22 Nisan 2017 Cumartesi

13 Nisan 2017 Perşembe

Balzac'ın romanında "Lemoine Davası"*

Pastiches et Mélanges
-Pastişler ve Seçme Yazılar-
Marcel PROUST
Gallimard, 1919


LEMOINE DAVASI[1]



[Bu yazının pdf ve epub versiyonunu Archive.org'tan indirebilirsiniz.]


BİR BALZAC ROMANINDA


1907’nin son aylarından birinde, Paris aristokrasisi kaymak tabakasının (mösyö Talleyrand’ın deyimiyle, doğa biliminden Roger Bacon’un piskoposu ve hükümdarı olduğu, Avrupa’nın o en parlak kalburüstü takımının) bir süredir hücum ettiği Espard Markizi “hengâme”lerinden birinde, Marsay Rastignac, Vandenesse kontu Felix, Rhétoré ve Grandliue dükleri, kont Adam Laginski, mösyö Octave de Camp ve Lord Dudley, markizin kıskançlığını uyandırmadan, Cadignan prensesinin etrafında daire olmuşlardı. Rakiplerinin en göz alıcı süsler olacağını bile bile evini seçkinler için bir uğrak mekânı haline getirme gereksiniminden, takıp takıştırmaya duyduğu merakı, kibrini, hatta aşkını feda etmek zorunda kalması, acaba aslında ev sahibesinin – dünyevi başarının bu Mont-Carmel rahibesinin — faziletlerinden biri olamaz mı? Tam da bir azizeye yaraşan bir davranış değil mi bu? Yoksa kendisi, elde etmesi hayli pahalıya patlayan şu sosyal cennetteki payını hak etmiyor mu? Markiz, – Navarreinlerin, Lenancourtların, Chaulieuların müttefiki Blamont-Chauvry’den soylu bir genç hanım – her yeni gelene, Claude Bernard’ı saymazsak çağımızın en büyük bilgini, aynı zamanda Lavater’in öğrencisi olmuş Desplein’in, incelemesi için kendisine uzatılmış eller içinde en derinlikle ölçülüp biçilmişi olduğunu bildirdiği narin elini uzatıyordu. Derken kapı büyük romancı Daniel d’Arthez’in önünde açıldı. Sadece aynı anda hem Lavoisier’in hem de - organik kimyanın kurucusu - Bichat’nın dehasına sahip manevi dünyası geniş bir fizikçi büyük adamların adımlarındaki o özel tınıyı oluşturan elementleri ayrıştırmakta başarılı olabilir. Arthez’in adımlarındaki tınıyı duyduğunuzda titremeden yapamazdınız. Sadece soylu bir deha ya da büyük bir kanun kaçağı bu şekilde yürüyebilirdi. Oysa deha, geçmişin âdetlerine karşı işlenen, zamanımızın, suçun kendisine göre çok daha katı bir biçimde cezalandırdığı bir çeşit suç değil midir, bu sebeptendir ki bilginler artık zindanlardan daha beter hastanelerde can veriyor.
Athénais, en yakın arkadaşının elinden çalmak için fırsat kolladığı aşığın burada evinde boy göstemesine sevinmemişti. Ama renk vermeden, yüksek sosyeteden hanımların kalbinize bir hançer sapladıkları anda bile muhafaza ettikleri o akıl almaz soğukkanlılıkla prensesin elini sıktı. Ve ona,
— Mösyö d’Arthez geldiği için sizin adınıza sevindim, sevgili dostum, dedi. Kendisi epey şaşıracak, zira sizin burada olacağınız aklına gelmezdi.
— Mösyö Rubempré’yi burada bulacağını ummuştur şüphe yok ki, onun yeteneğine hayrandır, diye yanıtladı Diane; alayların en iğneleyicisini gizleyen sevimli bir dudak büzmeyle, zira madam Espard’ın kendisini terk ettiği için Lucien’i affetmediği herkes tarafından biliniyordu.
— Yaa öyle mi, meleğim, diye yanıtladı markiz şaşkın bir rahatlıkla, buradaki insanlara engel olamayız, Lucien, küçük Esgrignon ile aynı kaderi paylaşmak zorunda, diye ekledi; prenses için her kelimesi bıktırıcı birer iğneleme olan sözlerindeki kötücüllüğe orada bulananları da karıştırarak. (Antikalar Odası’na bakınız)
 — Mösyö Rupempré hakkında mı konuşuyorsunuz, diye araya girdi, mösyö Nueil’in ölümünden beri insan içine çıkmamış, taşrada uzun süredir yaşayan insanlara özgü bir alışkanlıkla, yeni öğrendiği bir havadisle Parislileri şaşırttığında bayram edecek vikontes Beauséant. "Onun Clotilde de Grandlieu ile nişanlandığını biliyor muydunuz?"
Herkes vikontese susmasını işaret etti, madam Sérizy’nin hâlâ habersiz olduğu bu evlilik onu ümitsizliğe sürükleyebilirdi.
— Duyalı çok oldu, ama yanlış bir evlilik olabilir, diye yeniden söze başladı vikontes; tam olarak ne sakarlık yapmış olabileceğini anlamadan, bu kadar ispatlayıcı davrandığına pişman olmuştu.
— Söyledikleriniz beni şaşırtmadı, diye ekledi, zira Clotilde’in çekicilikten nasibini bu denli az almış birisine tutulmasını hayretle karşılamıyorum.
— Tam aksi, kimse sizinle aynı fikirde değil Claire, diye sesini yükseltti prenses; kendilerini dinleyen kontes Sérizy’i göstererek.
Madam Sérizy ile Lucien’in ilişkisi hakkında tamamiyle bilgisiz olduğundan vikontes bu sözlerden hemen hiçbir şey anlamamıştı.
— Çekici değil, diyerek sözlerini yumuşatmayı denedi, çekici değil... en azından genç bir kız için.
— Bir düşünün, diye bağırdı d’Arthez, Faubourg Saint-Germain hizmetçilerine özgü bir hareketsizlikle önünde bekleyen, “ateş” lakaplı Beaudenord’un meşhur uşağı Paddy’e (Prenses Cadignan’ın Sırları’na bakınız) paltosunu vermeden önce. "Evet, bir düşünün," diye tekrar etti uzun boylu adam, büyük düşünürlerin, yüksek tabakanın üstü kapalı ikliyüzlülüğü ile yüz yüze kaldıklarında gülünç bulunan o coşkusu ile.
— Ne oluyor? Ne düşünmemiz lâzım, diye sordu Marsay hafif alayla, Felix de Vandenesse’e ve Galathion prensine o çifte anlamlı bakışı atarak; MADAM ile çok uzun zamandır yakın dostluğu olanlara özgü, hakiki bir ayrıcalıktı bu.
Kalın olursa! dedi içi içine sığmayan baron de Nucingen, şaşalı sözlerin yardımıyla kendilerine has bir tarzı oldukları ve Maxim de Traillesların, Marsayların ağzıyla konuştukları havası verdiklerine inanan sonradan görmelerin o korkunç bayağılığı ile, ensen kalın olursa, Meclis’te fakir fukaranın gerçek koruyucusu olursun![2]
(Ayrıca ünlü yatırımcının, d’Arthez’e kin beslemek için özel sebepleri vardı; Arthez, Esther’in eski aşığı, karısını - Goriot’nun küçük kızı - Diane Maufrigneuse’ün evine kabul ettirmek için boş yere çabalarken ona yeterince destek olmamıştı.)
 — E-hem, ö-höm, monsenyörleri düşünmem gereken tam olarak nedir söylerlerse bundan büyük mutluluk duyarım.
— Hiç, diye yanıtladı d’Arthez bekletmeden, sözüm markize.
Bu öyle haince iğneleyici bir tonda söylenmişti ki, en densiz elçilik sekreterlerimizden Paul Morand’ın şöyle mırıldanmasına neden oldu: "Bizden çok daha güçlü!" Alaya alındığını hisseden baronun sırtına bir soğukluk yürüdü. Madam Firmiani, Polonya endüstrisinin şaheserlerinden pantufleleri içinde terliyordu. D’Arthez az önce sahnelenen ve ancak Paris hayatının pek derinlikle sunabileceği (bu da taşranın Fransa’ya neden oldukça az devlet adamı kazandırdığını açıklıyor) komediyi fark etmemiş gibi göründü, güzel Nègrepelisse’te duraklamadan, en büyük engelleri alt edebilecek (güzel ruhlar için kalbin engelleri ile boy ölçüşebilecek engel var mıdır?) o korkunç soğukkanlılıkla doğrudan Madam Sérizy’e yöneldi:
— Madam, kısa bir süre önce elmas üretiminin sırrı keşfedildi.
— İşte buna definenin  üstüne oturmak denir, diye bağırdı bu haberle gözleri kamaşan baron.
— Fakat ben önceden de üretiliyor sanıyordum, diye yanıtladı Léontine naifçe.
Sağbeğeni sahibi bir hanım olarak madam de Cadignan, oradaki burjuvalar kimya hakkındaki bilgilerini bönce etrafa saçtıkları bir laf tantanasına giriştiklerinde, tek kelime etmekten sakındı. Ancak Madam de Sérizy, Diane’nın gözlerinde, kontesi tamamiyle içine alan soylu bir bakış varken, büyük bir cehaleti açığa çıkartan cümlesini henüz bitirmemişti. Bu bakışı resmetmeyi sadece Rafael başarabilirdi. Ve bunu başarabilseydi, tuvalleri içinde en göze çarpanı olan ve alimler katında onu André del Sarto’dan daha üstün bir seviyeye koyan, meşhur Fornarina’sınının, karşısına koyabilecek bir eser meydana getirmiş olurdu.

Takip edecek ve az önce anlattığımız sahnenin giriş bölümü mahiyetinde faydalı olabilecek dramı anlayabilmek için bir kaç açıklayıcı cümle gerekiyor. 1905 senesinin sonunda Fransa ve Almanya arasındaki ilişkilere korkunç bir gerilim hakim olmuştu. Gerek II. Guillaume Fransa’ya gerçekten savaş ilan etmeyi tasarladığından, gerekse İngiltere ile olan ittifakımızı bozmak için böyle bir kanı uyandırmaktan başka gayesi olmadığından Almanya büyükelçisi geri çağrılma mektuplarını Fransız hükümetine takdim etme emrini aldı. Dolayısıyla seferberliğin kapıda olduğu haberini alan finans kralları borsada fiyatlar düşecek umudu ile hava oyunu oynamaya başladı. Borsada hatırı sayılır meblağlar kaybedildi. Bütün bir gün boyunca, Parislilerin ancak öğleden sonra saat dörtte duyduğu, şansölye Delcassé’nin görevden alındığı haberini, bakan arkadaşı Marsay’dan gizlice öğrenen banker Nucingen’e çok düşük fiyata aldığı ve o zaman bu zamandır elinde tuttuğu hazine bonoları satıldı.
Baldızını baştan çıkarmak istediği Tillet (Bir Havva Kızı’na bakınız), Florine’n aşığı olmasına rağmen, ona Borsa hakkında yalan haber yaptırıncaya kadar savaşın ihtimaline dahi inanmayan Raoul Nathan, artık gazetesinde ne pahasına olursa olsun barışı savunuyordu.
Döneminin Napolyon’dan sonra en güçlü adamı Mareşal Montcornet’nin, tarihçiler tarafından uzun bir süre bilinmeyen müdahelesi olmasa Fransa’nın yıkıcı bir savaşa girmesine ramak kalmıştı. Böylece Napolyon, saltanatının en büyük fikri, İngiltere’ye çıkartma yapma planını bir türlü hayata geçiremedi. Napolyon, Montcornet bu iki isim arasında gizemli bir çeşit benzerlik yok mu? Gizli bir bağ ile birbirlerine bağlı olmadıklarını söylemekte temkinli davranırdım. Tüm büyük meseleleri anlamayı denemeden bunlara kuşkuyla yaklaştıktan sonra zamanımızın varacağı yer belki de Leibniz’in önceden-kurulu uyumudur. Dahası, İngiltere’de devasa elmas işinin başındaki adamın adı Werner’di, Julius Werner, Werner! Size de bu isim tuhaf bir biçimde Ortaçağ’ı akla getiriyormuş gibi gelmiyor mu? Bu ismi duyar duymaz, Marguerite ile ya da onsuz, kimyasallar erittiği kaplarına eğilen Faust gözlerinizin önüne gelmiyor mu? Felsefe taşı fikrine delâlet etmiyor mu bu? Werner! Julius! Werner! İki harf değiştirin ve karşınızda Werther’i bulun! Werther Goethe’nindir.
Lemoine’dan faydalanan bu Julius Werner, yaver giden bir talihin kılavuzluk ettiği, adları Geoffroy Saint-Hilaire, Cuvier, Korkunç İvan, Büyük Pierre, Şarlman, Berthollet, Sphalanzani, Volta olan olağanüstü dediğimiz o adamlardandı. Şartları değiştiriverin onların da sonu Mareşal d’Ancre, Balthazar Cleas, Pugatchef, Le Tasse, Motte kontesi ya da Vautrin gibi olur. Fransa’da hükümetin mucitlere verdiği buluş belgesinin kendi başına bir değeri yoktur. Bizde büyük her türlü endüstriyel girişimi kötürümleştiren sebebi de bunda aramak gerekir. Devrimden önce, Sechardlar, o basım devleri, Angoulème’de hâlâ ahşap matbaa makineleri kullanıyordu ve Cointet kardeşler ikinci matbaa beratını almakta kararsızdı. (Kayıp Hayaller’e bakınız.) Şüphe yok ki Lemoine’nin kendisini tutuklamaya gelen jandarmalara verdiği yanıtı çok az kişi anlayabilmiştir. "Ne ? Avrupa beni terk mi ediyor?" diye bağırdı sahte mucit derin bir dehşet içinde. Akşam olduğunda yayılan bu söz bakan Rastignac’ın seçkinler çevresinde pek göze çarpmadı.
— Bu adam acaba çıldırmış mı? dedi şaşkın Granville kontu.
Dava vekili Bordin’in eski yardımcısı gayet tabii ki bu davada savcılık adına söz almak zorundaydı, zira ortanca kızının banker du Tillet ile evlenmesiyle, Vandanesselerle ortkalığının kendisine kaybettirdiği yeni hükümet çevresindeki saygınlığını bir süredir tekrar kazanmaya başlamıştı, v.s. v.s.





1] Aradan geçen on yılda Lemoine’ın, gerçeğe aykırı bir biçimde, elmas üretmeyi keşfettiğini ve Beersin başkanı sir Julius Werner’den bir milyondan fazlasını kopartarak, onun şikayeti üzerine 6 Temmuz 1909da altı yıla mahkum edildiğini belki de unutmuşsunuzdur. Ceza mahkemesinin bu önemsiz fakat vaktiyle kamuoyunu cezbetmiş davası bir akşam tarafımca, tamamen tesadüfen, belli sayıda yazarın tarzını taklit etmeyi deneyeceğim parçaların yegâne teması olarak seçildi. Küçük de olsa pastişler hakkında açıklama yaparak bunların etkisini azaltma rizki ile karşı karşıya kalıyoruz, haklı gururları incitmekten kaçınmak adına pastişi yapılmış yazarın  sadece kendi aklınca değil, zamanının dili ile de konuşuyor saydığımızı hatırlatmak isterim. Örneğin Saint Simone’daki iyi yürekli adam, iyi yürekli kadın kelimeleri aynı samimi ve koruyucu anlamı bugün hiç de taşımıyor. Hatıralarında Saint-Simon, sonsuz bir saygı beslediği, Chaulnes dükü için rahatça iyi yürekli adam Chaulnes der ve pek çok kişi için aynı tâbiri kullanır. (M.P)

[2]Maxim de Trailles, Henri de Marsay, Balzac'ın İnsanlık Komedyasında çokça boy gösteren kahramanlar; Proust burada kibarlaşma çabasındaki baronun repliklerini Balzac'ın kahramanlarında yer yer kullandığı aksanlı bir konuşma stiliyle vermiş. (ç.n.)


* Balzac pastişiyle, Lemoine Davası'ndaki hazır çevirilerim sona erdi; sıradaki yazarlar, Edmond de Goncourt, Michelet, Emile Faguet, Ernest Renan ve Saint-Simon; fırsat buldukça kalan kısımları çevirip yayınlayacağm. (k.e.)

Sandıktan çıkanlar, No: 15 | Proust pastişleri Balzac'la devam ediyor



Honore de Balzac | çizim: Félix Vallotton



12 Nisan 2017 Çarşamba

Sandıktan çıkanlar, no:14 | Léo Malet | 120, Rue de la Gare | ilk sayfalar*

120, RUE DE LA GARE
120, Gar  Caddesi
Léo MALET
EDITIONS DE S.E.P.E, 1943


 

GİRİŞ
 ALMANYA

İsimleri anons edip insanları içeri almak, adıyla pek uyuşmasa da Baptiste Cormier’e tıpa tıp uyan bir işti. Bu adam - adını hesaba katmayacak olursak - tam da bir uşağın inceliğine sahipti.

Ancak şimdi son haline kıyasla bu inceliği biraz kaybetmişti. Sırtı kapı kasasına yaslanmış, bakışları aşağıda, eski bir kibrit çöpüyle ön dişlerini karıştırıyordu. Ansızın ayıklama işini bıraktı.
— Achtung! diye bağırıp kendine çekidüzen verdi.
Konuşmalar kesildi. Yerlerinden oynayan bankların, sürünen postalların gürültüsüyle ayağa kalkıp hazrola geçtik. Aufnahme Şefi evraklarını almak üzere buraya gelmişti.
— Rica ederim, dedi sert bir sesle.
Elini alnına götürüp kısaca selamladı ve büro olarak kullandığı masasına kuruldu. Vereceğimiz ifadeyi kafamızda evirip çevirmeye devam ediyorduk. Kayıt işlemleri başlamadan önce on beş dakikada ancak sıraya girebildik.
Şef bir an, için tasnif ettiği kâğıtlardan kafasını kaldırıp doğruldu, ıslık çalmaya başladı. Ezgi gittikçe keskinleşti. Bu bize söyleyeceği bir şeyler olduğu anlamına geliyordu. Sustuk ve ne diyeceğini anlamak için yüzümüzü ona çevirdik.
Bir müddet Almanca konuştuktan sonra tercüman bize söylediklerini izah etti.
Şef, anlaşıldığı üzere işimizle ilgili talimatları bildirmekteydi. Bunun dışında, bir önceki gün sayıları bir hayli çok olan esirlerin kayıtları yapılırken gösterdiğimiz sabır için bize teşekkür ediyordu. Bu hızla devam edilirse işlemlerin yarın ya da öbür gün bitmesini umuyordu. Çektiğimiz sıkıntıyı telafi etmek adına hepimize birer tabaka sigara verilecekti.
Bir sevinç uğultusu yükseldi. Tercümanın işaretiyle, Cormier dişleriyle uğraşmayı bırakıp kapıyı açtı :
— Sırayla ilk 20 kişi.
Baraka boyunca dizilmiş bir yığın adamdan bir grup çözüldü, çivili postalların ağır adımlarıyla bizden uzaklaştılar. İşlemler başlıyordu.
Beni bir masanın başına diktiler. Görevim bir gün önce Fransa’dan gelen yoldaşlarıma yığınla soru sormaktı. Her kişiye tek sayfalık birer kâğıt ayrılmıştı. Her kâğıt sırasıyla 9 masada tur atıyor en sonunda da indeksi gösteren KGF fişiyle damgalanıyordu. Son fişleri dolduran bir Belçikalıydı, işi benimkine göre daha karışık ve zahmetliydi. Bir ara benden yavaşlamamı istedi. Kan ter içinde kalmıştı.
Yerimden ayrılıp, Cormier masaya kayıt için yeni bir adam gönderinceye kadar dışarıda toprakta ayaklarımı dinlendirdim.
Temmuzdaydık. Hava güzeldi. Tatlı bir güneş kuru toprağa hafifçe işliyordu. Doğudan yumuşak bir rüzgâr esiyordu. Gözetleme kulesindeki nöbetçi ileri geri mekik dokurken tüfeğinin namlusu güneş ışığında parlıyordu.
Bir süre sonra masama geri döndüm. Az sonra yakacağım pipomu hevesle hazırlamaya koyuldum. Belçikalı biraz rahatlamıştı. Şimdi işimize yeniden başlayabilirdik.
Çakımla “Schreibstube” kurşun kalemini açtım, önüme bir fiş çektim. Kafamı kaldırmadan,
— Sıradaki arkadaş, adın nedir, diye sordum.
— Bilmiyorum.
Bu, sessiz bir şekilde söylenmişti.
Merakla, bana bu beklenmedik cevabı veren adamı süzdüm.
İriyarı biriydi, zayıf fakat enerjik yüzlüydü, kırkından fazla göstermiyordu. Başının önündeki kellik ve kaba sakalı ona kaygılı bir hava veriyordu. Sol yanağında çirkin bir yara izi vardı. Artık kullanılmaz durumda olan kepini bir aptal gibi ellerinin arasında sıkıştırırken kavgacı bir köpek gibi bakışlarını üzerimizde gezdiriyordu. Kamuflajındaki kırmızı-siyah arma 6. istihkâm taburuna aitti.
— Ne demek, bilmiyorum.
— Bilmiyorum.
— Ya evrakların?
Dalgınca başını salladı.
— Onları kayıp mı ettin?
— Belki... Bilmiyorum.
— Burada arkadaşın var mı?
Birden tedirginleşti, bıyıkları titredi.
— Ben... Bilmiyorum.
O sırada masalardan birinde bekleyen ve bir an için bile kulağını bizden ayırmayan serseri kılıklı genç bir çocuk yanıma geldi.
— Huysuzun teki, dedi eğilerek (sesi tırmalanan bir kara tahta gibiydi, belalı bir tip olduğunu kanıtlamak istercesine dudaklarını sıkarak konuşuyordu), manyağın tekidir. Kafayı yiyeli bir ay oluyor. Çürüğe ayrılıp özgür olacağım diye dümen yapıyor.

….

* Bu bir kaç sayfa okul harici yaptığım ilk çevirilerden, orjinal metni Dil-Tarih kütüphanesinin deposunda bulmuştum, sayfaları henüz açılmamış bir S.E.P.E baskısıydı :) (k.e.)

11 Nisan 2017 Salı

Hayalet Piyano | Max Jacob

Le Piano Fantome
Max JACOB
Le Roi de Béotie - Beotie’nin Kralı başlıklı romandan
Editions de la Nouvelle Revue Français (NRF), 1921.



HAYALET PİYANO



Yeşillikler içindeki villalar ve küçük kasabalar Guichin yöresinde yirmi kilometre boyunca her yere serpişmiştir. Yazın yollar epey canlanır. Bisikletlerin  yanında yabancı arabalar boy gösterir: tayyare görüldüğü bile olmuştur! Bir ırmağın, ki Fransa’nın en sevimlilerindendir,  kenarı boyunca şatolar yükselir; şato ahalisi kanolarda balık avlar ya da küçük kayık yarışları düzenler.
Kırın güneşin altında uykudaymış gibi göründüğü bir Pazar sabahı, iki adam Guichin’e 18 km kala büyük X. yolunda sendeleyerek ilerlemekteydi. Orgçu Proche ve yardımcısı Péronneau. Orgçu aynı zamanda çalgı yapıp satan Proche yazlıkçı Guichinlilere ve geçici olarak orada bulunan yabancılara piyano kiralıyordu; her sabah piyanolarını akord etmek için kıra giderdi; müşterilerine  yetişemeyecek olduğunda Péronneau’yu yanına alırdı. Bunlar daima sarhoş gezen  ama bunu müşteri topluluklarına çaktırmayacak yeteneğe de sahip olan, bir kez yola düştüler mi çılgınlıkların ve şansonların neşesi ile eğlenmekten kendilerinden geçen esmer iki kısa boylu adamdı. Çoğu zaman gidecekleri yere yürüyerek giderlerdi, zira yolcu arabası ile yapacakları dönüş yolunun parasını kabarelerde yemiş olurlardı.
“Sayın rektörüm[1], huzurunuzdan haşa ama, hızlı yürümeyin! Hızlı yürümeyin! Çok hızlı yürüyorsunuz!”
– Ee napacaktım ya, benim yiğit Proche’um! O gelemeyen sizdiniz değil mi?! Geçen Pazar, akşam duasında göremedim sizi! Galiba artık sizi orgçu olarak yanımızda tutamayacağız.
– Sayın rektörüm, siz de gayet iyi görüyorsunuz ki çok hızlı yürüyorsunuz, ama durduğunuza göre… Bi tek atmalık bir şeyler çıkmaz mı sizden. Bizde kuruş kalmadı da.
– Ben, sarhoşluğa teşvik etmek, hayatta olmaz. Buyrun dört kuruş, ama bilin ki liyakatsizlik denir buna.
Bir handa içmeye başladılar, içerde arabası kapının önünde bekleyen bir de balık satıcısı vardı. Proche ve Péronneau balık satıcısına gerçek bir flüt ve düdük resitali verdi: zira ceplerinde her zaman bir kaç enstrüman bulunurdu. Ayrıca eğlendirici hikâyeler anlattılar: 'kontra do'sunu kaybeden piyanistin hikâyesi, delirten diyapazon ve de repertuarlarından binlercesi. Heyecanlanan balık satıcısı onları bırakmak istemedi: “Nereye gidiyorsunuz? Z***ye gitmiyor musunuz, siz?” Proche ve Péronneau derhal Z***’de bir kontesin piyanosunun akortsuz olduğunu hatırladı. Sabah güneşinde yola çıktılar. Yüksek arabaya gelişigüzel bağlanmış balık sepetleri yerlerinde zıplıyordu; Proche ve Péronneau “Ne istemiştiniz?” ve “Neye bulaştım ben böyle?” hikayelerini anlatıyordu. Barberin kontesinin şatosuna vardılar, karşılıklı durup yüzlerine üflediler, pek de alkol kokmadıklarına kanaat getirince ana kapıyı çaldılar. Kapı kapalıydı. Parktan dolaştılar fakat buradaki kapı da iki tur zincir ve koca bir asma kilitle kilitlenmişti. Bunun üzerine Proche bir nağra attı:
“Anasını sattığımın haydutları! Piyanom bana lazım! Beş yüz ederi var iki yüze almıştım; yirmi franklarını da vermeyeceğim, yok yahu on beşe kiralamıştım. Duvardan atlayacağım, ama onu bulabilecek miyim, kim bilir ne halde, akortluydu da.”
Ustasından daha az sarhoş olan Péronneau duvarın oldukça yüksek olduğunu gözlemleyebilmişti, kamyon olmadığından taşıyamayacaklarına göre piyanoyu yerinden kaldırmanın da pek bir yararı olmayacaktı.
“Karışma! Derdin ne senin!? Ben sanki sırtımda taşımaya hevesliyim! Satacağım piyanoyu. Satacağım onu! Bu muhitte satamazsam, başka yerde satarım. Taşımaya şareta[2] bulamayacağımızı mı sanıyorsun... Bir sigara yakayım. Ne?! İtiraz mı ediyorsun? Karışma! Derdin ne senin! Bu duvarın arkasında bir piyanom var benim. Benim mi değil mi, evet mi hayır mı; benimse satmaya da hakkım var demektir. Git de bana bir şareta bul, yoksa sekiz günlüğünü alır basit bir balık satıcısıymışsın gibi yollanırsın. Ulan tütünüm bitmiş! Olsun, kontes Barberin’in piyanosunu sattığımda bize şehre dönünceye yetecek kadar tütünümüz, hem de kıyılmış tütünümüz olacak. Git de şareta bul, bir iki tane de merdiven, iki tane olması bir tane olmasından daha iyi olur elbette.
– Sabahın köründe kime satacaksınız piyanoyu, patron?
– Karışma! Derdin ne senin! Ticari faaliyetler  ne zamandan beri astların idaresinde?
– Astlar mı, ben mi?... Astı da yapıştırdınız bize!
– Ağlama ağlama, gel gidiyoruz. Sixtine şapelinin aşağısında villa inşaatı var. Şeytan habitimizin kuyruğundan yakalamazsa, oradan dört merdiven iki de şareta çıkartmak isterim.
Öğlen olduğunda akortçu ve yaveri bir katmerli zakkum yığının içine yuvarlanmış, duvarın diğer tarafında birer adet şareta ve merdiveni unutarak derin bir uykuya dalmışlardı. Köpek havlamaları ve yaklaşan bir adamın sövüp saymaları ile uyandılar.
“Tam da ayine gideceğim vakit, serserilerin istilasına uğramışız iyi mi! Ne halt ediyorsunuz burada, size diyorum size!
– Ne dedin! Bırak da uyuyum. Karışma! Derdin ne senin! Ne istiyorsun benden!
– Hemen buradan tozlayın yoksa jandarma çağırırım.
– Af buyrun, mösyö! Madam Kontes Barberin’in piyanosunu akort etmeye geldik biz, malikanenin güzelliğinden büyülenip, otların içinde uykuya dalmışız.
– Piyano mu? Haa tamam! Siz mösyö Proche musunuz? Ama madam Proche da bu sabah onu almaya geldi, sulh yargıcının karısına satacakmış. Hatta satmış olmalı, sanırım elli franka!
– Vay alçak!



--bitti---








[1] Papaz okulu müdürü.
[2] İki ya da üç kişinin çektiği oklu küçük araba. 

Sandıktan çıkanlar; no:13 | Hayalet Piyano | Max Jacob

Max Jacob | Fotoğraf: Carl Van Vechten (1934)

Alexandre Dumas | Eppstein Şatosu | III

Gösterilen yere oturdum. Söylediğim gibi, açlık ve susuzluktan ölüyordum, bu nedenle önümdekileri anında mideye indirdim. Bununla birlikte, bana sunulan herşey, iki hizmetiçimin akşam yemeğindeki paylarını azaltmış olsam da mükemmeldi. Şarap en iyi Bordeaux, Bourgogne ve Rhin bağlarındandı.
Bu esnada yaşlı adam, beni kabul etme biçimlerinden dolayı bin bir özür dilemekle meşguldü.
Onu gerdiğini düşündüğüm bu endişesinden uzaklaştırmak, aynı zamanda merakımı gidermek için, efendisinin kim olduğunu sordum, acaba artık şatoda yaşamıyor muydu?
—  Efendimin adı, diye yanıtladı, Kont Everard d’Eppstein’dir ve bu ismi taşıyan kontların sonuncusudur. Şatoda yaşadığı gibi, yirmi senedir buradan dışarı çıkmamıştır. Büyük değer verdiği bir kişinin hastalığı Viyana’ya çağırılmasına neden oldu. Altı gün önce yola çıktı, ne zaman geleceğini bilmiyoruz.
—  Fakat, diyerek devam ettim, buraya on beş dakika mesafedeki şu çok kendi başına, çok şirin ve çiçeklerle çevrilmiş kulübe de neyin nesi, sizce şatoyla aralarında büyük bir tezatlık yok mu?
—  Kont Everard’ın gerçek evi orası, diye cevapladı yaşlı adam. Sahipleri çoktan öldü, ve sonuncusunun ölümünden beri, ki o av bekçisi Jonathas’tı, kontumuz bu evi kendisine ayırdı. Günlerini orada geçirir ve şatoya sadece uyumak için geri döner. Ayrıca bu akşam gördüğünüz gibi, ki buna yarın daha iyi karar verebilirsiniz, zavallı şato harabeye dönmüş bir durumda, kızıl oda dışında burada oturulabilecek bir tek oda bile kalmadı.
—  Peki ya kızıl oda?
—  Eppstein kontlarının babadan oğla geçen odası; bu odada doğdular, ve bu odada öldüler, Kontes Eléonore’dan kont Maximilien’e kadar.
Yaşlı adamın bu kelimeleri telaffuz ederken sesini alçalttığını ve gerçek bir endişeyle çevresine bakındığını fark ettim. Yine de bunun üzerinde durmadım ve ona yeni sorular yöneltmedim. Kafamın içinde bu şiirsel ve tuhaf konuyu evirip çeviriyordum, şatosunda yalnız başına yaşayan son Eppstein kontu, belki onun ölümünden sonra, şato da yıkılacaktı.
Yemeği bitirmiştim, açlık ve susuzluğum nihayet yatışmıştı, uyuma ihtiyacı bir emir gibi kendini hissettirmeye başlamıştı. Böylece ayağa kalktım ve şatoya beni nezaketle kabul eden uşaktan beni odama götürmesini rica ettim.
Bana bu sorum üzerine biraz telaşlanmış gibi geldi, dili dolaştı, hemen hemen anlaşılmaz aflar dileyerek sonunda isteğimi yerine getirmeyi kabul etti:
—  Elbette Mösyö Le Kont, beni takip edin.
Onu takip ettim. Neredeyse sahibi kadar yemek yediği için bayram eden Fido, yine ateşin karşısına kurulmuştu ve homurdanarak ayağa kalktı ve adımlarını sıklaştırdı.
Yaşlı adam beni birinci kısma, yani ilk başta girdiğim yere götürdü; yatağa beyaz ince çarşaflar örtülmüştü.
—  Ama bayım, bana kendi odanızı veriyorsunuz.
—  Bundan dolayı sizden özür dilerim Mösyö le Kont, diye cevapladı, sesimin yükselmesine şaşırarak, ama tüm şatoda kalınabilecek durumda başka bir oda yok.
—  Siz ve karınız, siz nerede uyuyacaksınız?
—  Yemek salonunda, büyük koltuklarda yatacağız.
—  Bunu kabul edemem, diyerek bağırdım. Koltukta uyuyacak biri varsa o da benim.Yatağınızı alın, ya da bana başka bir oda gösterin.
—  Fakat, Mösyö Le Kontumuz lütfederler ki, şatoda kalınabilecek durumda başka bir oda olmadığını söylemiş bulunmaktayım, fakat bir oda dışında...
—  Hangi oda dışında? diye sordum.
—  Kont Everard’ın odası dışında, şu bahsettiğim kızıl oda.
—  Kontun orada uyuyamayacağını gayet iyi biliyorsun, diye sesini yükseltti karısı.
İkisine de gözlerimi diktim. Bakışlarını aşağıya indirdiler, güç bir durumda oldukları aşikârdı. O ana kadar karşılaştığım her şey karşısında duyduğum merak doruğa ulaşmıştı.
—  Peki neden imkansız? diye sordum. Kontunuz bu konuda bir yasak mı getirdi?
—  Hayır, Mösyö Le Kont.
—  Kont Everard odasında bir yabancı yatsa, size  kızar mı?
—  Sanmıyorum.
—  O halde bu imkansızlığın sebebi nedir? Ve hakkında konuşurken ürktüğünüz bu gizemli kızıl odada ne var?
—  Şey, Mösyö Le Kont...
Durup karısına baktı, omzunun bir hareketiyle ona şöyle diyora benziyordu: “İstersen sen söyle, hanım.”
—  Ee?... diye üsteledim, bekliyorum, hadi söyleyin.
—  O oda perili, Mösyö Le Kont.
İyi yürekli adam benimle Almanca konuştuğu için yanlış duyduğumu sandım.
—  Bunu nasıl söylersiniz dostum, diye sordum ona.
—  Orada, dedi karısı, hortlaklar var... İşte olan biten bu.
—  Hortlaklar mı, diye bağırdım! Vallahi mi! Eğer mesele buysa sevgili iyi yürekli dostum, her zaman bir hortlak görmeyi arzu etmişimdir. O korkunç oda konusunda benimle zıtlaşmanızı anlıyorum, fakat sizi temin ederim ki geceyi orada geçirmeyi çok isterim.
—  Mösyö Le Kont, bu kadar ısrar etmeden önce lütfen iyi düşünün.
—  Amaan!.. Herşeyi düşündüm. Ayrıca tekrar ediyorum, bir hayaletle temas kurmayı gerçekten çok isterim.
—  Bu Kont Maximilien’e hiç de iyi gelmemişti.
—  Kont Maximilien belki ölülerden korkan bir mizaca sahipti; ama ben öyle değilim, mezarlarından çıkıyorlarsa, bu birilerini korumak ya da cezalandırmak için, bundan eminim. Ama bir ölünün beni cezalandırmak için mezarından çıkacağını aklım hiç almıyor, zira tüm hayatımda bana atfedilecek herhangi bir kötülüğe sebep olduğumu hatırlamıyorum. Eğer, bunun aksine, bu beni korumak için olursa, böylesine iyi bir niyet adına bana görünen gölgeden korkmak için hiçbir nedenim olamaz.
—  Ama bu imkansız, dedi karısı.
—  Yine de mösyö bunu mutlaka istiyorsa... diye araya girdi kocası.
—  Bunu asla istemiyorum, dedim, asla böyle bir şey istemek gibi bir hakkım olamaz. Eğer böyle bir hakkım olsa size bunu bildirir ve yerine getirmenizi isterdim. Fakat benim durumumda, bunu sizden rica ediyorum.
—  Öyleyse?, diye sordu karısı.
—  Öyleyse, Mösyö’nün arzusunu yerine getirelim. Kont her zaman ne demiştir bilirsin:
“Misafir efendinin efendisidir.”
—  Pekala, dedi hanım kocasına, ama bir şartla: yatağı hazırlamaya benimle birlikte gelirsin. Dünyanın tüm altınlarını verseler yine de oraya tak başıma gitmem.
—  Memnuniyetle, diye cevapladı kocası. Mösyö, biz hazırlıkları tamamlayıncaya kadar burada ya da yemek salonunda beklesin.
—  Gidebilirsiniz dostlarım, bekliyorum.
Böylece iki hizmetçi, koca önde hanımı arkada, ellerine birer mum alarak odadan çıktı. Ateşin kenarında düşünceler içinde bekledim.
Gençliğimde, eski şatolarda kayıp yolcuların başına gelen benzer hikayelerin anlatıldığını binlerce kez duymuştum, ve bunlara kanmayarak gülerek geçmiştim, benim için fantastiklerdi o kadar; yine de endişemi gizleyemeyeceğim, böyle bir hikayenin kahramanı olma sırası bana gelmiş olabilirdi. Rüya görmediğimi anlamak için kendimi çimdikliyordum. Olağanüstü bir durum içinde olduğumu kendime anlatmak için etrafıma bakındım. Ve bundan şöyle bir sonuç çıkardım, bu eski şatonun içindeydim ve karanlığın içinde şatonun, karanlık ve soğuk devasa kadavrasını şöyle böyle görebilmiştim. Gökyüzü yeniden açılmıştı ve ayışığı çatıları gümüş gibi kaplıyordu. Her şey sessizdi, sanki her şey ölü gibiydi, avlunun bir köşesinde sadece kara gövdesi seçilebilen ağacın dalları arasına saklanmış bir gecekuşunun keskin sesi gecenin sessizliğini bozan tek şeydi.
Bulunduğum şato eski gelenekler ve efsanelere fazlasıyla uyuyordu. Ya sözü edilen hayalet bana eziyet ederse diye düşündüm, geliş nedeni belki de kötülük yapmak olacaktı. Wilhelm’in Lénore’u götürdüğü şatonun görünümü şüphesiz geceyi geçireceğim yerden daha fantastik değildi.
Rüyada görmediğimden ve gerçek bir yerde yürüdüğümden gayet emin olsam da, iki ihtiyarın odasına girdim: kadın çoktan geri gelmişti, hizmetini yerine getirmek için acele ediyordu; kocası ateşi yakmak için yukarıda kalmıştı.
Birdenbire yine bir zil sesi duyuldu. Elimde olmadan içim titredi.
—  Bu da ne, diye sordum.
—  Haa, bu mu, bir şey değil, diye cevapladı karısı, kocam, her şey hazır diye bana haber veriyor.
—  Mösyö Le Kont’u merdiveni başına götüreceğim, kocam sizi yukarısında bekliyor olacak.
—  O halde hadi gidelim, dedim canlılıkla, şu meşhur kızıl odayı görmek için sabırsızlandığımdan emin olabilirsiniz.
Yaşlı kadın eline bir mum alıp önde yürüdü. Onu takip ettim, bu yer değiştirmelerden hiçbir şey anlamayan Fido, üçüncü kez ateşin başından ayrılarak, peşimize düştü. Ne olur ne olmaz diye tüfeğimi de yanıma aldım.
Daha önce yemek salonuna gittiğimiz koridordaydık. Sadece solumuza gideceğimiz  yerde, sağa döndük ve artık Fransa’daki kral şatolarında ya da kamu binalarında görülmeyecek kadar büyük, parmaklıkları taştan bir merdivenin başına geldik. Yaşlı hizmetçi merdivenin sonunda beni bekliyordu.
Sanki devler için yapılmışa benzeyen basamakları çıktım; sonra yaşlı adam, bana yol gösterdi, ve meşhur kızıl odaya girdi. Onu takip ettim.
Ocakta büyük bir ateş yanıyordu, şöminenin üzerindeki üç kollu iki şamdan yakılmıştı, bununla birlikte, ilk bakışta, odanın devasa büyüklüğünü anlayamamıştım.
Yaşlı adam bana bir ihtiyacım olup olmadığını sordu, cevabım olumsuz olunca, geri çekildi. Kapının ardından kapandığını gördüm, uzaklaşan adımlarını duydum; sonra bu gürültü yitip gitti, sonunda kendimi bir başıma bulduğum gibi sessizlik içinde de kalmıştım.
Kapıya diktiğim bakışlarımı odaya çevirdim, dediğim gibi içeriyi ilk bakışta tam anlamıyla seçememiştim, burayı tüm detayıyla incelemekte kararlıydım. Böylece şamdanlardan birini alıp araştırmama başladım.
Kızıl oda ismi, XVI. y.y’a ait duvar halılarından geliyordu, bunlara kızıl renk hakimdi; rönesans tarzında görüşmeler, Büyük İskender’in savaşları tasvir edilmişti; XVIII. y.y’da altınla sırmalanmış büyük ahşap panolarla çerçevelenmişlerdi, bu çerçevelerin bazı kısımları halen parlak ve ışıltılıydı, öyle ki mumların ışığını yansıtıyorlardı.

Kapının solunda, büyük bir yatak vardı üzerine bir Eppstein kontunun armalarının işlendiği bir gölgelik kurulmuştu, bu gölgelik büyük damalı perdelerden meydana geliyordu. Yatağın perdeleri ve gölgeliğin yaldızlı işlemeleri yirmibeş yıl kadar önce yenilenmiş olmalıydı.