....
Yıkanmış, tıraş olmuş, temiz
çamaşır ve taze ütülenmiş bir takım elbise giymiş halde bara yaslandı, şişeyi
yatıran Kroner’e baktı. Kroner bariz bir beceriksizlikle şişeyi b0şaltıyordu,
yine de cin bardağın ucuna kadar geldi
ve orada kaldı. Clayton kadehi aldı, kaldırdı, kazara cinin birazını döktü ve
kalanını gırtlağının derinliklerine yuvarladı. Boş kadehi uzatıp yarım ağızla:
“Bir tane daha.”
“Fazla gelir.”
“Bir tane daha dedim.”
Kroner kadehi doldurdu. Sızıp
boylu boyunca yere serilmiş, ölü bir çifti andıran iki yerli haricinde
mekânda başkası yoktu. Barın üstünde,
kirli yüzlü bir saat, dördü yirmi geçeyi bildiriyordu. Arkadaki küçük pencere
ise dışarısının hâlâ karanlık olduğunu göstermekteydi.
“Neredeyse sabah oldu,” diye
laf açtı Kroner. Clayton’a baktı. “Yukarı çıkmana yardım edeyim ister misin?”
“Yukarıda işim yok.” Clayton
kadehi yuvarladı. Hollandalıya baktı. “Ne kadar içtim?”
“Epey,” diye yanıtladı Kroner.
“Bacaklarının seni hâlâ taşıyor olması mucize.”
“İzin ver de sana bir tane
ısmarlayım.”
“Sevgili Clayton, içkiye
dokunmam, bilirsin.”
“Demek ki içki sana
dokunmuyor. Sana hiçbir şey dokunamaz.”
Kroner hafif alınmış gibiydi.
“Dostluk bana dokunabilir. Benim için mücevherlerden daha değerli. Sadece senin
iyiliğini istiyorum, umarım tavsiyemi dikkate alırsın. Odana çık ve orada kal.
Yarına, eğer ayarlayabilirsem, gemide olacaksın.”
Clayton dinlemiyordu. Eli
ceketinin geniş cebinde, revolverin hacmini hissetmekteydi. Parmakları kısa
namluya, namludan mermi yatağına, mermi yatağından tetik köprüsüne, tetik köprüsünden
kalın kabzaya geçti. Sonra silahı bıraktı. Elini cebinden çıkartıp, titriyor mu
görebilmek için öne uzattı. Parmaklarının kıpırdamadığını tespit etti. “Gözler
her zaman doğruyu söyler,” dedi, sakin, yumuşak bir sesle ekledi, “Biraz
yürüyüşe çıkacağım. Görmem gereken bir şeyler var.”
Bardan uzaklaştı, caddeye
açılan kapıya yöneldi. Kapıya vardığında Kroner önünü kesmek için çoktan orada
yerini almıştı. Hollandalı sığır etinden koca bir duvar gibiydi, kolları iki
yana açık, tombul yüzü terden parlıyordu.
“Dostum –” diye yalvardı
Kroner.
Clayton bitkince gülümsedi.
“Yolumu kapatıyorsun.”
“Sevgili dostum… Lütfen mantıklı
olmaya çalış. Buradan çıkarsan, mutlaka Hagen’in eline düşersin. Adamları
rıhtımın dört bir yanını tuttu, seni bekliyorlar –”
Clayton gülümsemeye devam
etti, bakışları Hollandalı’yı aştı, kapının ardına odaklandı.
“Lütfen,” dedi Kroner, daha
sert bir sesle. “Önemli olan hayatta kalmak.”
Sonra birbirlerine baktılar; Clayton:
“Vasiyet yazacak vaktim yok. Ancak dönmezsem safir senindir. Yatağın başucunda,
şiltenin içinde, karton bir kutuda.”
Kapıya doğru bir adım attı.
Kroner kıpırdamadı. Kroner: “Çok üzgünüm, ancak gitmene izin veremem.”
Clayton omuz silkip derince iç
çekti. Sonra sol koluyla biraz hafifçe Kroner’i göğsünden itti, bu sırada sağ
yumruğu sert bir biçimde Hollandalı’nın çenesine iniyordu. Kroner sendeledi, yüzükoyun
yere yığıldı ve öylece hareketsiz kaldı.
Clayton kapıyı açıp dışarı
yürüdü. Hint Okyanusu’ndan gelen oldukça sıcak, mayıştırıcı bir hava dalgası
ile karşılanmaktaydı.
….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder