.

….

9 Haziran 2019 Pazar

David Goodis | Mavi Sevgili | [VI]


....
Yıkanmış, tıraş olmuş, temiz çamaşır ve taze ütülenmiş bir takım elbise giymiş halde bara yaslandı, şişeyi yatıran Kroner’e baktı. Kroner bariz bir beceriksizlikle şişeyi b0şaltıyordu, yine de  cin bardağın ucuna kadar geldi ve orada kaldı. Clayton kadehi aldı, kaldırdı, kazara cinin birazını döktü ve kalanını gırtlağının derinliklerine yuvarladı. Boş kadehi uzatıp yarım ağızla: “Bir tane daha.”
“Fazla gelir.”
“Bir tane daha dedim.”
Kroner kadehi doldurdu. Sızıp boylu boyunca yere serilmiş, ölü bir çifti andıran iki yerli haricinde mekânda  başkası yoktu. Barın üstünde, kirli yüzlü bir saat, dördü yirmi geçeyi bildiriyordu. Arkadaki küçük pencere ise dışarısının hâlâ karanlık olduğunu göstermekteydi.
“Neredeyse sabah oldu,” diye laf açtı Kroner. Clayton’a baktı. “Yukarı çıkmana yardım edeyim ister misin?”
“Yukarıda işim yok.” Clayton kadehi yuvarladı. Hollandalıya baktı. “Ne kadar içtim?”
“Epey,” diye yanıtladı Kroner. “Bacaklarının seni hâlâ taşıyor olması mucize.”
“İzin ver de sana bir tane ısmarlayım.”
“Sevgili Clayton, içkiye dokunmam, bilirsin.”
“Demek ki içki sana dokunmuyor. Sana hiçbir şey dokunamaz.”
Kroner hafif alınmış gibiydi. “Dostluk bana dokunabilir. Benim için mücevherlerden daha değerli. Sadece senin iyiliğini istiyorum, umarım tavsiyemi dikkate alırsın. Odana çık ve orada kal. Yarına, eğer ayarlayabilirsem, gemide olacaksın.”
Clayton dinlemiyordu. Eli ceketinin geniş cebinde, revolverin hacmini hissetmekteydi. Parmakları kısa namluya, namludan mermi yatağına, mermi yatağından tetik köprüsüne, tetik köprüsünden kalın kabzaya geçti. Sonra silahı bıraktı. Elini cebinden çıkartıp, titriyor mu görebilmek için öne uzattı. Parmaklarının kıpırdamadığını tespit etti. “Gözler her zaman doğruyu söyler,” dedi, sakin, yumuşak bir sesle ekledi, “Biraz yürüyüşe çıkacağım. Görmem gereken bir şeyler var.”
Bardan uzaklaştı, caddeye açılan kapıya yöneldi. Kapıya vardığında Kroner önünü kesmek için çoktan orada yerini almıştı. Hollandalı sığır etinden koca bir duvar gibiydi, kolları iki yana açık, tombul yüzü terden parlıyordu.
“Dostum –” diye yalvardı Kroner.
Clayton bitkince gülümsedi. “Yolumu kapatıyorsun.”
“Sevgili dostum… Lütfen mantıklı olmaya çalış. Buradan çıkarsan, mutlaka Hagen’in eline düşersin. Adamları rıhtımın dört bir yanını tuttu, seni bekliyorlar –”
Clayton gülümsemeye devam etti, bakışları Hollandalı’yı aştı, kapının ardına odaklandı.
“Lütfen,” dedi Kroner, daha sert bir sesle. “Önemli olan hayatta kalmak.”
Sonra birbirlerine baktılar; Clayton: “Vasiyet yazacak vaktim yok. Ancak dönmezsem safir senindir. Yatağın başucunda, şiltenin içinde, karton bir kutuda.”
Kapıya doğru bir adım attı. Kroner kıpırdamadı. Kroner: “Çok üzgünüm, ancak gitmene izin veremem.”
Clayton omuz silkip derince iç çekti. Sonra sol koluyla biraz hafifçe Kroner’i göğsünden itti, bu sırada sağ yumruğu sert bir biçimde Hollandalı’nın çenesine iniyordu. Kroner sendeledi, yüzükoyun yere yığıldı ve öylece hareketsiz kaldı.
Clayton kapıyı açıp dışarı yürüdü. Hint Okyanusu’ndan gelen oldukça sıcak, mayıştırıcı bir hava dalgası ile karşılanmaktaydı.
….

20 Mayıs 2019 Pazartesi

David Goodis | Mavi Sevgili | [V]

....

Dönüp Alma’ya baktı.
Genç kadının sesi alçaldı. “Çok daha kolay olabilirdi,” dedi. “Silah taşı bana vermeni sağlayabilirdi. Ama Hagen planı daha da ileri götürdü. Seni öldürmemi istedi, sonra da pencereye gidip taşı Dodsley’e atmamı. Polis geldiğinde burada bekliyor olacaktım. Yırtık elbisemi gördüklerinde sadece kendimi korumaya çalıştığımı söyleyecektim. Elbette safirden falan haberim olmayacaktı.”
Clayton bir müddet sessiz kaldı. Sonra şöyle dedi, “Eski bir numara, ama iyidir. Eminim işe yarardı. Peki neden yapmadın?”
Alma’nın gözleri Clayton’un nüfuz edilmez suratına bakıyordu. “Anlamadın mı?”
“Anlayacak şey bir tane değil. Kurnaz bir tilkisin, benimle kafa buluyorsun.”
“Doğru, bazen kurnaz bir tilkiyimdir,” diye kabul etti Alma. “Ama çoğu zaman bir kadınım.”
Alma üzerine yürüdü. Clayton’un beyni ise onu istiyorum, onu istiyorum diye yerinden oynuyordu. Sonra buz soğukluğunda bir düşünce her şeyin önüne geçti, ona güvenmiyorum. Ve en sonunda kinin sebep olduğu bir karar tüm bu düşüncelere son verdi: Canı cehenneme, ucuz oynuyor, ben daha ucuzunu oynarım.
Platin rengi saç iyice yaklaştı. Clayton ayakta öylece bekliyor, onun aralanmış dudaklarını, bunları ıslatan dilini izliyordu. Nefesinin ılık dokunuşunu yüzünde hissetti; ve birden onu kollarında buldu, dudakları dudaklarına yapıştı. Elleri sırtının hafif yayı boyunca usul usul aşağı indi, saçlarının kokusunu derince içine çekti, ona bu kadar yakın olmanın sarhoşluğunu yaşıyordu. Ne şimdi diyen saati ne de burası diyen yatağı duydu. Sadece Alma’nın kapalı gözlerinin, göğsüne yapışmış göğüslerinin, vücudunun sıcaklığının farkındaydı. Gerçekliğin sınırlarını geriye püskürtmüş ve nihayet aşmıştı - öte yandan bunun bir rüya olmadığını biliyordu. Onca zamandır beklediği ve açlığını hissettiği şeydi bu, ve şimdi gerçekleşiyordu.

Sıcaklık onu çok erken terk etti. Dudaklarında o sert sırıtışın yeniden oluştuğunu hissediyordu. Alma’yı elbisesini düzeltip, kalça kenarlarından çekiştirirken  izledi, ayağa kalkarken de bacaklarının uzun parıltısını.
“Aşağı inmeden önce dudaklarına baksan iyi edersin. Rujunu tazelemen gerek.”
Cevap kelimelerle değil doğrudan yüze atılan bir bakışla geldi. Genç kadın şaşkınlık içinde gözlerini Clayton’a dikti. “Hepsi bu mu… Söyleceyeceklerin bu kadar mı? Bana… bana… güvenebileceğini kanıtlamadım mı?” Sustu, devam etmeye nefesi yetmiyordu.
“Evet, pis bir tuzak olduğunu kanıtladın. Şimdi defol.”
“Clayton –” Hıçkırarak söyledi bunu.
Clayton çoktan sırtını dönmüştü. “Hadi ikile, cehenneme kadar yolun var.”

Duvara bakıyordu. Alma’nın kapıya yöneldiğini duydu, sonra da kapının açılıp kapandığını. Dakikalar geçti, yüzü, çıplak duvara dönüktü; bakışları hâlâ bomboştu. Bir duş alma düşüncesi yavaş yavaş zihninde belirdi. Kirli hissediyordu, kendine iyi bir banyoya ihtiyacı olduğunu söyledi. 

13 Mayıs 2019 Pazartesi

David Goodis | Mavi Sevgili | [IV]

....

“Hayır.” Sonra onun yüzüne baktı. “Dodsley’e göstermedim sana da göstermeyeceğim. Ayrıca Hagen’e temsilci göndermeyi bırakmasını söyle. Neye benzediğini öğrenmek istiyorsa buna izin veririm. Fakat öncelikle benden randevu alması gerek.”
Genç kadın bir müddet sessiz kaldı. Konuşmaya başladığında sesi sakin ve seviyeliydi. “Hagen’i bu işin dışında tutalım. Temsil ettiğim tek alıcı kendimim.”
“Sen mi?” Clayton bu cevaba hazırlıksız yakalanmıştı. Gözleri öfkeyle kısıldı, hiç beklemeden: “Paran nerede?”
Alma’nın kolunda oğlak derisi küçük bir çanta vardı. Parmaklarıyla çantanın ön yüzünü tıpırdattı. “Burada,” diye mırıldandı. “Ön ödeme için yeterlidir sanırım.”
Sonra çantayı açıp bir tomar banknot çıkardı. Bunlar bin dolarlık banknotlardı, saymaya koyuldu, yirmide durdu.
Clayton’un gözleri hâlâ kısık vaziyetteydi: “Tam fiyat üç yüz bin dolar.”
Alma belli belirsiz gülümsedi. “Hayli pahalıymış.” Sonra gülümsemesi kayboldu: “Kalanı yarın buraya getiririm.”
Para tomarı öne uzatılmış, alınmayı bekliyordu, ancak Clayton’un kılı kıpırdamadı. Gözlerini Alma’nın gözlerine dikmişti. Sonunda olumsuz anlamda kafa salladı: “Satış yok.”
“Nedenmiş o?”
Clayton alayla güldü.”Beni ne sanıyorsun, aptal mı? Bana yirmiyi verirsin, sana taşı veririm, sen de Hagen’e teslim edersin. Eninde sonunda böyle olacağından eminim.” Gülüşü gittikçe huysuz, diş gösteren bir hal aldı: “Hagen’e başka dolap çevirmesini söyle.”
“Dolap falan yok, Hagen de bunun hakkında hiçbir şey bilmiyor.” Sonra derin bir nefes aldı. “Hile mi arıyorsun, sana göstereyim. Benden bu yönteme başvurmamı istedi.”
Eli çantaya gitti. Küçük otomatik bir revolver çıkarttı.
Clayton’un vücudu gerildi.
Ancak silahın namlusu ona bakmıyordu. Alma onu gevşekçe tutmuştu, sadece göstermek için, sonra geri çantanın içine bıraktı. Silahı para tomarı takip etti.
Genç kadın çantayı kapattığı gibi yatağın üzerine fırlattı. Ve edasını hiç bozmadan pencereyi işaret etti: Clayton dışarı göz atmakla iyi ederdi.

Clayton çarçabuk odanın öbür ucuna gitti, storların aralığından etrafı kolaçan etti. Aşağıda sokakta tek başına bir adam bekliyordu. Dodsley’nin kaypak yüzünü, baştan savma giysisini ilk anda tanıdı.

....