Lamba ışığında
haritaların üzerine eğilmiş, omzum usta pilotun omzuna dayalıyken, okul
arkadaşlığına özgü bir huzur duyuyordum.
Ama o akşam ne tuhaf bir coğrafya dersi aldığımı
bilmezsiniz! Guillaumet bana İspanya’yı öğretmiyordu, İspanya’dan bana bir
arkadaş yapmıştı. Ne hidrografyadan, ne nüfustan ne de büyükbaş hayvanlardan
bahsetti. Bana Kadiz’den değil de şehrin yakınında bir arazinin kenarındaki üç
portakal ağacından bahsediyordu: “Bu ağaçlara dikkat et, haritana işaretle...” Böylece
bu üç ağaç haritada Sierra Nevada sıradağlarından daha çok yer kaplıyordu. Bana
Lorca’dan değil de Lorca yakınlarındaki basit bir çiftlikten bahsediyordu. Faal
olan bir çiftlikten. Oradaki çiftçiden. Çiftçinin hanımından... Ve uzayın
unuttuğu bu ikili, bizden bin beş yüz kilometre uzakta, haddinden fazla önem
kazanıyordu. Yanıbaşlarındaki dağın yamacında, fener muhafızları gibi,
yerlerini iyice tutmuş halde yıldızlarının altında insanlara yardım etmeye
hazırdılar.
Onların o unutulmuşluklarından, tasavvur bile
edilemeyecek gözlerden uzaklıklarından dünyanın hiçbir coğrafyacısının bilmediği
detaylar çıkartıyorduk. Zira coğrafyacılar sadece büyük şehirleri sulayan Ebro
ırmağıyla ilgileniyordu. Ama Motril’in batısında küme küme otların altına
gizlenmiş, otuz kadar çiçeğin geçimini sağlayan o babacan, küçük çay kimsenin umrunda
değildi. “Çaydan sakın, arazi bozuksa onun yüzünden... bunun da yerini iyi
işaretle.” Ah ah! Motril yılanını gözlerimin önüne getirebilirim! Hiçbir şeye benzemiyordu,
cılız mı cılız şırıltısıyla, bir kaç kurbağayı ancak kendine bağlayabilmişti, bununla
birlikte dinlenirken bile daima tilki uykusundaydı. Acil iniş bölgesi boyunca,
otların arasına uzanmış, iki bin kilometre öteden beni gözetliyordu. İlk
fırsatta beni bir alev demetine çevirmekten çekinmezdi...
Ayrıca bir gözüm de geri adım atmadan, tepenin
yamacında saldırıya hazır halde bekleyen, o otuz koyundaydı. “Bu otlak boş mu
sanıyorsun, hiç de öyle değil. Şu otuz kadar koyun seni teker üstü oturtur...” Ben
de böylesine sinsi bir tehdit karşısında dostumu hayranlıkla dinleyerek,
gülümsüyordum.
Haritamdaki İspanya usul usul bir peri masalı
diyarına dönüşüyordu. Sığınakları ve tuzakları birer çarpı ile işaretliyordum. O
çiftliği, otuz koyunu, o çayı şamandıra diker gibi işaretliyor, coğrafyacılar
tarafından ihmal edilmiş bir çoban köpeğini esas yerine götürüyordum.
Guillaumet’den ayrıldıktan sonra, soğuk kış gecesinde
bir yürüyüş yapma ihtiyacı hissettim. Paltomun yakasını kaldırdım, duygularımı
bilmeyen yayalar arasında yürürken, genç bir âşık gibi içim içime sığmıyordu. Kalbimdeki
sırrın tanımadığım bu insanların yakınından geçmesine izin verdiğim için böbürleniyordum.
O barbarlar da beni tanımıyordu, ama dertleri, ama gelecekle ilgili planları, gün
ağardığında bunları posta çuvallarında emanet edecekleri kişi benden başkası
değildi. Umutlarını benim ellerime teslim edeceklerdi. Paltoma öyle sarınmış
halde, onların içinde hafif yukardan bakarak adım atıyordum, zira hepsi
kaygılarımdan bihaberdi.
Benim geceden aldığım mesajların hiçbiri onlara
ulaşmıyordu. Zira gecenin ilgilendiği onların değil benim canımdı, bu kar
fırtınası belki de benim ilk yolculuğumu berbat etmek için harıl harıl hazırlık
yapıyordu. Gezintiye çıkmış tüm o insanlar, yıldızların birer birer söndüğünü
nereden bilebilirdi ki? Bundan haberi olan bir bendim. Ve harp öncesi düşmanın
aldığı pozisyonlar sadece bana bildiriliyordu...
Bununla birlikte beni ağır bir yükümlülük altına
sokan bu emirleri, Yeniyıl hediyelerinin ışıldadığı aydınlatılmış vitrinlerde
buluyordum. Dünyanın tüm malı mülkü gecenin içinde bu vitrinlerde sergileniyor
gibiydi, bense bunlardan feragat etmenin verdiği kurumlu bir sarhoşluğun tadını
çıkartıyordum. Tehdit altındaki bir savaşçıydım ben: akşam eğlenceleri için hazırlanmış
göz alıcı kristaller, abajurlar, kitaplar benim ne kadar umrumda olabilirdi ki. Denizin
serpintisini daha şimdiden yemiştim, bir posta pilotu olarak, gece uçuşlarının
acı meyvesini daha şimdiden tatmıştım.
Beni uyandırdıklarında saat sabahın üçüydü. Tatsız
bir edayla tek hamlede panjurları ittim, şehrin üzerine yağmur yağdığını
gözlemledim ve ciddiyetle giyindim.
Yarım saat sonra, yağmurdan ışıldayan kaldırımda
küçük valizimin üstüne oturmuş, beni alacak omnibüsü bekliyordum. Benden önce
ne çok arkadaşım, bu çömezlikten papazlığa geçme gününde, yürekleri hafif
daralmış, bu aynı bekleyişten geçmişti. Hurda demir gürültüleri yayan geçgin araç sonunda ansızın caddenin köşesinde
göründü, benden önceki dostlarım gibi, koltukta, henüz tam uyananamamış gümrük
memuru ve birkaç bürokrat arasına sıkışma sırası şimdi bana gelmişti. Omnibüs,
insanın hayatının kuma saplandığı ve çıkmakta muvaffak olamadığı, eski bir
daire, toz bağlamış bir müdüriyet gibi kokuyordu, sanki uzun süre kapalı
kalmıştı. Bir sekreter daha, bir gümrükçü daha, bir müfettiş daha almak için her
beş metrede bir duruyordu. Çoktan uykuya dalmış olanlar, elinden geldiğince
yerleşen ve kendi de derhal uyumaya koyulan yeni gelenin selamına belli
belirsiz bir horultuyla karşılık veriyordu. Bu olanlar, Toulouse’un biri
diğerini tutmayan döşeme taşları üzerinde gerçekleşiyordu, kederli bir taş
arabasında gibiydik; ve posta pilotu, memurların içine karışmış haliyle, ilk
bakışta hiç de onlardan ayırdedilmiyordu... Ama sokak lambaları sıra ile
geçmekteydi, ama havaalanı yaklaşıyordu, ama bu eski, gümbürtülü omnibüs artık
insanın kabuğunu çatlatıp içinden yüzü güzelleşmiş çıkacağı bir krizalitten
başka bir şey değildi.
Her bir arkadaşım, böyle bir sabah, kırılgan
astlığın altında, üstelik müfettişin hırçınlığını henüz üzerlerinden
atamadıkları bir halde, kendi içlerinde İspanya ve Afrika postaları
sorumlusunun doğduğunu duymuştu, muhtemelen üç saat sonra şimşekler içinde
Hospitalet ejderi ile karşı karşıya gelmiş olacaklardı, dört saat sonra ise bu
ejderi yenip, bağımsız bir irade ile, tüm yetkileri kendi üzerlerinde toplamış
olarak, deniz üzerinden bir dönüş yahut Alcoy dağ çemberine doğrudan bir baskın
arasında karar vereceklerdi, ne de olsa fırtınayla, dağlarla, okyanusla
müzakerelerde bulunacak olan onlardı.
Toulouse’un kuru kış göğü altında her bir arkadaş,
yine böyle bir topluluğa karışmış, böyle bir sabah her biri kendi içinde, beş
saat sonra Kuzeyin yağmurlarını, karlarını geride bırakarak, kışı terkederek,
motorun dönme hızını düşürecek ve Alicante’nin göz kamaştıran güneşinin
altında, apaydınlık bir gökyüzünde inişe geçecek bir hükümdarın büyüdüğünü duymuştu.
O yaşlı omnibüs kaybolup gitti, fakat sıkışıklığı,
konfordan yoksunluğu hafızamda hâlâ capcanlı. Mesleğimizin katıyürekli
cilvelerine hazırlanmayı gayet güzel sembolize ediyordu. Orada her şey şaşkınlık
verici bir kanaatkârlığa bürünüyordu. Üç yıl sonra, yine aynı omnibüste, sarf
edilen hepi topu on kelimeyle, Lecrivain’in ölümünü öğrendim, sisli bir gün
yahut gecede sonsuz emekliliğe ayrılan yüz pilot arkadaşa o da katılmıştı.
Yine böyle sabahın üçüydü, karanlıkta yüzü
görünmeyen müdürün, müfettişe hitaben sesini yükselttiğini duyduğumuzda
omnibüste yine aynı sessizlik hüküm sütüyordu.
- Lecrivain, bu gece Casablanca’ya inmedi.
-Yaa!... diye yanıtladı müfettiş. Eee?
Ve sürmekte olan rüyasından koparılmış olarak, uyanmak
için, uyanmaya ne kadar çabaladığını göstermek için bir gayret sarf etti ve
ekledi:
- Yaa! Öyle mi? Geçmeyi başaramadı mı? Geri döndü
mü?
Karanlık omnibüsün arka koltuğundan kısaca
yanıtlandı: “Hayır.” Bu kısa cevabın devamını bekledik. Ancak saniyeler
devrildikçe, bu “hayır”ın başka bir kelimeyle devam etmeyeceği bizler için daha
da netleşiyordu, bu “hayır”, bu, kesin bir “hayır”dı, Lecrivain Casablanca’ya
iniş yapmadığı gibi, bir daha asla başka herhangi bir yere de iniş
yapmayacaktı.
Yine aynı sabah, ilk posta uçuşumun şafağında,
mesleğin kutsal ritüellerine maruz kalmak sırası bendeydi, camdan dışarı, sokak
lambalarının yansıdığı ışıltılı makadama bakarken kendime güvenimi yavaş yavaş
kaybettiğimi hissediyordum. Yol kenarı boyunca su birikintilerinin üzerinde
rüzgarla savrulan yüksek palmiyelerin birbiri ardına geçtiği görülüyordu. Şöyle
düşünüyordum: “İlk posta uçuşum için... hakikaten... hakikaten şanssızım.”
Bakışlarımı müfettişe doğru kaldırdım: “Sizce kötü hava bu mudur?” Müfettiş
cama çökkün bir bakış attı: “Bu gördükleriniz hiçbir şeyi kanıtlamaz” diye
homurdandı en sonunda. Ben de kendime kötü havanın hangi göstergeden
anlaşılabileceğini sordum. Önceki gün akşam, Guillaumet, eski pilotların
gözümüzü korkutan uğursuz kehanetlerini sade bir gülücükle silivermişti, ama
şimdi hepsi birer birer yeniden aklıma geliyordu: “Hattı, noktası noktasına,
bilmeyen biri, bir kar fırtınasıyla karşılaşacak olursa, vay haline...
gerçekten, vay haline!..” Onlar için prestijlerini korumak gerekli bir şeydi, hafif
rahatsız edici bir bakışla yüzümüze uzun uzun bakıp, içimizdeki masum saflığa
yanıyorlarmış gibi, kafalarını sallarlardı.
Ayrıca gerçekten de bu omnibus kim bilir kaçımız
için son bir sığınak görevi görmüştü? Altmış mı? Seksen mi? Yağmurlu bir sabah,
aynı keyifsiz şoför tarafından kim bilir kaçımız havaalanına böyle götürülmüştü?
Etrafıma bakıyordum: karanlığın içinde ışıltılı noktalar parlıyordu, sigaralar
derin düşünceleri noktalıyordu. Yaşlanmış memurların mütavazi derin
düşüncelerini. Bu yol arkadaşları acaba içimizden kaç kişiye veda alaylığı
yapmıştı?
Ayrıca alçak sesle birbirlerine açtıkları sırları
kulağıma geliyordu. Ana başlıklar hastalıklar, para, aile-içi can sıkıcı
gelişmelerdi. Tüm bu dert tasa, bu adamların içine tıkıldığı boğucu hapishanenin
duvarlarını aşıyordu. Ve yazgının çehresi birdenbire bana göründü.
Şimdi yanımda oturan yaşlı bürokrat, kimse senin
firar etmene yardım etmedi, o halde bundan asla sorumlu tutulamazsın. Sahip
olduğun huzuru, termitlerin yaptığı gibi, ışık geçiren her bir boşluğu, yılmak
bilmeden, betonla kapatarak inşa ettin. Kendini bir gülle gibi, burjuva güvenli
yaşamının, rutinlerinin, taşradan kalma es geçilmez ritüellerin içine
yuvarladın, o mütevazi surru rüzgârlara, kabaran dalgalara, yıldızlara karşı
yükselttin. Büyük sorunları kendine dert etmeyi hiç mi hiç istemiyorsun, insani
durumunu aklından silmek için zaten epey zahmet çektin. Başıboş bir gezegennin
vatandışı hiç de değilsin, kendine cevabı olmayan sorular asla sormazsın:
Toulouselu küçük bir burjuvasın sen. Halen vakit varken kimseler seni omzundan
yakalamadı. Ama şekil verdiğin çamur şimdi kurudu, kaskatı kesildi, içinde olan
hiçbir şey bundan böyle müzisyeni yahut şairi yahut bir zamanlar senin içinde ikamet eden astronomu uyandırmakta başarılı olamaz.
Yağmurun yaylım ateşini artık dert etmiyorum.
Mesleğin sihri bana şimdi, iki saate varmaz, kara ejderlerin, mavi ışıltılardan
saçları olan zirvelerin, karşısına çıkacağım, gece olduğunda ise özgürlüğüne
kavuşmuş biri olarak yıldızlara giden güzergâhımı okuyacağım yeni bir dünya
açıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder