11 Nisan 2017 Salı

Alexandre Dumas | Eppstein Şatosu | III

Gösterilen yere oturdum. Söylediğim gibi, açlık ve susuzluktan ölüyordum, bu nedenle önümdekileri anında mideye indirdim. Bununla birlikte, bana sunulan herşey, iki hizmetiçimin akşam yemeğindeki paylarını azaltmış olsam da mükemmeldi. Şarap en iyi Bordeaux, Bourgogne ve Rhin bağlarındandı.
Bu esnada yaşlı adam, beni kabul etme biçimlerinden dolayı bin bir özür dilemekle meşguldü.
Onu gerdiğini düşündüğüm bu endişesinden uzaklaştırmak, aynı zamanda merakımı gidermek için, efendisinin kim olduğunu sordum, acaba artık şatoda yaşamıyor muydu?
—  Efendimin adı, diye yanıtladı, Kont Everard d’Eppstein’dir ve bu ismi taşıyan kontların sonuncusudur. Şatoda yaşadığı gibi, yirmi senedir buradan dışarı çıkmamıştır. Büyük değer verdiği bir kişinin hastalığı Viyana’ya çağırılmasına neden oldu. Altı gün önce yola çıktı, ne zaman geleceğini bilmiyoruz.
—  Fakat, diyerek devam ettim, buraya on beş dakika mesafedeki şu çok kendi başına, çok şirin ve çiçeklerle çevrilmiş kulübe de neyin nesi, sizce şatoyla aralarında büyük bir tezatlık yok mu?
—  Kont Everard’ın gerçek evi orası, diye cevapladı yaşlı adam. Sahipleri çoktan öldü, ve sonuncusunun ölümünden beri, ki o av bekçisi Jonathas’tı, kontumuz bu evi kendisine ayırdı. Günlerini orada geçirir ve şatoya sadece uyumak için geri döner. Ayrıca bu akşam gördüğünüz gibi, ki buna yarın daha iyi karar verebilirsiniz, zavallı şato harabeye dönmüş bir durumda, kızıl oda dışında burada oturulabilecek bir tek oda bile kalmadı.
—  Peki ya kızıl oda?
—  Eppstein kontlarının babadan oğla geçen odası; bu odada doğdular, ve bu odada öldüler, Kontes Eléonore’dan kont Maximilien’e kadar.
Yaşlı adamın bu kelimeleri telaffuz ederken sesini alçalttığını ve gerçek bir endişeyle çevresine bakındığını fark ettim. Yine de bunun üzerinde durmadım ve ona yeni sorular yöneltmedim. Kafamın içinde bu şiirsel ve tuhaf konuyu evirip çeviriyordum, şatosunda yalnız başına yaşayan son Eppstein kontu, belki onun ölümünden sonra, şato da yıkılacaktı.
Yemeği bitirmiştim, açlık ve susuzluğum nihayet yatışmıştı, uyuma ihtiyacı bir emir gibi kendini hissettirmeye başlamıştı. Böylece ayağa kalktım ve şatoya beni nezaketle kabul eden uşaktan beni odama götürmesini rica ettim.
Bana bu sorum üzerine biraz telaşlanmış gibi geldi, dili dolaştı, hemen hemen anlaşılmaz aflar dileyerek sonunda isteğimi yerine getirmeyi kabul etti:
—  Elbette Mösyö Le Kont, beni takip edin.
Onu takip ettim. Neredeyse sahibi kadar yemek yediği için bayram eden Fido, yine ateşin karşısına kurulmuştu ve homurdanarak ayağa kalktı ve adımlarını sıklaştırdı.
Yaşlı adam beni birinci kısma, yani ilk başta girdiğim yere götürdü; yatağa beyaz ince çarşaflar örtülmüştü.
—  Ama bayım, bana kendi odanızı veriyorsunuz.
—  Bundan dolayı sizden özür dilerim Mösyö le Kont, diye cevapladı, sesimin yükselmesine şaşırarak, ama tüm şatoda kalınabilecek durumda başka bir oda yok.
—  Siz ve karınız, siz nerede uyuyacaksınız?
—  Yemek salonunda, büyük koltuklarda yatacağız.
—  Bunu kabul edemem, diyerek bağırdım. Koltukta uyuyacak biri varsa o da benim.Yatağınızı alın, ya da bana başka bir oda gösterin.
—  Fakat, Mösyö Le Kontumuz lütfederler ki, şatoda kalınabilecek durumda başka bir oda olmadığını söylemiş bulunmaktayım, fakat bir oda dışında...
—  Hangi oda dışında? diye sordum.
—  Kont Everard’ın odası dışında, şu bahsettiğim kızıl oda.
—  Kontun orada uyuyamayacağını gayet iyi biliyorsun, diye sesini yükseltti karısı.
İkisine de gözlerimi diktim. Bakışlarını aşağıya indirdiler, güç bir durumda oldukları aşikârdı. O ana kadar karşılaştığım her şey karşısında duyduğum merak doruğa ulaşmıştı.
—  Peki neden imkansız? diye sordum. Kontunuz bu konuda bir yasak mı getirdi?
—  Hayır, Mösyö Le Kont.
—  Kont Everard odasında bir yabancı yatsa, size  kızar mı?
—  Sanmıyorum.
—  O halde bu imkansızlığın sebebi nedir? Ve hakkında konuşurken ürktüğünüz bu gizemli kızıl odada ne var?
—  Şey, Mösyö Le Kont...
Durup karısına baktı, omzunun bir hareketiyle ona şöyle diyora benziyordu: “İstersen sen söyle, hanım.”
—  Ee?... diye üsteledim, bekliyorum, hadi söyleyin.
—  O oda perili, Mösyö Le Kont.
İyi yürekli adam benimle Almanca konuştuğu için yanlış duyduğumu sandım.
—  Bunu nasıl söylersiniz dostum, diye sordum ona.
—  Orada, dedi karısı, hortlaklar var... İşte olan biten bu.
—  Hortlaklar mı, diye bağırdım! Vallahi mi! Eğer mesele buysa sevgili iyi yürekli dostum, her zaman bir hortlak görmeyi arzu etmişimdir. O korkunç oda konusunda benimle zıtlaşmanızı anlıyorum, fakat sizi temin ederim ki geceyi orada geçirmeyi çok isterim.
—  Mösyö Le Kont, bu kadar ısrar etmeden önce lütfen iyi düşünün.
—  Amaan!.. Herşeyi düşündüm. Ayrıca tekrar ediyorum, bir hayaletle temas kurmayı gerçekten çok isterim.
—  Bu Kont Maximilien’e hiç de iyi gelmemişti.
—  Kont Maximilien belki ölülerden korkan bir mizaca sahipti; ama ben öyle değilim, mezarlarından çıkıyorlarsa, bu birilerini korumak ya da cezalandırmak için, bundan eminim. Ama bir ölünün beni cezalandırmak için mezarından çıkacağını aklım hiç almıyor, zira tüm hayatımda bana atfedilecek herhangi bir kötülüğe sebep olduğumu hatırlamıyorum. Eğer, bunun aksine, bu beni korumak için olursa, böylesine iyi bir niyet adına bana görünen gölgeden korkmak için hiçbir nedenim olamaz.
—  Ama bu imkansız, dedi karısı.
—  Yine de mösyö bunu mutlaka istiyorsa... diye araya girdi kocası.
—  Bunu asla istemiyorum, dedim, asla böyle bir şey istemek gibi bir hakkım olamaz. Eğer böyle bir hakkım olsa size bunu bildirir ve yerine getirmenizi isterdim. Fakat benim durumumda, bunu sizden rica ediyorum.
—  Öyleyse?, diye sordu karısı.
—  Öyleyse, Mösyö’nün arzusunu yerine getirelim. Kont her zaman ne demiştir bilirsin:
“Misafir efendinin efendisidir.”
—  Pekala, dedi hanım kocasına, ama bir şartla: yatağı hazırlamaya benimle birlikte gelirsin. Dünyanın tüm altınlarını verseler yine de oraya tak başıma gitmem.
—  Memnuniyetle, diye cevapladı kocası. Mösyö, biz hazırlıkları tamamlayıncaya kadar burada ya da yemek salonunda beklesin.
—  Gidebilirsiniz dostlarım, bekliyorum.
Böylece iki hizmetçi, koca önde hanımı arkada, ellerine birer mum alarak odadan çıktı. Ateşin kenarında düşünceler içinde bekledim.
Gençliğimde, eski şatolarda kayıp yolcuların başına gelen benzer hikayelerin anlatıldığını binlerce kez duymuştum, ve bunlara kanmayarak gülerek geçmiştim, benim için fantastiklerdi o kadar; yine de endişemi gizleyemeyeceğim, böyle bir hikayenin kahramanı olma sırası bana gelmiş olabilirdi. Rüya görmediğimi anlamak için kendimi çimdikliyordum. Olağanüstü bir durum içinde olduğumu kendime anlatmak için etrafıma bakındım. Ve bundan şöyle bir sonuç çıkardım, bu eski şatonun içindeydim ve karanlığın içinde şatonun, karanlık ve soğuk devasa kadavrasını şöyle böyle görebilmiştim. Gökyüzü yeniden açılmıştı ve ayışığı çatıları gümüş gibi kaplıyordu. Her şey sessizdi, sanki her şey ölü gibiydi, avlunun bir köşesinde sadece kara gövdesi seçilebilen ağacın dalları arasına saklanmış bir gecekuşunun keskin sesi gecenin sessizliğini bozan tek şeydi.
Bulunduğum şato eski gelenekler ve efsanelere fazlasıyla uyuyordu. Ya sözü edilen hayalet bana eziyet ederse diye düşündüm, geliş nedeni belki de kötülük yapmak olacaktı. Wilhelm’in Lénore’u götürdüğü şatonun görünümü şüphesiz geceyi geçireceğim yerden daha fantastik değildi.
Rüyada görmediğimden ve gerçek bir yerde yürüdüğümden gayet emin olsam da, iki ihtiyarın odasına girdim: kadın çoktan geri gelmişti, hizmetini yerine getirmek için acele ediyordu; kocası ateşi yakmak için yukarıda kalmıştı.
Birdenbire yine bir zil sesi duyuldu. Elimde olmadan içim titredi.
—  Bu da ne, diye sordum.
—  Haa, bu mu, bir şey değil, diye cevapladı karısı, kocam, her şey hazır diye bana haber veriyor.
—  Mösyö Le Kont’u merdiveni başına götüreceğim, kocam sizi yukarısında bekliyor olacak.
—  O halde hadi gidelim, dedim canlılıkla, şu meşhur kızıl odayı görmek için sabırsızlandığımdan emin olabilirsiniz.
Yaşlı kadın eline bir mum alıp önde yürüdü. Onu takip ettim, bu yer değiştirmelerden hiçbir şey anlamayan Fido, üçüncü kez ateşin başından ayrılarak, peşimize düştü. Ne olur ne olmaz diye tüfeğimi de yanıma aldım.
Daha önce yemek salonuna gittiğimiz koridordaydık. Sadece solumuza gideceğimiz  yerde, sağa döndük ve artık Fransa’daki kral şatolarında ya da kamu binalarında görülmeyecek kadar büyük, parmaklıkları taştan bir merdivenin başına geldik. Yaşlı hizmetçi merdivenin sonunda beni bekliyordu.
Sanki devler için yapılmışa benzeyen basamakları çıktım; sonra yaşlı adam, bana yol gösterdi, ve meşhur kızıl odaya girdi. Onu takip ettim.
Ocakta büyük bir ateş yanıyordu, şöminenin üzerindeki üç kollu iki şamdan yakılmıştı, bununla birlikte, ilk bakışta, odanın devasa büyüklüğünü anlayamamıştım.
Yaşlı adam bana bir ihtiyacım olup olmadığını sordu, cevabım olumsuz olunca, geri çekildi. Kapının ardından kapandığını gördüm, uzaklaşan adımlarını duydum; sonra bu gürültü yitip gitti, sonunda kendimi bir başıma bulduğum gibi sessizlik içinde de kalmıştım.
Kapıya diktiğim bakışlarımı odaya çevirdim, dediğim gibi içeriyi ilk bakışta tam anlamıyla seçememiştim, burayı tüm detayıyla incelemekte kararlıydım. Böylece şamdanlardan birini alıp araştırmama başladım.
Kızıl oda ismi, XVI. y.y’a ait duvar halılarından geliyordu, bunlara kızıl renk hakimdi; rönesans tarzında görüşmeler, Büyük İskender’in savaşları tasvir edilmişti; XVIII. y.y’da altınla sırmalanmış büyük ahşap panolarla çerçevelenmişlerdi, bu çerçevelerin bazı kısımları halen parlak ve ışıltılıydı, öyle ki mumların ışığını yansıtıyorlardı.

Kapının solunda, büyük bir yatak vardı üzerine bir Eppstein kontunun armalarının işlendiği bir gölgelik kurulmuştu, bu gölgelik büyük damalı perdelerden meydana geliyordu. Yatağın perdeleri ve gölgeliğin yaldızlı işlemeleri yirmibeş yıl kadar önce yenilenmiş olmalıydı. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder