4 Nisan 2017 Salı

sandıktan çıkanlar, no:8 | İnsanların Dünyası | Giriş ve 1. Bölüm I

Antione de Saint Exupery
TERRE DES HOMMES
Gallimard, 1939.


İNSANLARIN DÜNYASI

Dostum Henry Guilaumet, bu kitabı sana ithaf ediyorum.

Dünyanın bizler hakkında bizlere öğrettikleri kitaplarınkinden çok daha uzun sürer. Çünkü dünya bize direnir. İnsan bir engel karşında kendini ölçtüğünde kendini keşfeder. Fakat engeli aşmak için bir aygıta ihtiyacı vardır. Örneğin bir rendesi, bir sabanı olması gerekir. Tarlasında köylü, tabiattan gizlerini ufak ufak koparır; sonuçta ortaya çıkardığı gerçek ise evrenseldir. Aynı şekilde, uçak, havayolları aygıtı, insanı  tüm o eski meselelerin içine karıştırır.
Arjantin’e yaptığım ilk gece uçuşumun imgesi daima gözlerimin önünde; sadece ovada dağınık haldeki ışıkların yıldızlar gibi ışıldadığı, zifiri karanlık bir geceydi.
Her bir ışık, o karanlıklar okyanusunda, sanki ayrı bir bilincin sihrine işaret ediyordu. Şu hanede kitap okunuyor, düşüncelere dalınıyor, dört gözle gizlerin açılması bekleniyordu. Başka birinde, belki, uzaya sondaj yapmanın yolları aranıyor, Andromedea takım yıldızı ile ilgili hesaplarla kafa patlatılıyordu. Başka birinde bir seven vardı. Arada sırada hanede yemeğin beklendiğine işaret eden ışıklar da göz kırpıyordu bu arazide. En ölçülü olanlarından, bir şairin, bir öğretmenin ya da bir dülgerin ışığına varıncaya dek nice ışık. Ama bu canlı yıldızların içinde, kim bilir ne çok kapanmış pencere, ne çok sönmüş yıldız, ne çok uykuya dalmış insan vardı...
Onlarla bir araya gelmeyi denemek gerek. Arazide arada bir ortaya çıkan o ışıklardan bir insanla temas kurmayı denemek gerçekten gerekli.



I
Sefer

1926 yılıydı. Sonradan Air-France olan Aeropostale’dan önce Paris-Dakar seferini gerçekleştiren Latécoère Şirketinde stajer pilot olarak henüz işe başlamıştım. Mesleği öğreniyordum. Diğer tüm arkadaşlarım gibi ben de posta pilotluğu yapma şerefine nail olmadan önce acemiliği üzerimden atmaya çalışıyordum. Uçaklarla ilgili çeşit çeşit tâlim ve sınav, Tolouse-Perpignan arası gidip gelmeler, buz gibi bir hangarın en uzak köşesinde insanı çatlatan meteoroloji dersleri... Henüz tanımadığımız İspanya dağlarından duyduğumuz ürküntü, usta pilotlara duyduğumuz saygı içinde yaşayıp gidiyorduk.
Bu bahsettiğim usta pilotlar, onları restoranda bulurduk, asık suratlı, hafif mesafeli olurlar, nasihatlerini hayli üst perdeden verirlerdi. Ve ne zaman ki, Alicante yahut Casablanca’dan vaktinden çok geç dönen biri, saçları yağmurdan sırılsıklam olmuş aramıza katılsa ve içimizden biri çekinerek ona yolculuğunun nasıl geçtiğini sorsa, aldığımız o kısa cevaplar, fırtınalı günler, gözlerimizin önüne tuzaklarla, kapanlarla, pat diye çıkan falezlerle, sedir ağaçlarını bile köklerinden sökebilecek anaforlarla dolu masalsı bir dünya sermeye yeterdi. Kara ejderler vadilerin girişlerini kolluyor, ışıktan demetler zirveleri taçlandırıyordu. Bu ustalar bilgi ve görüleri ile saygımızı daima diri tutarlardı. Fakat kimi zaman, sonsuza dek saygıdeğer kalmak üzere, içlerinden birinin geri dönmediği olurdu.

Corbières sırtlarında hayatını kaybeden Bury’nin dönüşlerinden biri aklımda. Bu eski  pilot restorana henüz gelmiş ortamıza oturmuştu, hiçbir şey demeden yavaşça yemeğini yiyordu, yorgunluktan omuzları hâlâ çökkündü. Hattın bir ucundan diğerine havanın kipkirli olduğu ve dağların pilota, bir eski zaman yelkenlisinde palamarlarından kurtulup güverteyi dövmeye başlayan toplar gibi, o kirin içinde yuvarlanıyormuş gibi geldiği günlerden birinin akşamıydı. Bury’ye bakıyordum, tükrüğümü yuttum ve ona yolculuğunun zorlu geçip geçmediğini sorma cüretini gösterdim. Bury duymuyordu, alnı kırışmış, sandalyesinin üzerinde iyice kamburu çıkmıştı. O zamanlar üstü açık uçaklarda uçuyorduk, hava kötü olduğunda daha iyi görebilmek için ön camdan ileri sarkardınız, bu nedenle rüzgârın şamarları uçuştan sonra da kulağınızda uğuldamaya devam ederdi. Bury en sonunda kafasını kaldırdı, beni anlamış ve yolculuğunu hatırlamış gibi göründü, sonra yüzünde açık bir gülümsemeyle aniden dalgınlaştı. Bu gülümseme beni hayrete düşürdü, zira Bury’nin güldüğü çok nadirdi, bu kısa gülücük şimdi onun yorgunluğuna ışık veriyordu. Zaferiyle ilgili en küçük bir açıklamada bulunmadı, kafasını öne eğdi ve sessizlik içinde lokmasını çiğnemeye devam etti. Fakat sıkış tıkış restoranda, alçakgönüllülükle günün yorgunluğunu atan ufak tefek memurların içinde omuzları düşük bu arkadaş, bana tuhaf bir asalet içindeymiş gibi göründü, kalın ve sert kabuğunun altında adeta ejderi alt eden meleğin görünmesine  izin veriyordu.

Sonunda bir gün benim de havaalanı müdürünün odasına çağrılma sıram geldi. Bana kısaca şöyle sordu:
- Yola yarın mı çıkıyorsunuz?
Dışarı çıkmamı söylemesi için öylece bekliyordum. Fakat bir müddet sessizlikten sonra ekledi:
- Talimatları iyi biliyor musunuz?
Motorlar o zamanlar bugünkiler kadar güvenli değildi. Sık sık, daha ne olduğunu bile anlamadan, kırılan bir yığın kapkacak gürültüsüyle bizi yarı yolda bıraktıkları olurdu. Böylece elinizi İspanya’nın pek de sığınak sağlamayan kayalık kabuğuna teslim ederdiniz. “Motorun gitti mi, ne yazık ki uçağın da gider” derdik. Elbette uçağın yerine yenisi gelir. En başta mühim olan kör gibi kayalıkların üstüne üstüne gitmemektir. Bu nedenle dağlık bölgelerde bulut denizleri içinde uçmayı yasaklayan en ağır yaptırım ve cezalar getirilmişti. Zira bir pilot uçağı arıza yaptığında, pamuk pamuk bulutlar içinde irtifa kaybederken, zirvelerden birine çarpabilirdi.
O akşam o temkinli ve ağır sesin talimatlar üzerinde ısrar etmesi işte bu yüzdendi:
“İspanya’da, bulut denizlerinin üstünde pusula doğrultusunda yol almak oldukça hoştur, çok zevklidir, fakat...
Ses aynı ağırlıkta devam etti:
“... fakat, şunu aklınızdan çıkarmayın: o bulut denizlerinin altı... ebediyettir.
İşte böylece, bulutların üzerine çıkınca keşfettiğimiz o sakin, hayli tekdüze, hayli basit dünya benim için aniden başka bir değer kazandı. Gökyüzünün tatlılığı artık bir tuzak haline geliyordu. O dağınık, devasa, ak pak tuzağı, orada, ayaklarımın altında hayal ediyordum. Aşağıda, sandığınız gibi, ne insanların kıpır kıpır hareketleri, ne gürültü patırtı, ne de şehirde otomobillerin oradan oraya gitmesi hüküm sürüyordu, hüküm süren sadece çok daha mutlak, sürekli bir sessizlik, çok daha belirgin bir sükunetti. Bu beyaz ökse benim için gerçek ve gerçekdışı, bilinen ve bilinmeyen arasında bir sınır haline geliyordu. Ve daha  o andan itibaren, bir kültürün, medeniyetin ya da mesleğin penceresinden bakıldığı takdirde bir manzaranın hiçbir anlam ifade etmediğini idrak ediyordum. Dağadamları da bulut denizlerini biliyordu. Buna rağmen  onlar henüz bu masalsı perdeyi benim gibi keşfetmemişti.

Bürodan çıktığımda çocuksu bir övünç hissetttim. Şafak söktüğünde, bir yolcu yükünden, Afrika postasından sorumlu olma sırası bana gelecekti. Ama övünçle birlikte büyük bir alçakgönüllük de duyuyordum. Kendimi iyi hazırlanmamış gibi hissediyordum. İspanya sığınak sunma konusunda hayli fakirdi; tehlikeli bir arıza karşısında, acil inişe uygun bir alanı nereden bulabiliceğimi  bilmemekten endişeleniyordum. İhtiyacım olan bilgileri vermekte hayli yetersiz kalan, kısır haritaların üzerine eğilmiştim; kalbim ürkeklik ve övünçle dolu halde bu son geceyi dostum Guillaumet ile geçirmek üzere kendimi dışarı attım. Guillaumet benden daha önce yola çıkmıştı. İspanya’nın kilitlerini açacak püf noktaları biliyordu. Ondan bir şeyler öğrenmem şarttı.
Yanına gittiğimde bana gülümsedi:
- Haberi aldım. Nasıl, memnun musun?
Doğrudan gömme dolaba gidip porto şarabı ve kadeh çıkardı, dönüşte hâlâ yüzüme gülümsüyordu:

Bir lambanın ışığı yayması gibi o da çevresine güven yayıyordu; ta kendisi sonradan And sıradağlarını ve Güney Atlantiği boydan boya geçme rekoru kıracaktı. Bu rekorlardan bir kaç yıl evvel, o akşam, ellerini gömleğinin yeninden içeri çekmiş, lambanın altında kollarını kavuşturmuş, yüzünde gülümsemelerin en iç rahatlatıcı gülümsemesiyle, bana kısaca şöyle dedi: “Fırtınalar, sis, kar kimi zaman başına dert olacaktır. Öyle olduğunda tüm bunlarla daha önce karşılaşanları aklına getir ve kendine sadece şöyle de: başkasının bir zaman başardığı, her zaman başarılabilir.” Yine de haritalarımın rulosunu açtım, ve birlikte güzergâhımı biraz daha gözden geçirelim istedim. Lamba ışığında haritaların üzerine eğilmiş, omzum usta pilotun omzuna dayalıyken, okul arkadaşlığına özgü bir huzur duyuyordum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder