Antione de Saint Exupery
TERRE DES
HOMMES
Gallimard, 1939.
İNSANLARIN
DÜNYASI
Dostum
Henry Guilaumet, bu kitabı sana ithaf ediyorum.
Dünyanın bizler
hakkında bizlere öğrettikleri kitaplarınkinden çok daha uzun sürer. Çünkü dünya
bize direnir. İnsan bir engel karşında kendini ölçtüğünde kendini keşfeder. Fakat
engeli aşmak için bir aygıta ihtiyacı vardır. Örneğin bir rendesi, bir sabanı
olması gerekir. Tarlasında köylü, tabiattan gizlerini ufak ufak koparır;
sonuçta ortaya çıkardığı gerçek ise evrenseldir. Aynı şekilde, uçak,
havayolları aygıtı, insanı tüm o eski
meselelerin içine karıştırır.
Arjantin’e yaptığım
ilk gece uçuşumun imgesi daima gözlerimin önünde; sadece ovada dağınık haldeki
ışıkların yıldızlar gibi ışıldadığı, zifiri karanlık bir geceydi.
Her bir ışık, o
karanlıklar okyanusunda, sanki ayrı bir bilincin sihrine işaret ediyordu. Şu hanede
kitap okunuyor, düşüncelere dalınıyor, dört gözle gizlerin açılması
bekleniyordu. Başka birinde, belki, uzaya sondaj yapmanın yolları aranıyor, Andromedea
takım yıldızı ile ilgili hesaplarla kafa patlatılıyordu. Başka birinde bir
seven vardı. Arada sırada hanede yemeğin beklendiğine işaret eden ışıklar da
göz kırpıyordu bu arazide. En ölçülü olanlarından, bir şairin, bir öğretmenin
ya da bir dülgerin ışığına varıncaya dek nice ışık. Ama bu canlı yıldızların
içinde, kim bilir ne çok kapanmış pencere, ne çok sönmüş yıldız, ne çok uykuya
dalmış insan vardı...
Onlarla bir araya
gelmeyi denemek gerek. Arazide arada bir ortaya çıkan o ışıklardan bir insanla
temas kurmayı denemek gerçekten gerekli.
I
Sefer
1926 yılıydı. Sonradan
Air-France olan Aeropostale’dan önce Paris-Dakar seferini gerçekleştiren
Latécoère Şirketinde stajer pilot olarak henüz işe başlamıştım. Mesleği
öğreniyordum. Diğer tüm arkadaşlarım gibi ben de posta pilotluğu yapma şerefine
nail olmadan önce acemiliği üzerimden atmaya çalışıyordum. Uçaklarla ilgili
çeşit çeşit tâlim ve sınav, Tolouse-Perpignan arası gidip gelmeler, buz gibi bir
hangarın en uzak köşesinde insanı çatlatan meteoroloji dersleri... Henüz
tanımadığımız İspanya dağlarından duyduğumuz ürküntü, usta pilotlara duyduğumuz
saygı içinde yaşayıp gidiyorduk.
Bu bahsettiğim usta
pilotlar, onları restoranda bulurduk, asık suratlı, hafif mesafeli olurlar, nasihatlerini
hayli üst perdeden verirlerdi. Ve ne zaman ki, Alicante yahut Casablanca’dan vaktinden
çok geç dönen biri, saçları yağmurdan sırılsıklam olmuş aramıza katılsa ve
içimizden biri çekinerek ona yolculuğunun nasıl geçtiğini sorsa, aldığımız o kısa
cevaplar, fırtınalı günler, gözlerimizin önüne tuzaklarla, kapanlarla, pat diye
çıkan falezlerle, sedir ağaçlarını bile köklerinden sökebilecek anaforlarla
dolu masalsı bir dünya sermeye yeterdi. Kara ejderler vadilerin girişlerini
kolluyor, ışıktan demetler zirveleri taçlandırıyordu. Bu ustalar bilgi ve
görüleri ile saygımızı daima diri tutarlardı. Fakat kimi zaman, sonsuza dek
saygıdeğer kalmak üzere, içlerinden birinin geri dönmediği olurdu.
Corbières sırtlarında
hayatını kaybeden Bury’nin dönüşlerinden biri aklımda. Bu eski pilot restorana henüz gelmiş ortamıza
oturmuştu, hiçbir şey demeden yavaşça yemeğini yiyordu, yorgunluktan omuzları
hâlâ çökkündü. Hattın bir ucundan diğerine havanın kipkirli olduğu ve dağların
pilota, bir eski zaman yelkenlisinde palamarlarından kurtulup güverteyi dövmeye
başlayan toplar gibi, o kirin içinde yuvarlanıyormuş gibi geldiği günlerden
birinin akşamıydı. Bury’ye bakıyordum, tükrüğümü yuttum ve ona yolculuğunun
zorlu geçip geçmediğini sorma cüretini gösterdim. Bury duymuyordu, alnı
kırışmış, sandalyesinin üzerinde iyice kamburu çıkmıştı. O zamanlar üstü açık
uçaklarda uçuyorduk, hava kötü olduğunda daha iyi görebilmek için ön camdan ileri
sarkardınız, bu nedenle rüzgârın şamarları uçuştan sonra da kulağınızda
uğuldamaya devam ederdi. Bury en sonunda kafasını kaldırdı, beni anlamış ve yolculuğunu
hatırlamış gibi göründü, sonra yüzünde açık bir gülümsemeyle aniden dalgınlaştı.
Bu gülümseme beni hayrete düşürdü, zira Bury’nin güldüğü çok nadirdi, bu kısa
gülücük şimdi onun yorgunluğuna ışık veriyordu. Zaferiyle ilgili en küçük bir
açıklamada bulunmadı, kafasını öne eğdi ve sessizlik içinde lokmasını çiğnemeye
devam etti. Fakat sıkış tıkış restoranda, alçakgönüllülükle günün yorgunluğunu
atan ufak tefek memurların içinde omuzları düşük bu arkadaş, bana tuhaf bir asalet
içindeymiş gibi göründü, kalın ve sert kabuğunun altında adeta ejderi alt eden
meleğin görünmesine izin veriyordu.
Sonunda bir gün benim
de havaalanı müdürünün odasına çağrılma sıram geldi. Bana kısaca şöyle sordu:
- Yola yarın mı
çıkıyorsunuz?
Dışarı çıkmamı
söylemesi için öylece bekliyordum. Fakat bir müddet sessizlikten sonra ekledi:
- Talimatları iyi
biliyor musunuz?
Motorlar o zamanlar
bugünkiler kadar güvenli değildi. Sık sık, daha ne olduğunu bile anlamadan,
kırılan bir yığın kapkacak gürültüsüyle bizi yarı yolda bıraktıkları olurdu. Böylece
elinizi İspanya’nın pek de sığınak sağlamayan kayalık kabuğuna teslim
ederdiniz. “Motorun gitti mi, ne yazık ki uçağın da gider” derdik. Elbette
uçağın yerine yenisi gelir. En başta mühim olan kör gibi kayalıkların üstüne
üstüne gitmemektir. Bu nedenle dağlık bölgelerde bulut denizleri içinde uçmayı
yasaklayan en ağır yaptırım ve cezalar getirilmişti. Zira bir pilot uçağı arıza
yaptığında, pamuk pamuk bulutlar içinde irtifa kaybederken, zirvelerden birine
çarpabilirdi.
O akşam o temkinli ve
ağır sesin talimatlar üzerinde ısrar etmesi işte bu yüzdendi:
“İspanya’da, bulut
denizlerinin üstünde pusula doğrultusunda yol almak oldukça hoştur, çok
zevklidir, fakat...
Ses aynı ağırlıkta
devam etti:
“... fakat, şunu
aklınızdan çıkarmayın: o bulut denizlerinin altı... ebediyettir.
İşte böylece,
bulutların üzerine çıkınca keşfettiğimiz o sakin, hayli tekdüze, hayli basit
dünya benim için aniden başka bir değer kazandı. Gökyüzünün tatlılığı artık bir
tuzak haline geliyordu. O dağınık, devasa, ak pak tuzağı, orada, ayaklarımın
altında hayal ediyordum. Aşağıda, sandığınız gibi, ne insanların kıpır kıpır hareketleri,
ne gürültü patırtı, ne de şehirde otomobillerin oradan oraya gitmesi hüküm
sürüyordu, hüküm süren sadece çok daha mutlak, sürekli bir sessizlik, çok daha
belirgin bir sükunetti. Bu beyaz ökse benim için gerçek ve gerçekdışı, bilinen
ve bilinmeyen arasında bir sınır haline geliyordu. Ve daha o andan itibaren, bir kültürün, medeniyetin
ya da mesleğin penceresinden bakıldığı takdirde bir manzaranın hiçbir anlam
ifade etmediğini idrak ediyordum. Dağadamları da bulut denizlerini biliyordu. Buna
rağmen onlar henüz bu masalsı perdeyi
benim gibi keşfetmemişti.
Bürodan çıktığımda
çocuksu bir övünç hissetttim. Şafak söktüğünde, bir yolcu yükünden, Afrika
postasından sorumlu olma sırası bana gelecekti. Ama övünçle birlikte büyük bir
alçakgönüllük de duyuyordum. Kendimi iyi hazırlanmamış gibi hissediyordum. İspanya
sığınak sunma konusunda hayli fakirdi; tehlikeli bir arıza karşısında, acil
inişe uygun bir alanı nereden bulabiliceğimi bilmemekten endişeleniyordum. İhtiyacım olan
bilgileri vermekte hayli yetersiz kalan, kısır haritaların üzerine eğilmiştim;
kalbim ürkeklik ve övünçle dolu halde bu son geceyi dostum Guillaumet ile
geçirmek üzere kendimi dışarı attım. Guillaumet benden daha önce yola çıkmıştı.
İspanya’nın kilitlerini açacak püf noktaları biliyordu. Ondan bir şeyler
öğrenmem şarttı.
Yanına gittiğimde
bana gülümsedi:
- Haberi aldım.
Nasıl, memnun musun?
Doğrudan gömme dolaba
gidip porto şarabı ve kadeh çıkardı, dönüşte hâlâ yüzüme gülümsüyordu:
Bir lambanın ışığı
yayması gibi o da çevresine güven yayıyordu; ta kendisi sonradan And
sıradağlarını ve Güney Atlantiği boydan boya geçme rekoru kıracaktı. Bu
rekorlardan bir kaç yıl evvel, o akşam, ellerini gömleğinin yeninden içeri
çekmiş, lambanın altında kollarını kavuşturmuş, yüzünde gülümsemelerin en iç rahatlatıcı
gülümsemesiyle, bana kısaca şöyle dedi: “Fırtınalar, sis, kar kimi zaman başına
dert olacaktır. Öyle olduğunda tüm bunlarla daha önce karşılaşanları aklına
getir ve kendine sadece şöyle de: başkasının bir zaman başardığı, her zaman
başarılabilir.” Yine de haritalarımın rulosunu açtım, ve birlikte güzergâhımı
biraz daha gözden geçirelim istedim. Lamba ışığında haritaların üzerine
eğilmiş, omzum usta pilotun omzuna dayalıyken, okul arkadaşlığına özgü bir
huzur duyuyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder