Gösterilen yere
oturdum. Söylediğim gibi, açlık ve susuzluktan ölüyordum, bu nedenle
önümdekileri anında mideye indirdim. Bununla birlikte, bana sunulan herşey, iki
hizmetiçimin akşam yemeğindeki paylarını azaltmış olsam da mükemmeldi. Şarap en
iyi Bordeaux, Bourgogne ve Rhin bağlarındandı.
Bu esnada yaşlı adam, beni kabul etme biçimlerinden dolayı
bin bir özür dilemekle meşguldü.
Onu gerdiğini düşündüğüm bu endişesinden uzaklaştırmak, aynı
zamanda merakımı gidermek için, efendisinin kim olduğunu sordum, acaba artık şatoda
yaşamıyor muydu?
— Efendimin adı, diye
yanıtladı, Kont Everard d’Eppstein’dir ve bu ismi taşıyan kontların
sonuncusudur. Şatoda yaşadığı gibi, yirmi senedir buradan dışarı çıkmamıştır. Büyük
değer verdiği bir kişinin hastalığı Viyana’ya çağırılmasına neden oldu. Altı
gün önce yola çıktı, ne zaman geleceğini bilmiyoruz.
— Fakat, diyerek
devam ettim, buraya on beş dakika mesafedeki şu çok kendi başına, çok şirin ve
çiçeklerle çevrilmiş kulübe de neyin nesi, sizce şatoyla aralarında büyük bir
tezatlık yok mu?
— Kont Everard’ın
gerçek evi orası, diye cevapladı yaşlı adam. Sahipleri çoktan öldü, ve
sonuncusunun ölümünden beri, ki o av bekçisi Jonathas’tı, kontumuz bu evi
kendisine ayırdı. Günlerini orada geçirir ve şatoya sadece uyumak için geri
döner. Ayrıca bu akşam gördüğünüz gibi, ki buna yarın daha iyi karar verebilirsiniz,
zavallı şato harabeye dönmüş bir durumda, kızıl oda dışında burada oturulabilecek
bir tek oda bile kalmadı.
— Peki ya kızıl oda?
— Eppstein kontlarının
babadan oğla geçen odası; bu odada doğdular, ve bu odada öldüler, Kontes Eléonore’dan
kont Maximilien’e kadar.
Yaşlı adamın bu kelimeleri telaffuz ederken sesini
alçalttığını ve gerçek bir endişeyle çevresine bakındığını fark ettim. Yine de
bunun üzerinde durmadım ve ona yeni sorular yöneltmedim. Kafamın içinde bu
şiirsel ve tuhaf konuyu evirip çeviriyordum, şatosunda yalnız başına yaşayan
son Eppstein kontu, belki onun ölümünden sonra, şato da yıkılacaktı.
Yemeği bitirmiştim, açlık ve susuzluğum nihayet yatışmıştı, uyuma
ihtiyacı bir emir gibi kendini hissettirmeye başlamıştı. Böylece ayağa kalktım
ve şatoya beni nezaketle kabul eden uşaktan beni odama götürmesini rica ettim.
Bana bu sorum üzerine biraz telaşlanmış gibi geldi, dili
dolaştı, hemen hemen anlaşılmaz aflar dileyerek sonunda isteğimi yerine
getirmeyi kabul etti:
— Elbette Mösyö Le Kont,
beni takip edin.
Onu takip ettim. Neredeyse sahibi kadar yemek yediği için
bayram eden Fido, yine ateşin karşısına kurulmuştu ve homurdanarak ayağa kalktı
ve adımlarını sıklaştırdı.
Yaşlı adam beni birinci kısma, yani ilk başta girdiğim yere
götürdü; yatağa beyaz ince çarşaflar örtülmüştü.
— Ama bayım, bana
kendi odanızı veriyorsunuz.
— Bundan dolayı
sizden özür dilerim Mösyö le Kont, diye cevapladı, sesimin yükselmesine
şaşırarak, ama tüm şatoda kalınabilecek durumda başka bir oda yok.
— Siz ve karınız, siz
nerede uyuyacaksınız?
— Yemek salonunda,
büyük koltuklarda yatacağız.
— Bunu kabul edemem,
diyerek bağırdım. Koltukta uyuyacak biri varsa o da benim.Yatağınızı alın, ya
da bana başka bir oda gösterin.
— Fakat, Mösyö Le
Kontumuz lütfederler ki, şatoda kalınabilecek durumda başka bir oda olmadığını
söylemiş bulunmaktayım, fakat bir oda dışında...
— Hangi oda dışında?
diye sordum.
— Kont Everard’ın
odası dışında, şu bahsettiğim kızıl oda.
— Kontun orada uyuyamayacağını
gayet iyi biliyorsun, diye sesini yükseltti karısı.
İkisine de gözlerimi diktim. Bakışlarını aşağıya indirdiler,
güç bir durumda oldukları aşikârdı. O ana kadar karşılaştığım her şey karşısında
duyduğum merak doruğa ulaşmıştı.
— Peki neden
imkansız? diye sordum. Kontunuz bu konuda bir yasak mı getirdi?
— Hayır, Mösyö Le
Kont.
— Kont Everard odasında
bir yabancı yatsa, size kızar mı?
— Sanmıyorum.
— O halde bu
imkansızlığın sebebi nedir? Ve hakkında konuşurken ürktüğünüz bu gizemli kızıl
odada ne var?
— Şey, Mösyö Le
Kont...
Durup karısına baktı, omzunun bir hareketiyle ona şöyle
diyora benziyordu: “İstersen sen söyle, hanım.”
— Ee?... diye
üsteledim, bekliyorum, hadi söyleyin.
— O oda perili, Mösyö Le Kont.
İyi yürekli adam benimle Almanca konuştuğu için yanlış
duyduğumu sandım.
— Bunu nasıl
söylersiniz dostum, diye sordum ona.
— Orada, dedi karısı,
hortlaklar var... İşte olan biten bu.
— Hortlaklar mı, diye
bağırdım! Vallahi mi! Eğer mesele buysa sevgili iyi yürekli dostum, her zaman
bir hortlak görmeyi arzu etmişimdir. O korkunç oda konusunda benimle
zıtlaşmanızı anlıyorum, fakat sizi temin ederim ki geceyi orada geçirmeyi çok
isterim.
— Mösyö Le Kont, bu
kadar ısrar etmeden önce lütfen iyi düşünün.
— Amaan!.. Herşeyi
düşündüm. Ayrıca tekrar ediyorum, bir hayaletle temas kurmayı gerçekten çok isterim.
— Bu Kont
Maximilien’e hiç de iyi gelmemişti.
— Kont Maximilien belki
ölülerden korkan bir mizaca sahipti; ama ben öyle değilim, mezarlarından çıkıyorlarsa,
bu birilerini korumak ya da cezalandırmak için, bundan eminim. Ama bir ölünün
beni cezalandırmak için mezarından çıkacağını aklım hiç almıyor, zira tüm
hayatımda bana atfedilecek herhangi bir kötülüğe sebep olduğumu hatırlamıyorum.
Eğer, bunun aksine, bu beni korumak için olursa, böylesine iyi bir niyet adına
bana görünen gölgeden korkmak için hiçbir nedenim olamaz.
— Ama bu imkansız,
dedi karısı.
— Yine de mösyö bunu
mutlaka istiyorsa... diye araya girdi kocası.
— Bunu asla
istemiyorum, dedim, asla böyle bir şey istemek gibi bir hakkım olamaz. Eğer
böyle bir hakkım olsa size bunu bildirir ve yerine getirmenizi isterdim. Fakat
benim durumumda, bunu sizden rica ediyorum.
— Öyleyse?, diye
sordu karısı.
— Öyleyse, Mösyö’nün
arzusunu yerine getirelim. Kont her zaman ne demiştir bilirsin:
“Misafir efendinin efendisidir.”
— Pekala, dedi hanım
kocasına, ama bir şartla: yatağı hazırlamaya benimle birlikte gelirsin. Dünyanın
tüm altınlarını verseler yine de oraya tak başıma gitmem.
— Memnuniyetle, diye
cevapladı kocası. Mösyö, biz hazırlıkları tamamlayıncaya kadar burada ya da yemek
salonunda beklesin.
— Gidebilirsiniz dostlarım,
bekliyorum.
Böylece iki hizmetçi, koca önde hanımı arkada, ellerine
birer mum alarak odadan çıktı. Ateşin kenarında düşünceler içinde bekledim.
Gençliğimde, eski şatolarda kayıp yolcuların başına gelen
benzer hikayelerin anlatıldığını binlerce kez duymuştum, ve bunlara kanmayarak
gülerek geçmiştim, benim için fantastiklerdi o kadar; yine de endişemi
gizleyemeyeceğim, böyle bir hikayenin kahramanı olma sırası bana gelmiş olabilirdi.
Rüya görmediğimi anlamak için kendimi çimdikliyordum. Olağanüstü bir durum
içinde olduğumu kendime anlatmak için etrafıma bakındım. Ve bundan şöyle bir
sonuç çıkardım, bu eski şatonun içindeydim ve karanlığın içinde şatonun, karanlık
ve soğuk devasa kadavrasını şöyle böyle görebilmiştim. Gökyüzü yeniden açılmıştı
ve ayışığı çatıları gümüş gibi kaplıyordu. Her şey sessizdi, sanki her şey ölü
gibiydi, avlunun bir köşesinde sadece kara gövdesi seçilebilen ağacın dalları
arasına saklanmış bir gecekuşunun keskin sesi gecenin sessizliğini bozan tek
şeydi.
Bulunduğum şato eski gelenekler ve efsanelere fazlasıyla
uyuyordu. Ya sözü edilen hayalet bana eziyet ederse diye düşündüm, geliş nedeni
belki de kötülük yapmak olacaktı. Wilhelm’in Lénore’u götürdüğü şatonun
görünümü şüphesiz geceyi geçireceğim yerden daha fantastik değildi.
Rüyada görmediğimden ve gerçek bir yerde yürüdüğümden gayet emin
olsam da, iki ihtiyarın odasına girdim: kadın çoktan geri gelmişti, hizmetini
yerine getirmek için acele ediyordu; kocası ateşi yakmak için yukarıda kalmıştı.
Birdenbire yine bir zil sesi duyuldu. Elimde olmadan içim
titredi.
— Bu da ne, diye
sordum.
— Haa, bu mu, bir şey
değil, diye cevapladı karısı, kocam, her şey hazır diye bana haber veriyor.
— Mösyö Le Kont’u
merdiveni başına götüreceğim, kocam sizi yukarısında bekliyor olacak.
— O halde hadi
gidelim, dedim canlılıkla, şu meşhur kızıl odayı görmek için
sabırsızlandığımdan emin olabilirsiniz.
Yaşlı kadın eline bir mum alıp önde yürüdü. Onu takip ettim,
bu yer değiştirmelerden hiçbir şey anlamayan Fido, üçüncü kez ateşin başından
ayrılarak, peşimize düştü. Ne olur ne olmaz diye tüfeğimi de yanıma aldım.
Daha önce yemek salonuna gittiğimiz koridordaydık. Sadece
solumuza gideceğimiz yerde, sağa döndük
ve artık Fransa’daki kral şatolarında ya da kamu binalarında görülmeyecek kadar
büyük, parmaklıkları taştan bir merdivenin başına geldik. Yaşlı hizmetçi
merdivenin sonunda beni bekliyordu.
Sanki devler için yapılmışa benzeyen basamakları çıktım; sonra
yaşlı adam, bana yol gösterdi, ve meşhur kızıl odaya girdi. Onu takip ettim.
Ocakta büyük bir ateş yanıyordu, şöminenin üzerindeki üç
kollu iki şamdan yakılmıştı, bununla birlikte, ilk bakışta, odanın devasa
büyüklüğünü anlayamamıştım.
Yaşlı adam bana bir ihtiyacım olup olmadığını sordu, cevabım
olumsuz olunca, geri çekildi. Kapının ardından kapandığını gördüm, uzaklaşan
adımlarını duydum; sonra bu gürültü yitip gitti, sonunda kendimi bir başıma
bulduğum gibi sessizlik içinde de kalmıştım.
Kapıya diktiğim bakışlarımı odaya çevirdim, dediğim gibi
içeriyi ilk bakışta tam anlamıyla seçememiştim, burayı tüm detayıyla
incelemekte kararlıydım. Böylece şamdanlardan birini alıp araştırmama başladım.
Kızıl oda ismi, XVI. y.y’a ait duvar halılarından geliyordu,
bunlara kızıl renk hakimdi; rönesans tarzında görüşmeler, Büyük İskender’in
savaşları tasvir edilmişti; XVIII. y.y’da altınla sırmalanmış büyük ahşap
panolarla çerçevelenmişlerdi, bu çerçevelerin bazı kısımları halen parlak ve
ışıltılıydı, öyle ki mumların ışığını yansıtıyorlardı.
Kapının solunda, büyük bir yatak vardı üzerine bir Eppstein
kontunun armalarının işlendiği bir gölgelik kurulmuştu, bu gölgelik büyük
damalı perdelerden meydana geliyordu. Yatağın perdeleri ve gölgeliğin yaldızlı
işlemeleri yirmibeş yıl kadar önce yenilenmiş olmalıydı.