8 Ağustos 2019 Perşembe

Régis Messac | Quinzinzinzili | I. Bölüm | ilk sayfalar

Bendeniz, Gérard Dumaurier…

Bu kelimeleri yazınca şimdi gerçekliklerinden şüphe ettim. İşaret ettikleri varlığın gerçekliğinden demek istiyorum: yani kendimden. Var mıyım? Yoksa sadece bir hayal miyim; yahut bir kâbus mu? Düşüncelerimden çıkardığım en makul cevap: deli olduğum.

Evet, mağarada yazı çiziktiren, dış dünyanın gerçeklerinden habersiz, zavallı bir deliyim. Doktorlar sonradan karalamalarını inceleyebilmek ve bilgiç psikiyatri kitaplarına konu çıkartabilmek için önüne kağıt kalem bırakmış. Öyleyse, durum daha iyi. Bana hatıra gibi gelen bu korkunç kâbusları yaşamaktansa (yaşamış olmaktansa) duvarları kapitone kaplama bir zindanın dibinde zırdelinin teki olmayı yüz bin kere yeğlerdim.

Hatıralar, korkunç hatıralar, keşke sadece hayal olsanız…

Hekimler, usta doktorlar delilik perdemin benden gizlediği ne biliyor musunuz: sizler için yazıyorum. Eğer varsanız, en azından bu saçma sapan sözlerim şahitlere sahip olacak; sempatik ve belki de… beni kısmen anlayacak şahitlere.

Ama yoksanız…

Yanlış yapıyorum, dileğime sahip çıkmam, varolduğunuza inanmam lazım. Aksi takdirde devam edecek cesareti asla bulamam.

Bu yüzden senelerin tüneline yeniden girmem -  yaşadığım, tutarlı düşündüğüm zamanlara dek gitmem gerek. O zamanlar şimdi ne kadar da uzak!

O zamanlar Gérard Dumaurier’dim. Şimdi ise o muyum değil miyim bilmiyorum. Benliğim un ufak oldu, eriyip gitti, felaketlerin koçbaşıyla darmadağın edildi, mental şokların dinamitleriyle parçalandı. Atomlarımın ürkünç bir dünyada kozmik bir yalnızlığın asitiyle ayrıştığını, etrafa saçıldığını hissediyorum.

Bir zamanlar Gérard Dumaurier’dim. Somunun vidaya uyduğu gibi kendi için yaratılmış bir dünyada güvende, yerini yurdunu bulmuş biriydim. Susuzluğum için kafe terasları, giyinmem için terziler, ısınmam için radyotörler, gülümsemem için harika pudralar süren hanımlar vardı. Bugünse… Ama artık bugünü düşünmek istemiyorum. Artık istemiyorum… Yahut henüz hâlâ… Mutlaka bir…


 

Lord Clendennis’in çocuklarının özel öğretmeniydim. Bildiğiniz arpalık[1], o zamanlar böyle derdik. Çok çalışma istemiyordu. Asıl adı Isaac Fungo olan Lord Clendennis, spencervari, aristokratik soyismine rağmen servetini doğrultmuş bir ordu müteahitiydi. Bir baronluk satın almıştı. Bu bugün hâlâ yapılıyor mu? Günümüzde hâlâ lordlar var mı, doktor?... Ne önemi var ki… Eğer deliysem doktorun cevabını anlayamayacak durumdayım demektir. Peki ya değilsem…

Nerede kalmıştım? – Haa, evet! Ratbert ve Charles. Benim iki öğrencimdi. İşim spor yaparlarken, oyun oynarlarken onlara göz kulak olmak, şöyle böyle kafalarına biraz bilgi aşılamaktı. Ratbert hemen hemen on dördündeydi, Charles ise on buçuk yaşındaydı. On buçuk muydu on bir mi? Belki biraz daha fazla, bilemiyorum şimdi… Üçümüz çok gezerdik, senyörlerini, o zamanlar öyle denirdi, pek tasa etmeden. Senyörleri! Ha ha ha… Bir de lady Clendennis vardı, ama ayrılmışlardı. Ona ne oldu bilmiyorum. Galiba bir yerlerde bir villada, Fransız Rivierası’nın azur rengi kavanozunda  salamuraya yatmıştı. Atlantik kıyısını bir ucundan diğerine turlayıp duruyorduk, ki öğrencilerimin keyfine diyecek yoktu. Hollanda, Ostende, ya da Gaskonya körfezi, nadiren de Britanya. Bazen Lord Clendennis, Bask kıyısında bize katılırdı, şimdi adını hatırlayamadığım meşhur bir otelin gazinosu onu hemen kendine çekmekte gecikmezdi.  Bir düşüneyim… Bir savaşın adıyla kafiye yapıyordu, savaş: Austerlitz… Buldum, buldum! Biarritz!! Elena Bubulco’yu orada tanıdım. Romen olduğunu iddia ediyordu. Ama tüm bunların ne önemi var?  Artık ne Romanya, ne Biarritz, ne gazinolar, ne Fransa, ne de başka bir şey var, prehistorik bir mağaranın dibinde bunları karalıyorum, kısala kısala sonu gelmiş bir kurşun kalemle, tesadüfen bulunmuş bir çamaşırcı defterine. Ne zaman mı? Fakat ne zaman olduğundan emin değilim. Belki de bir deliler yurdundayım, başka pek çoğuna yapıldığı gibi, ne yazmışım görmek için bana kağıt kalem verilmiş…  Başka? Öncelikle… kafayı yedim. Yurt veya mağara… Peh!

Hikâyeme geri dönelim. Her halükârda, zihnimi meşgul etmeyi bırakmayacak. Talebelerimin babası, çocuklarının fransızca konuşmasını oldukça önemsiyordu. Nihayetinde fransızcayı ingilizceden daha iyi konuştular. Başka da hemen hiçbir şey bilmiyorlardı. Böylesi daha iyi oldu - çünkü işlerine yarayabilirdi. Savaş zamanı, deniz kıyısında değildik. Charles hükümetinin telaşa düşürdüğü hekimlerin tavsiyeleri doğrultusunda, Lozère’e bağlı ücra bir kasabada yükseklik terapisi yapmaya gittik. Kasabanın adı… Neydi? Şimdi hatırlayamıyorum. Şu kesin ki hava mükemmeldi. Bir prevantoryuma yerleştik, hastalıklarına rağmen bir şekilde yaşamda kalma becerisi göstermiş çocuklardan -kimileri hâlâ yaşadığına göre fazla yadırgamamak lazım- oluşan bir koloni vardı burada.

O zamanlar şimdi ne kadar uzakta… O kasaba ne kadar da uzakta... Başka bir dünyada… Yine de gülünç bir şey var; o kasabayı düşündüğümsıra oraya çok yakın olmalıyım… Yer değiştirmedik, neredeyse hiç. Hep Lozère’deyiz. Yerleşkeye çok yakınız. Ama bununla birlikte artık Lozère diye bir yer yok… Kasaba da. O kadar kaybolmuş ki adını bile hatırlamıyorum. Adlar! Kendiminkini de sonuna kadar hatırlayabilecek miyim? Ben, Gérard Dumaurier…

Gérard Dumaurier! Gérard Dumaurier! Bu adı yüksek sesle tekrar ediyorum, suda boğulan biri bir dala nasıl tutunursa ben de ona öyle, sımsıkı tutunuyorum. Ve daha şimdiden bu ad fazla bir anlam ifade etmiyor. Benliğimin benden kurtulduğunu, eriyip yok olduğunu hissediyorum. Dünyada Gérard Dumaurier diye biri hiç oldu mu? Dünyada hiç biri oldu mu?...

 

Geçen gün yazmaya ara vermem gerekti, düştüğümü hissettiğim uçurum, derinliği git gide artarak önümde açılıyordu. Bilincimde bir oyuk. Bu böyle ne kadar devam etti bilmiyorum. Günler - belki de aylar. Bunu nereden bilebilirim? Günler- doğrusu, bunun ne anlama geldiğini az buçuk biliyorum, ama aylar, aylar! Bu çok karmaşık bir düşünce, ve ona, yaşayanlar içinde galiba sade ben sahibim. Benimle birlikte kimbilir kaç karmaşık ve gereksiz düşünce çürüyüp yok olacak.

Belki hepsi değil, bu kâğıtlar benden sonra yaşamaya devam ederse… Bu boş umut, zaman zaman beni yazmam için cesaretlendiriyor. Yazıyorum –bana geleceğin insanlığı için yazıyormuşum gibi geliyor– gelecekte hâlâ bir insanlık olursa elbette. Tarihçi bir eser meydana getireceğim. Şüphesiz, asla okuru olmayacak bir hikâye.

Yine de bu görev için takım taklavatı fena düzmedim. Eski meşgalelerimin beni çok fazla tarih kitabı okumaya sevk etmiş olmasından başka, eğer şimdiden –he ne kadar hatırlamasam da– bir yığın olay, isim ve tarih varsa bir nedeni de savaştan önceki günlere dair oldukça net bir hafıza muhafaza etmemdir. Her şeye rağmen, başlıca olayları iyi akılda tuttum. Ve dahası, hâlâ belgelerim var. Paha biçilmez, geleceğin müze ve arşivlerinin bekçilerini, yöneticilerini gururdan titretecek belgeler: sandviç sarılan, lekeli, yağlı, yırtık pırtık eski gazeteler; eski konserve kutuları, sardalye salamuraları… Ne var ki şimdi boşlar, ama olmayan bir şeyler daha var, görkemli bir geçmişin, biricik şahitleri…

Yeterince düşünceye daldım. Bugün havanın güzel olmasını ve kanlı canlı hissetmeyi, eskiden olduğu gibi yazmayı, eskinin insanları için yazıyormuş gibi yazmayı, yazdıklarımı anlayabilecek eğitimli, uygar insanlar hâlâ varmış gibi yazmayı diliyorum.

Ama yine de! Yazacaklarım uygarlığın koca çılgınlığının en büyük kanıtı olmayacak de ne olacak! – Fakat bu kadar yeter. Akıl deliliğin zirvesi ise, son derece akıllı olmak istiyorum.


 



[1] İşi az, parası çok iş. (ç.n.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder