5 Nisan 2017 Çarşamba

sandıktan çıkanlar, no:10 | İnsanların Dünyası | Birinci Bölüm | son

Lamba ışığında haritaların üzerine eğilmiş, omzum usta pilotun omzuna dayalıyken, okul arkadaşlığına özgü bir huzur duyuyordum.

Ama o akşam ne tuhaf bir coğrafya dersi aldığımı bilmezsiniz! Guillaumet bana İspanya’yı öğretmiyordu, İspanya’dan bana bir arkadaş yapmıştı. Ne hidrografyadan, ne nüfustan ne de büyükbaş hayvanlardan bahsetti. Bana Kadiz’den değil de şehrin yakınında bir arazinin kenarındaki üç portakal ağacından bahsediyordu: “Bu ağaçlara dikkat et, haritana işaretle...” Böylece bu üç ağaç haritada Sierra Nevada sıradağlarından daha çok yer kaplıyordu. Bana Lorca’dan değil de Lorca yakınlarındaki basit bir çiftlikten bahsediyordu. Faal olan bir çiftlikten. Oradaki çiftçiden. Çiftçinin hanımından... Ve uzayın unuttuğu bu ikili, bizden bin beş yüz kilometre uzakta, haddinden fazla önem kazanıyordu. Yanıbaşlarındaki dağın yamacında, fener muhafızları gibi, yerlerini iyice tutmuş halde yıldızlarının altında insanlara yardım etmeye hazırdılar.
Onların o unutulmuşluklarından, tasavvur bile edilemeyecek gözlerden uzaklıklarından dünyanın hiçbir coğrafyacısının bilmediği detaylar çıkartıyorduk. Zira coğrafyacılar sadece büyük şehirleri sulayan Ebro ırmağıyla ilgileniyordu. Ama Motril’in batısında küme küme otların altına gizlenmiş, otuz kadar çiçeğin geçimini sağlayan o babacan, küçük çay kimsenin umrunda değildi. “Çaydan sakın, arazi bozuksa onun yüzünden... bunun da yerini iyi işaretle.” Ah ah! Motril yılanını gözlerimin önüne getirebilirim! Hiçbir şeye benzemiyordu, cılız mı cılız şırıltısıyla, bir kaç kurbağayı ancak kendine bağlayabilmişti, bununla birlikte dinlenirken bile daima tilki uykusundaydı. Acil iniş bölgesi boyunca, otların arasına uzanmış, iki bin kilometre öteden beni gözetliyordu. İlk fırsatta beni bir alev demetine çevirmekten çekinmezdi...
Ayrıca bir gözüm de geri adım atmadan, tepenin yamacında saldırıya hazır halde bekleyen, o otuz koyundaydı. “Bu otlak boş mu sanıyorsun, hiç de öyle değil. Şu otuz kadar koyun seni teker üstü oturtur...” Ben de böylesine sinsi bir tehdit karşısında dostumu hayranlıkla dinleyerek, gülümsüyordum.
Haritamdaki İspanya usul usul bir peri masalı diyarına dönüşüyordu. Sığınakları ve tuzakları birer çarpı ile işaretliyordum. O çiftliği, otuz koyunu, o çayı şamandıra diker gibi işaretliyor, coğrafyacılar tarafından ihmal edilmiş bir çoban köpeğini esas yerine götürüyordum.
Guillaumet’den ayrıldıktan sonra, soğuk kış gecesinde bir yürüyüş yapma ihtiyacı hissettim. Paltomun yakasını kaldırdım, duygularımı bilmeyen yayalar arasında yürürken, genç bir âşık gibi içim içime sığmıyordu. Kalbimdeki sırrın tanımadığım bu insanların yakınından geçmesine izin verdiğim için böbürleniyordum. O barbarlar da beni tanımıyordu, ama dertleri, ama gelecekle ilgili planları, gün ağardığında bunları posta çuvallarında emanet edecekleri kişi benden başkası değildi. Umutlarını benim ellerime teslim edeceklerdi. Paltoma öyle sarınmış halde, onların içinde hafif yukardan bakarak adım atıyordum, zira hepsi kaygılarımdan bihaberdi.
Benim geceden aldığım mesajların hiçbiri onlara ulaşmıyordu. Zira gecenin ilgilendiği onların değil benim canımdı, bu kar fırtınası belki de benim ilk yolculuğumu berbat etmek için harıl harıl hazırlık yapıyordu. Gezintiye çıkmış tüm o insanlar, yıldızların birer birer söndüğünü nereden bilebilirdi ki? Bundan haberi olan bir bendim. Ve harp öncesi düşmanın aldığı pozisyonlar sadece bana bildiriliyordu...
Bununla birlikte beni ağır bir yükümlülük altına sokan bu emirleri, Yeniyıl hediyelerinin ışıldadığı aydınlatılmış vitrinlerde buluyordum. Dünyanın tüm malı mülkü gecenin içinde bu vitrinlerde sergileniyor gibiydi, bense bunlardan feragat etmenin verdiği kurumlu bir sarhoşluğun tadını çıkartıyordum. Tehdit altındaki bir savaşçıydım ben: akşam eğlenceleri için hazırlanmış göz alıcı kristaller, abajurlar, kitaplar benim ne kadar umrumda olabilirdi ki. Denizin serpintisini daha şimdiden yemiştim, bir posta pilotu olarak, gece uçuşlarının acı meyvesini daha şimdiden tatmıştım.

Beni uyandırdıklarında saat sabahın üçüydü. Tatsız bir edayla tek hamlede panjurları ittim, şehrin üzerine yağmur yağdığını gözlemledim ve ciddiyetle giyindim.
Yarım saat sonra, yağmurdan ışıldayan kaldırımda küçük valizimin üstüne oturmuş, beni alacak omnibüsü bekliyordum. Benden önce ne çok arkadaşım, bu çömezlikten papazlığa geçme gününde, yürekleri hafif daralmış, bu aynı bekleyişten geçmişti. Hurda demir gürültüleri yayan  geçgin araç sonunda ansızın caddenin köşesinde göründü, benden önceki dostlarım gibi, koltukta, henüz tam uyananamamış gümrük memuru ve birkaç bürokrat arasına sıkışma sırası şimdi bana gelmişti. Omnibüs, insanın hayatının kuma saplandığı ve çıkmakta muvaffak olamadığı, eski bir daire, toz bağlamış bir müdüriyet gibi kokuyordu, sanki uzun süre kapalı kalmıştı. Bir sekreter daha, bir gümrükçü daha, bir müfettiş daha almak için her beş metrede bir duruyordu. Çoktan uykuya dalmış olanlar, elinden geldiğince yerleşen ve kendi de derhal uyumaya koyulan yeni gelenin selamına belli belirsiz bir horultuyla karşılık veriyordu. Bu olanlar, Toulouse’un biri diğerini tutmayan döşeme taşları üzerinde gerçekleşiyordu, kederli bir taş arabasında gibiydik; ve posta pilotu, memurların içine karışmış haliyle, ilk bakışta hiç de onlardan ayırdedilmiyordu... Ama sokak lambaları sıra ile geçmekteydi, ama havaalanı yaklaşıyordu, ama bu eski, gümbürtülü omnibüs artık insanın kabuğunu çatlatıp içinden yüzü güzelleşmiş çıkacağı bir krizalitten başka bir şey değildi.
Her bir arkadaşım, böyle bir sabah, kırılgan astlığın altında, üstelik müfettişin hırçınlığını henüz üzerlerinden atamadıkları bir halde, kendi içlerinde İspanya ve Afrika postaları sorumlusunun doğduğunu duymuştu, muhtemelen üç saat sonra şimşekler içinde Hospitalet ejderi ile karşı karşıya gelmiş olacaklardı, dört saat sonra ise bu ejderi yenip, bağımsız bir irade ile, tüm yetkileri kendi üzerlerinde toplamış olarak, deniz üzerinden bir dönüş yahut Alcoy dağ çemberine doğrudan bir baskın arasında karar vereceklerdi, ne de olsa fırtınayla, dağlarla, okyanusla müzakerelerde bulunacak olan onlardı.
Toulouse’un kuru kış göğü altında her bir arkadaş, yine böyle bir topluluğa karışmış, böyle bir sabah her biri kendi içinde, beş saat sonra Kuzeyin yağmurlarını, karlarını geride bırakarak, kışı terkederek, motorun dönme hızını düşürecek ve Alicante’nin göz kamaştıran güneşinin altında, apaydınlık bir gökyüzünde inişe geçecek bir hükümdarın büyüdüğünü duymuştu.
O yaşlı omnibüs kaybolup gitti, fakat sıkışıklığı, konfordan yoksunluğu hafızamda hâlâ capcanlı. Mesleğimizin katıyürekli cilvelerine hazırlanmayı gayet güzel sembolize ediyordu. Orada her şey şaşkınlık verici bir kanaatkârlığa bürünüyordu. Üç yıl sonra, yine aynı omnibüste, sarf edilen hepi topu on kelimeyle, Lecrivain’in ölümünü öğrendim, sisli bir gün yahut gecede sonsuz emekliliğe ayrılan yüz pilot arkadaşa o da katılmıştı.
Yine böyle sabahın üçüydü, karanlıkta yüzü görünmeyen müdürün, müfettişe hitaben sesini yükselttiğini duyduğumuzda omnibüste yine aynı sessizlik hüküm sütüyordu.
- Lecrivain, bu gece Casablanca’ya inmedi.
-Yaa!... diye yanıtladı müfettiş. Eee?
Ve sürmekte olan rüyasından koparılmış olarak, uyanmak için, uyanmaya ne kadar çabaladığını göstermek için bir gayret sarf etti ve ekledi:
- Yaa! Öyle mi? Geçmeyi başaramadı mı? Geri döndü mü?
Karanlık omnibüsün arka koltuğundan kısaca yanıtlandı: “Hayır.” Bu kısa cevabın devamını bekledik. Ancak saniyeler devrildikçe, bu “hayır”ın başka bir kelimeyle devam etmeyeceği bizler için daha da netleşiyordu, bu “hayır”, bu, kesin bir “hayır”dı, Lecrivain Casablanca’ya iniş yapmadığı gibi, bir daha asla başka herhangi bir yere de iniş yapmayacaktı.
Yine aynı sabah, ilk posta uçuşumun şafağında, mesleğin kutsal ritüellerine maruz kalmak sırası bendeydi, camdan dışarı, sokak lambalarının yansıdığı ışıltılı makadama bakarken kendime güvenimi yavaş yavaş kaybettiğimi hissediyordum. Yol kenarı boyunca su birikintilerinin üzerinde rüzgarla savrulan yüksek palmiyelerin birbiri ardına geçtiği görülüyordu. Şöyle düşünüyordum: “İlk posta uçuşum için... hakikaten... hakikaten şanssızım.” Bakışlarımı müfettişe doğru kaldırdım: “Sizce kötü hava bu mudur?” Müfettiş cama çökkün bir bakış attı: “Bu gördükleriniz hiçbir şeyi kanıtlamaz” diye homurdandı en sonunda. Ben de kendime kötü havanın hangi göstergeden anlaşılabileceğini sordum. Önceki gün akşam, Guillaumet, eski pilotların gözümüzü korkutan uğursuz kehanetlerini sade bir gülücükle silivermişti, ama şimdi hepsi birer birer yeniden aklıma geliyordu: “Hattı, noktası noktasına, bilmeyen biri, bir kar fırtınasıyla karşılaşacak olursa, vay haline... gerçekten, vay haline!..” Onlar için prestijlerini korumak gerekli bir şeydi, hafif rahatsız edici bir bakışla yüzümüze uzun uzun bakıp, içimizdeki masum saflığa yanıyorlarmış gibi, kafalarını sallarlardı.

Ayrıca gerçekten de bu omnibus kim bilir kaçımız için son bir sığınak görevi görmüştü? Altmış mı? Seksen mi? Yağmurlu bir sabah, aynı keyifsiz şoför tarafından kim bilir kaçımız havaalanına böyle götürülmüştü? Etrafıma bakıyordum: karanlığın içinde ışıltılı noktalar parlıyordu, sigaralar derin düşünceleri noktalıyordu. Yaşlanmış memurların mütavazi derin düşüncelerini. Bu yol arkadaşları acaba içimizden kaç kişiye veda alaylığı yapmıştı?
Ayrıca alçak sesle birbirlerine açtıkları sırları kulağıma geliyordu. Ana başlıklar hastalıklar, para, aile-içi can sıkıcı gelişmelerdi. Tüm bu dert tasa, bu adamların içine tıkıldığı boğucu hapishanenin duvarlarını aşıyordu. Ve yazgının çehresi birdenbire bana göründü.
Şimdi yanımda oturan yaşlı bürokrat, kimse senin firar etmene yardım etmedi, o halde bundan asla sorumlu tutulamazsın. Sahip olduğun huzuru, termitlerin yaptığı gibi, ışık geçiren her bir boşluğu, yılmak bilmeden, betonla kapatarak inşa ettin. Kendini bir gülle gibi, burjuva güvenli yaşamının, rutinlerinin, taşradan kalma es geçilmez ritüellerin içine yuvarladın, o mütevazi surru rüzgârlara, kabaran dalgalara, yıldızlara karşı yükselttin. Büyük sorunları kendine dert etmeyi hiç mi hiç istemiyorsun, insani durumunu aklından silmek için zaten epey zahmet çektin. Başıboş bir gezegennin vatandışı hiç de değilsin, kendine cevabı olmayan sorular asla sormazsın: Toulouselu küçük bir burjuvasın sen. Halen vakit varken kimseler seni omzundan yakalamadı. Ama şekil verdiğin çamur şimdi kurudu, kaskatı kesildi, içinde olan hiçbir şey bundan böyle müzisyeni yahut şairi yahut bir zamanlar senin içinde ikamet eden astronomu uyandırmakta başarılı olamaz.
Yağmurun yaylım ateşini artık dert etmiyorum. Mesleğin sihri bana şimdi, iki saate varmaz, kara ejderlerin, mavi ışıltılardan saçları olan zirvelerin, karşısına çıkacağım, gece olduğunda ise özgürlüğüne kavuşmuş biri olarak yıldızlara giden güzergâhımı okuyacağım yeni bir dünya açıyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder