"Bir iç dünya okulu açıp kapısına şunu yazacağım: Sanat Okulu." Max Jacob
15 Ekim 2018 Pazartesi
29 Ağustos 2018 Çarşamba
8 Ağustos 2018 Çarşamba
Robert Louis Stevenson | İlk Kitabım: Define Adası | [2]
Robert Louis
STEVENSON
1. kısım için tıklayınız İLK KİTABIM: "DEFİNE ADASI"
....
“My First Book: Treasure Island”
The Idler 6 [August 1894]
1. kısım için tıklayınız İLK KİTABIM: "DEFİNE ADASI"
....
İsimler,
ağaçlık bölgelerin şekilleri, yolların ve derelerin gidiş hatları, prehistorik
adamın yukarıda tepede ve aşağıda vadide hâlâ gözle seçilebilecek ayak izleri, değirmenler ve harabeler,
gölcükler ve sığlıklar, çalıların içinde belki bir Dikilitaş ya da Druid
çemberi....
Burada gözleri bakmaya hevesli ya da anlamak için iki
kuruşluk da olsa hayalgücü olan biri için sonsuz bir kaynak vardı. Başını çayırlara
yatırdığını, bakışlarının sonsuz küçük ormana dalıp gittiğini ve orasının
masalsı ordularla dolup taştığını hiçbir çocuk hatırlamak zorunda değildir. Hemen hemen benzer bir şekilde, "Define Adası"
haritamı süzdüğümde, kitabın gelecekteki karakterleri hayali ağaçlıklar boyunca
gözle görülür biçimde ortaya çıkmaya
başladı; esmer yüzleri, parıldayan silahları ile beklenmedik yerlerden çıkıp
üzerime geldiler, düz bir taslakta bir karışlık yerde dalaşıyorlar, hazine
avında bir oraya bir buraya gidip geliyorlardı.
Sonrasında hatırladığım ilk şey, hemen önümde birkaç
kâğıdım olduğu, aynı anda bölümlerin listesini yazıyordum. Bunu daha önce kimbilir
kaç kez yapmış ama bir adım ötesine geçememiştim. Ancak bu tür girişimlerde
başarı unsurları bunlar olsa gerek. Erkek çocuklar için bir hikâye olacağa
benziyordu; psikolojiye yahut kibâr yazıma gerek yoktu; üstelik hazır elimin
altında mihenktaşı olarak bir erkek çocuk da vardı. Kadınlar hariç tutulmuştu. İki
direkli bir yelkenliyi kumanda edebilme becerisinden yoksundum (Hispaniola
bunlardan biri olabilirdi), ancak onu uskuna gibi yüzdürerek rezil olmadan işin
içinden sıyrılabileceğimi düşündüm. Sonra da John Silver için, kendime yatırım fonları sözü verdiğim, şöyle
bir fikre vardım: onu sevilen bir arkadaşım yapmak (okurun da benim
kadar çok sevdiği), onu tüm iyi niteliklerinden, mizacındaki en yüksek lütuflardan yoksun
bırakmak, her şeyini almak ama gücünü, cesaretini, çevikliğini ve de olağanüstü
sevimliliğini bırakmak, ve bunları çaylak bir gemicinin kültürüne özgü kelimelerle
ifade etmek. "Karakter yaratmanın" bilindik bir yolu psişik muayene
gibidir; ve belki de, bu, tek yöntemdir.
Geçen gün yolun kenarında bizimle yüz kelime konuşan hoş figürü karakterin
içine yerleştirebiliriz; ama onu tanıyor muyuz? Arkadaşımız, sonsuz varyetesi ve
rol esnekliği ile onu tanıyoruz, ama onu karakterin içine yerleştirebilir
miyiz? Birincisine ikincil ve hayali nitelikler yerleştirmeliyiz, ayrıca,
kötülükler, günahlar da mümkün; ikincisinden ise, bıçak elimizde, doğasının
gereksiz tüm dal ve budaklarını kesip atmalıyız; ta ki gövde ve büsbütün emin
olduğumuz birkaç dal kalıncaya dek.
------------
------------
5 Ağustos 2018 Pazar
LOUIS−FRÉDÉRIC ROUQUETTE | Büyük Beyaz Sessizlik | ilk sayfalar
LOUIS−FRÉDÉRIC ROUQUETTE
Le Grand Silence Blanc
J. FERENCZI, Paris, 1921
BÜYÜK BEYAZ SESSİZLİK
I
Tanışma Amaçlı Bir
Ziyaret
Adam
içeri girdi.
Rahatça
koltuğa yerleşti, fötrünü çıkarıp, yanına halının üstüne bıraktı, bacak bacak
üstüne attı ve şöyle dedi:
−
Beyfendi.
Aslında
İngilizler gibi Bey Efendi dedi, sonra ekledi:
Ben
Fransızım.
Ona
bir kaç hoşgeldin kelimesi söyleyecektim ki, aniden elini kaldırıp sözümü
kesti:
−
Teşekkür etmesi gereken benim, siz çok meşgul bir insansınız, sizi rahatsız
ettim. Öyle, gerçekten öyle. Çok az vaktinizi alacağım.
Edebiyat,
gerek Fransa’da gerek İngiltere yahut başka bir ülkede hardal, ayakkabı boyası
yahut Kaptan Cook marka ringa balıkları gibi müşteri bulur. Afişler asılır,
davullar gümbürdetilir ve elde megafon avaz avaz bağırılır. “Duyduk duymadık
demeyin! Mösyö Chose’un romanını okuyun. Mösyö Chose meşhur biridir. Son
eserinin baskısı yüzbine ulaştı.”
Halka
gelince, onlar da şöyle diyecektir: “Mösyö Chose’un romanı, romanların en
iyisi, evde kalmış kızlar, köy papazları, Y.M.C.A[1]
üyeleri okumakta iyi eder.” Ya da şöyle: “Bu romanı, evde kalmış kızlar, köy
papazları, Y.M.C.A. üyeleri okumamakta iyi eder.”
“Her
iki halde de kitabı satın alırlar, kimileri “temiz,
ahlaklı, ad usum pucellarum” bir edebiyatla, kimileri de iç gıdıklayan,
açık saçık sahnelerle karşılaşmayı umar.
“Beni,
affedin Bey efendi, buralara ilk gelenler, tüm reklam panolarını, görünürdeki
her yeri tutmuşlar; gençlere layık görülen yerse duvar dipleri, otobüsler
üzerlerine çamur sıçratıyor, köpekler paçalarından çekiyor, polisin talimatlarına
rağmen boş boş gezmekten başka bir şey yapmıyorlar.”
Karşı
çıktım:
“Gözümle
gördüm diyemem...”
Heyecanı
yüzünden hâlâ silinmemişti, sözümü kesti:
“Hiç de
öyle değil, Bey efendi, gayet görüyorsunuz, ben de siz gördüğünüz için geldim, panonuzda
dili sünmüş insanlara da yer vermeyi biliyorsunuz.
Hoşuma
gittiniz. Henüz on dakika oldu, sizi tanımıyordum, ama nasıl hayal ettiysem
öylesiniz. Afedersiniz, bey efendi, fransızcam ancak bu kadar... Demek
istediğim şu, isminizi gördüğümde kafamda canlanan tiple aynısınız. Size de
böyle olduğu olmuyor mu, yani... nasıl denir... isimlerin üzerine fizyonomi
oturttuğunuz?
Cevabımı
beklemeden devam etti.
−
Kitaplarınız hoşuma gidiyor. Sanatçı havaları takınmıyorsunuz, şehirlilikten
utanmayan bir şehirlisiniz, all right! Ama
onu olduğu gibi betimliyorsunuz. Başkalarının hep yaptığı gibi abartılı yollara
başvurup yüksek tirajlar elde edebilirdiniz, ama yapmadınız. Akademiler sizi
güldürüyor, fazileti tekelinize almıyorsunuz, hovardaları oynamıyorsunuz, ne
güzel. Edebiyat acemilerine karşı yardımseversiniz ki bu çok daha güzel.
Biliyorum... Biliyorum... Kolonel havalarınıza bürünmeyin, soğuk maskenize
rağmen, besicle gözlüklerinizin
arkasında ışıldayan gözleriniz var. Bunlar acaba kötülükten mi yoksa iyilikten
mi böyle ışıldıyor? İşte bu yüzden buradayım.
…
Marc Wersinger | Yokluğa Düşüş | [2]
MARC WERSINGER
LA CHUTE DANS LE NÉANT
Éditions Le Pré aux Clercs
1947
birinci kısım için tıklayınız YOKLUĞA DÜŞÜŞ [I]
BİRİNCİ BÖLÜM
İLK DENEMELER
....
Ertesi gün uyandığında son derece zindeydi, hareket özgürlüğünü bütünüyle yeniden kazandığını fark etmekten büyük bir sevinç duydu. Önceki günün tuhaf deneyimini bir kez daha yinelemek istedi. Başlangıçta, bu olayı kumanda etmesi lazım gelen gizli zembereği bir türlü yerinden oynatamadı, az kalsın önceki gün yaşadıklarının bir kâbus olduğuna hükmedecekti; ancak birden bire, gömleğinin göğsündeki düğmeler teker teker atmaya başladı, aynı anda ayakları, boğuk bir sesle birlikte örtülerin altından çıkıp yatak demirlerinin arasından ileri doğru seyrediyordu.
Robert göz
açıp kapamada odanın boş olduğunu anladı, tek kişi vardı o da diğer başta
çamaşır ayıran hastabakıcıydı. Böylece tuhaf deneyimini tekrar etmekte tereddüt
etmedi.
Şüpheye
yer yoktu: artık kendi isteğiyle deve dönüşme yeteneğine sahipti.
Acaba ne
gibi psikolojik bir hadise bu dönüşümün gerçekleşmesine neden olmuştu? Hiçbir
fikri yoktu. Ancak bilimsel merakı bir kez uyandığından denemelerini arttırmak
için sabırsızlanıyordu.
Bir an
için meseleyi başhekime açmayı düşündü ancak bu fikrin aklına gelmesiyle uçup
gitmesi bir oldu: başhekim seçkin bir doktordu, hiç de hafife alınmayacak böylesine
bir vakayı mutlaka incelemek ister, elbette genç adamı alıkoymakta sakınca
görmezdi. Ama genç adam için en başta gelen şey özgürlüktü. Ayrıca eğer ihtiyaç
kendini hissettirirse Fakülte’ye başvurmak onun için her zaman mümkündü.
Robert
Mûrier çocuksu bir neşe içinde Paris asfaltına ayak bastı. Doğuştan gelme
melankolikliği anında kaybolmuştu, hayat şimdi ona hayran olunacak kadar güzel
geliyordu.
Birkaç
dakika sonra evindeydi, edindiği garip yeteneği mümkün olduğunca titizlikle
incelemeye karar verdi.
Çırılçıplak
kalıncaya dek soyundu. Sonra, sinirleri üzerindeki kontrolü arttırarak, bedenine
büyümesini emretti. Döşeme alçalıyormuş, tavan ise yaklaşıyormuş gibi oldu.
Özel bir dikkatle gözlediği elleri, daha o anda normalde olduklarından iki katı
fazla büyüklüğe ulaşmışlardı. Murier ellerinin ışıkgeçirmezliğinin büyümeleri
ile ters orantıda azaldığını görüyordu. Aynı anda bileklerinin ve parmaklarının
kemiklerini ayırt etti. Gardroptaki aynanın karşısına geçtiğinde, dev gibi
kocaman bir göğsün içinde kalbinin ritmik atışlarını belli belirsiz işitti. Derisi
ve dokuları belli bir ölçüde yarısaydam hale gelmişti. Ancak deneyini uzattığı
için, sinirleri üzerindeki istemli baskısını sürdürmeyi unuttu ve bir anda ilk
boyutlarına geri döndü.
Organizması
öyle gerilmişken yorucu bir heyecan duyuyordu. Aslında, hadise herhangi maddi
bir katkı olmadan meydana geldiği için dokularının direnci büyük ölçüde düşmüş,
derisi ise incelmişti; duyu sinirlerinin uçları, dış dünyayla bu neredeyse ani
temastan acı verecek kadar etkilenmişti.
Epeyce
eski robdöşambrını giydikten sonra, yatağında oturur vaziyette, bu tuhaf
psikolojik anormalliği incelemeye devam etti. Bedenin genelinde herhangi bir
ödem oluşmamıştı. Kabartı ya da şişlik yoktu, ancak tüm organların - vücudunun
içinin olduğu kadar dışının da - orantılı bir gelişimi söz konusuydu.
23 Haziran 2018 Cumartesi
Louis Delluc | Charlie Chaplin | ilk sayfalar
Louis Delluc
Charlie
Chaplin
Editions de
Maurice Brunoff
Paris, 1921.
I
Bir müzisyen ya da müzik yazarı için Beethoven'ın geleneksel maskesi ne
anlama geliyorsa, film yapımı ya da eleştirisi ile uğraşan biri için de Charlie
Chaplin'in maskesi aynı anlama gelir. Öyle umuyorum ki bu deklerem fuzuli okuru
kendiliğinden eler, böylece anlaşabileceğimiz insanlarla baş başa kalabiliriz.
En azından kafamız rahat olur.
Devam edelim.
II
Charlie Chaplin'in maskesi hakkında çok konuşuldu.
Kimileri, bu maske ile Japon tasarımcıların narin yüzleri arasında
akrabalık kurmaktan hoşlandı, kimileri ise onda harikulade iyi öğrenilmiş
Velasquez ifadeleri, sade, çekinmez Albert Dürer figürleri gördü, kimileri de oturmuş,
en eski Flaman eskizleri. Bu yaklaşımlar, en azından niyet bakımından, asla
tuhaf olmadıkları gibi özlerinde daima isabetlidirler, zira bu maskenin en son
temsillerinde bizi çarpan, gayet açık biçimde resimsel bir görünüme sahip
olmasıdır. Anime resim! Elin kulağında, gerçekleşmene az kaldı! Müzende daha
şimdiden bir portre yerini aldı.
Charlie Chaplin'in maskesi, bu Anglo-Amerikan mim, şaşılacak ölçüde latinsidir.
Bu maskede Kuzey’in ve Batı’nın eski ustalarındaki o parça parça birleştirilmiş
düzensizliği, o buruk ağırbaşlılığı, o derin duygusuzluğu görmüyorum. Bu tatlı
yüzün ekranda hüküm süren âşık melankolisi Ile-de-France yöntemleri ile kendini
ifade ediyor ve tamamlıyor. Chaplin eski zamanlardan bir ressamın eseriyse, bu
ressam, kesinlikle, ufak tefek tabloları Louvre’un küçük salonlarını aydınlatan on altıncı yüzyıl portrecilerindendir. III. Henri, I. François, başka kimi
sayalım? Jean de Paris’den Clouet’ye varıncaya dek, tıraşlı ve kurnaz, ironik,
şehveti içli suratlar, ruhani ölçünün kası kemirdiği, sinirsel ihaneti
avuttuğu, gözlerin doğrudan görülmeyen yaşamıyla yetindiği mahsun ve isteksiz bekleyişler
say say bitmez.
Charlie, Fransa sarayında mı doğmuştur? Dört ya da beş asrı aşkındır Latin
zevkine mensup bir üstat var mıdır? Yahut, kısa geçersek, Charlie, atalarının
soyuna çekmekten gelen bir inceliği mi ödünç almıştır? Bu kısa boylu Los
Angeleslı İngiliz için Anglo-Sakson bir babadan ve İspanyol bir anneden az
kalsın Paris’te doğacaktı dendi. Nedeninin pek önemi yok. Mevzu şu ki, Chaplin,
Londralı pantomiminin matematiği içinden, ilk ressamlarımızın hemen hemen
geriye dönük ve klasik iyiliğini zaman zaman bizlere iade etmekte.
Ancak bu portrede bir yaratıcı aramak neye yarar? Charlie “ressamını
yitiren adam” değil. O kendi kendinin ressamı. Aynı anda hem yazar hem eser. O sadece sinemada mümkün olan şeyi yaptı – dandizm beni affetsin! – yani: kendi
cismini, yüzünü, boyamak, biçimlendirmek, yontmak; sanatsal bir değiştirim.
Charlie ressamdır, Villon’un şair olması gibi. O kendine en rahat biçim altındayken
odur: fotojeni. İşte bu yüzden, canlı
resim bakımından, bu adam tam bir yaratıcı olarak ilktir, ve, bizler daha
iyisini beklemeye devam ederken, tektir.
8 Haziran 2018 Cuma
Max Jacob | Şiir Sanatı | II. kısım*
MAX JACOB
ART POETIQUE
-Şiir Sanatı –
Emile-Paul Freres,
1922.
....
. Sanatın çağrısına sırt çevirmesi için
genç bir sanatçıya şöyle dersiniz: “Sanatla uğraşan acından ölür”. Oysa onu
rotasına itiyorsunuz: şehitliğe susamış biridir o.
. Gaddarlık, dalavere. Delilikler,
ihtiraslar, gevezelikler, sarhoşlukların hepsi, ikiyüzlülük, insanlardan biraz
eksiği biraz fazlası olmak. Verimsizlik. Yirmi beş yıllık sanat yaşamı. Ancak ciddiyetle
belirtmek isterim ki tüm o yitişlerimizin içinde, dostlarımdan, dürüst bir
tabiatla, basitçe ‘iyi’yi arayanlardan başka başarılı olanını görmedim. Tüccarlardan
bahsetmiyorum.
. Bir yazarın ondan ona geçen heyecanı
ve heyecanları hedef alan kıvraklıklar
arasında ne fark vardır? Maeterlinck’in tiyatrosu.
. Bir kadın kendini süslü püslü gösteriyor,
çünkü başka şekilde gösterecek kadar güzel değil.
. Halkın beğenisinin yönünü değiştirmekte
piyanolar hâlâ büyük gazetelerden daha önde.
. Bir kişilik sadece, sürüp gitmekte
israr eden bir hatadır.
. Etrafınızda ne var bir bakın, yaşamınız
yeterince uzun olursa, kalanına ilerde bakacaksınız. Dehanız veya mucizevi
uzgörünüz mü var, o halde başka taraflara bakın.
*Max Jacob | Şiir Sanatı | I. kısım
25 Mayıs 2018 Cuma
3 Mayıs 2018 Perşembe
18 Nisan 2018 Çarşamba
Emmanuel Bove | Dinah'nın Ölümü | ilk sayfalar
LA MORTE DE
DINAH
Emmanuel BOVE
Les
Annales Politiques et Littéraires,
1
Ağustos
1928.
DİNAH’NIN
ÖLÜMÜ
H a y r a n l
ı ğ ı m ı n b i r i f a d e s i
o l a r a k;
J e a n G i r a d a u x’ y a.
E.B
Güzel bir Ağustos ikindisi sonunda, Champerret istasyonunda tramvaydan inen Jean
Michelez, Neuilly’deki uzun Bineau bulvarında geze geze, bulvarın sonunda boy
gösteren “La Vie là” adlı villaya doğru yürümekteydi. Jean Michelez, hanımı ve
iki çocuğu ile birlikte burada yaşıyordu. O gün yılın son güzel günlerinden
biriydi. Güneş batmış olmasına rağmen ılık bir rüzgâr yolun tozunu hafifçe
kaldırıyordu. Her şey yazın izlerini muhafaza etmişti. Ağaçların, fırtınalara
rağmen tozları üzerlerinde kalmış yaprakları henüz hiç dökülmemişti. Bahçelerde
yazlık oturma takımlarının üzerinde tenteler hâlâ geriliydi. Çağırmalar,
sesler, konuşmalar her birinde ayrı bir tını vardı. Zaman zaman açık bir
pencereden mavi gökyüzüne bir gramofon
ya da T.S.F cihazından bir şarkı yükseliyordu.
Bay
Michelez saatine baktı. Yedi olmuştu. Hava çoktan kararmaya başlamıştı. Adımlarını
hızlandırdı, bunun sebebi hanımını bekletme endişesi değildi, az önce tez elden
evde olmak, konuşmak, ilgi görmek için dayanılmaz bir istek duymuştu. Otuz
dakikadır tek kelime etmemişti. Saat altı buçukta yanında çalışanlar,
kavuşacakları özgürlüğe zıt uysallıkta bir ses tonuyla ona veda etmişlerdi.
Bürosu Michodière caddesindeydi, çalışanlardan az sonra Michelez de kapının iyi
kapandığından emin olup çıktı. İlk başta ona hoş gelen bu kısa süreli yalnızlık
ona şimdi ağır gelmeye başlamıştı. Yürürken, gençliğinde kim bilir kaç kez
yalnız geçen bir akşamüstünün kendisini ne kadar derin bir yılgınlığa
sürüklediğini hatırladı, gençliği sanki bitmeyecek gibi geçmişti zira bugün
kırk yedi yaşındaysa da evleneli henüz üç sene olmuştu.
Jean
Michelez, hayata ilk atıldığı zamanlar mimarlıkla uğraşmıştı. Mazur
görülebilecek bir heves onu kendi işini kurmaya, müşterisini tutmaya, iş
yaşamında ciddi, namuslu ve dürüst olmaya itti. “Müşteri aramayacağım,
kendileri bana gelecek. Olmayacak vaatlerde bulunmayacağım, onlar da yaptığım
işten memnun kalacak. Beni arkadaşlarına tavsiye edecekler. Böylece çekirdek
yavaş yavaş büyüyecek. Kimseye bağımlı olmayacağım, kendi kendimin efendisi
olacağım.” Bu sebâtkar bekleyiş altı yıl sürdü. Savaş başladı. Çürüğe
ayrıldıktan hemen sonra, askerlik arkadaşı Gaston Bonelli’nin ısrarları
üzerine, çok daha kârlı bir girişim için mesleği bıraktı.
17 Nisan 2018 Salı
Emmanuel Bove | Önsezi | ilk sayfalar
Emmanuel BOVE
Le Pressentiment
Les Œuvres libres n°172
Les Œuvres libres n°172
ÖNSEZİ
I
13 Ağustos
1931, ikindi sonunda, elli yaşlarında bir adam Maine bulvarını çıkıyordu. Koyu
renk bir takım elbise giymişti, başında ise açık gri, rengi atmış bir fötr
vardı. Akşam yemeği için kestane rengi bir kâğıtla özenle sarılıp, paket
ipliğiyle bağlanmış öteberi taşımaktaydı. Basit görünümü nedeniyle kimse onu
fark etmiyordu. Siyah bıyığı, kelebek gözlüğü, çizgileri geniş gömleği, yüzeyi antika
bir vazo gibi çatlak çatlak oğlak derisinden ayakkabıları, doğrusu kimsenin
dikkatini çekmiyordu.
Bir sokak köşesinde, merakı milletin başına üşüşmesine sebep olur
mu diye kendine sormadan, oynayan çocukları izlemek için dakikalarca durdu.
Yüzünde oğlu ölüm tarafından elinden alınmış kederli bir babanın ifadesi vardı.
Daha ileride, bir tütüncü dükkanına girmek için bulvarın karşısına geçmesi
gerekti. Ama bunu bin bir ihtiyatla, bir kolu havada, bir çocuk arabasının öne
çıkmasından faydalanarak ancak gerçekleştirebildi. Ağır bir hava vardı. Gökyüzü
kapalıydı, bununla birlikte ışık kör ediciydi. Montparnasse garına yakın bu mahallede
çokça rastlanan kamyoncular cekettiz geziyorlardı. Direksiyonları başında,
nefes almak kadar doğal bir biçimde birbirlerine sataşıyorlardı, her birine
genel bir aldırmazlık hakimdi. Charles Benesteau – adamın adı böyleydi – mezarlığın
yukarısında sağa döndü ve Vanves caddesine girdi. İki yüz metre ilerde, ön
cephesi kömür kalemiyle karaya boyanmışa benzeyen bir evin önünde durdu. Girişin
kenarında bir tabela yayalara boğaz hastalıkları uzmanı, doktor Schawarz adında
birinin varlığını bildiriyordu. Benesteau kapıcı kabininin kapısını çalmadan,
“Benim” diyerek açtı, kendisi için küçük bir masanın üzerine bırakılmış
gazeteyi aldı ve merdivenleri çıkmaya koyuldu.
Charles Benesteau karısı ve çocuklarını terk edeli, Adliye’de görülmeyeli,
ailesinden, hanımının ailesinden, dostlarından kopalı, Clichy bulvarındaki
apartman dairesinden ayrılalı bir yılı biraz aşmıştı. Peki ne olmuştu? Hısım
akrabasının şefkatiyle, meslektaşlarının saygısı ile sarılmışken bir insanın
hayatını büsbütün değiştirmesi ilk bakışta elbette anlaşılmazdır. Bu sebeple
okur, Charles’ın kişiliği ve geçmişinden bahsetmekte geciktiğimiz için bizi affetsin.
***
Charles’ın hal ve hareketleri Benesteau ailesini özellikle de
babasını ilk kez 1927’de şaşırtmaya başladı. Charles karamsar, alıngan ve
sinirli bir hale gelmişti. İlk başta savaşın sonradan ortaya çıkan bir sonucu
olduğunu sonra da bir hastalık ihtimalini düşündüler. 1928’de hanımıyla
birlikte Güney Fransa’ya gitmeye karar verdi. Fakat dönüşünde, değişen bir şey
olmadı. Hatta durumu daha da kötüleşmişti. Yine de düzenli bir biçimde işinin
gereklerini yapmaya, çevresiyle alâkalı her şeye karşı ilgili olmaya devam
ediyordu, ama bunu sırrı olan biriymiş gibi dalgın, aklı başka yerde, üzgün bir
havayla yapıyordu, onu az önce, durmuş, oynayan çocukları izlerken gördüğümüze
tuhaf bir biçimde benzer bir havayla. Ona bir şey sorulduğunda cevap
vermiyordu, yahut omuz silkiyordu. Paskalya tatilinden sonra Adliye’ye bir daha
dönmedi. Bu farkedilmekte gecikmedi ve bir aile meclisinin toplanmasına neden oldu.
Ona sorular sordular, Öyle ikna edici oldular ki sonunda cevap vermeye razı
oldu. Ona göre dünya kötü idi. İyilik için hareket etmek de kimsenin harcı
değildi. Etrafında sonsuza dek yaşamak zorundalarmış gibi hareket eden haksız,
bön, kendilerine hizmet edebilecekleri pohpohlayan, başkalarından bihaber insanlardan
başka kimseyi görmüyordu. Bu şartlarda kendisine hakikaten kendisine hayatın
yaşamaya değer olup olmadığını soruyordu, etrafındakileri aldatmak için
başvurduğu sefil çabalara bakılınca asıl mutluluk yalnızlıkta olamaz mıydı? Bu sözleri
ailesi üzerinde oldukça kötü bir etki bıraktı. Herkes şaşkınlık ve endişeyle
birbirine bakındı. Charles’ın dudaklarından dökülen bu fikirler sanki bir
çocuğun ağzından çıkıyordu. Şimdiği yaptığı gibi konuşmaya hakkı olmadığına,
böyle sözlerin biçarelere layık olduğuna dikkatini çektiler.
13 Nisan 2018 Cuma
René Pujol | Tuhaf Dedektif
RENÉ PUJOL
Le Dédectıve Bizarre
Editions
FAYARD (Collection Aventure)
1929,
Paris.
TUHAF
DEDEKTİF
Birinci Bölüm
SÜRPRİZ
PAULETTE yatağında doğruldu ve kulak kabarttı, zira evde tuhaf bir şeyler oluyordu. Koridorda
koşuşturmalar, düzensiz aralıklarla kapılardan birine inen yumruklar ve
durmadan şunları tekrar eden boğuk bir ses:
—
Açın bayım!... Açın!...
Bir
kaç saniye geçmesi Paulette’in tam anlamıyla uyanmasına yetti. Yere atladı ve
teki yatağın altına gitmiş terliklerine bakındı.
Dışarda,
bağıran başka bir ses:
—
Gidin de bir çilingir bulun!...
Paulette
pijamasını düzeltti, kısa saçlarına hızlı bir fırça darbesi indirdi. Sarışın,
güzel bir genç kızdı, en fazla yirmisindeydi. Kalemle çizilmiş gibi kaşların
kemeri altında koca gri gözleri yüzünü aydınlatıyordu. Hafif kalkık küçük burnu
ve obur dudaklarıyla çocuksu ama aynı zamanda oldukça kadınsı bir havası vardı.
Odasından
çıkmadan önce otomatikman saate baktı. Saat on. Normalde çok daha erken
kalkardı, ancak önceki gün Opera’da bir
Lohengrin temsilinden sonra, teyzesi, amcası ve arkadaşlarıyla birlikte
Montmarte’a gece yemeğine gitmişti.
Holün
sonunda, banyonun önünde dört hizmetli toplanmıştı. Aşçıbaşı Pierre, iki oda
hizmetçisi Leontine ve Maria, ve şoför Gaston. Bıkıp usanmadan kapıya vuran işte
bu sonuncusuydu, şöyle sesleniyordu:
—
Açın bayım!... Açın!...
Pulette’i
fark eden aşçıbaşı ona bir adım yaklaştı, genç kızın soracağı soruyu tahmin
edip hemen açıkladı:
— Çok
endişeliyiz küçük hanım... Beyfendi bir saatten fazladır banyodan çıkmadı...
Arayan oldu, kendisini çağırmaya gelmiştim... Kapıyı çaldım, fakat yanıt
vermedi... Bunun üzerine daha güçlü ve ısrarla çalmaya devam ettim, ama yine
yanıt alamadım...
Genç
kız kapıyı bir de kendi açmayı denedi;
—
Amcamın gerçekten banyoda olduğundan emin misiniz? diye sordu.
— Evet
küçük hanım... Kapı anahtarlı, içerden kilitlenmiş...
— Bir
saatten fazladır içerde mi diyorsunuz?
—
Evet küçük hanım, hemen hemen.
— Onu
banyoya girerken gören biri oldu mu?...
— Ben
gördüm, dedi hizmetçi.
—
Acaba rahatsızlandı mı?...
— Ben
de aynı şeyi düşündüm... Jean’ı çilingire gönderdim...
—
Hanfendiye haber verdiniz mi?...
Dalgın
aşçıbaşı şakaklarını ovdu:
— Ne
yazık ki küçük hanım, o tarafta da... garip bir şeyler söz konusu.
— Ne
oldu?... Çabuk söyleyin! dedi genç kız sabırsızlıkla.
Aşçıbaşı
düşünmeden ağzından kaçırdı:
—
Küçük hanım... Hanımefendi, kayboldu.
Bu
beklenmedik açıklamayla irkilen Paulette:
— Ne
demek kayboldu?...
— Bu
doğru küçük hanım. Her yere baktık, hanımefendi evde yok.
— Ne
zamandan beri?...
— Ne
yazık ki küçük hanım, biz de bilmiyoruz...
—
Bahçede de mi değil?...
— Bahçeye
de baktık, orada da yok.
— O
halde dışarı çıkmıştır!...
— Acaba
nasıl çıktığını düşünüyorsunuz ?
—
Kapıdan elbette.
— Öyle
olmamış, küçük hanım... Kapıcılar bu konuda kesin konuştu. Kabinlerinden
ayrılmazlar, kapıyı sadece onlar açar. Ne madam ne de başka biri dışarı çıkan
kimse olmamış.
— Ama
bu söyledikleriniz gerçeğe hiç de yakın görünmüyor, Pierre!...
—
Küçük hanıma bildirmeden önce söylediğim detayların hepsinden emin oldum...
Paulette
ebeveynlerinin odasına koştu. Yatak toplu değildi, eşyaların üzerine giysiler
atılmıştı ve kimseler yoktu. İçeriye normal denecek kadar, kısmi bir dağınıklık
hakimdi; kavga ya da boğuşma olmamıştı.
—
Fakat teyzem giyinmemiş!... diye bağırdı genç kız sandalye üzerine bırakılmış
bir elbiseyi kaldırarak.
Aşçıbaşı,
pek emin değilmiş gibi:
— Hanımefendi
galiba, bornozuylaydı...
— O
halde fazla uzakta değildir... diye sonuca bağladı genç kız, mantıklı düşünmeye
çabalayarak. Onu aramaya hemen başlayabiliriz ancak ilkin amcamla ilgilenmek
zorundayız... Acilen banyoya girmemiz gerek... Penceresi açık değil mi?...
—
Kapalı, küçük hanım. Açık olsaydı da yine bir işe yaramazdı çünkü hayli sağlam
demir çubukları var... Geçmesi imkansız.
—
Geçmemiz şart değil, ama en azından içeriyi, amcama ne olduğunu görebilirdik.
—
Camlar buzlu, hiçbir şey görülmez.
— O
halde biz de kırarız! ... diye sesini yükseltti Paulette.
—
Bunu ben de düşündüm, diye yanıtladı Pierre, naifçe; fakat sorumluluğu almaya
cesaret edemedim... Bu camların her bir karosu en az elli frank.
—
Paranın sırası mı şimdi!...
—
Pekâlâ küçük hanım, camı kırıyoruz...
Dauteriveler,
Monceau parkına bakan lüks otellerden birinde yaşıyorlardı. İki katlı bu otel
Louis-Philippe devrinden beri aileye aitti ve miras hilelerine rağmen asla
başkalarının eline geçmemişti.
—
Bahçeye bakarken, dikkatinizi çeken bir şey oldu mu?
— Hiç
ama hiç bir şey dikkatimizi çekmedi, küçük hanım...
—
Belki de izler vardı?...
—
Herhangi bir iz olmadığından eminiz, küçük hanım... Bahçıvan gezinti yollarını
daha dün akşam tırmıkla temizledi. Aramayı başlattığımızda kumun üzerinde
hiçbir iz yoktu.
Son
derece iyi bakılan koca bir bahçe binayı Monceau parkından ayırıyordu. Şüphe
yok ki, hırsızları caydırmak için, giriş kattaki her pencereye az önce Pierre’in
sağlamlıklarından dem vurduğu demir çubuklar takılmıştı; bu çubukların araları
öyle dardı ki küçük bir çocuk bile geçemezdi.
Uşak
efendisini seviyordu, ama onun için yaralanmayacak kadar. Yumruğuna bir havlu
sardı ve yarı saydam camı kırdı.
Banyodan
içeri endişeli bir bakış attı.
—
Amaan!... Küçük hanım... diye kekelerken rengi solgunlaştı.
Bay
Dauterive, çırılçıplak, yüzü yere yapışık, fayansların üzerinde boyluboyunca
yatıyordu. Su dolu küvet baygınlığın onu tam da banyoya girecekken yakaladığına
işaret ediyordu.
—
Amca!... diye haykırdı, Paulette. Amcacığım, cevap ver!... Yalvarırım!...
Fakat
bay Dauterive’in bedeni hâlâ hareketsizdi.
—
Neyse ki çilingir geldi! dedi aniden Pierre. Beyfendiyi kurtarabileceğiz.
—
Çabuk!.. Kapıyı açsın hemen!... Çabuk
olun!...
Jean’ın
getirdiği çilingir kendisine verilen biraz
da aşırı önemin bilincindeydi. Pek de acele etmiyordu, ağır adımlarla
yaklaşırken elinde geniş bir maymuncuk takımını şıngırdatıyordu.
—
Yapmayın be! Bunun için mi çağırdınız beni, dedi ve kilide küçümseyerek baktı.
—
Acele edin bayım!... dedi Paulette.
—
Elbette küçük hanım, fakat öncelikle... Burası sizin kendi eviniz öyle değil
mi? Kapıyı açtırmaya hakkınız var mı?...
—
Evet evet, çabuk olun lütfen! Açın şu kapıyı artık!...
— Ne
gerekiyorsa yapılacak!... diye temin etti sanatkâr.
Gereksiz
yere kapıyı itip çekti, kilidi daha yakından inceledi ve büyük bir ciddiyetle
herkesin peşinen bildiği şeyi tekrarladı:
—
Anahtar üzerinde, içerden kilitlenmiş!... Öncelikle ondan kurtulmak lazım.
İpince,
kolları düz bir cımbızı kilide soktu, çevirdi ve itti. Anahtarın diğer tarafta
yere düştüğünü duydular.
Çilingir
göz kırptı:
—
İşte bu kadar, diye mırıldandı. Gerisi çocuk oyuncağı!... Bakalım ne kadar
dayanabilecek!...
Gerçekten
de zekice seçilen ilk maymuncukta kilidin dili hemen boşa çıktı. Buna rağmen
kapı hiç açılmadı.
— Yapacak
bir şey yok!... diye bitirdi çilingir. Kilidin üstünde bir de sürgü var.
— O
halde kapıyı kırın, diye yalvardı Paulette, ellerini ısırarak. Bir adım
uzağımızdayken amcamı kurtaramamak ne korkunç!
—
Haklısınız!... diye onayladı aşçıbaşı. Uzun zamandır ben de böyle yapmamız
gerektiğini düşünüyordum; kapıyı kırmak gerek!...
Güçlü
kuvvetli biri olan şoför Gaston kapıya şiddetli bir omuz darbesi indirdi. Fakat
kapı yerinden bile kıpırdamadı.
— Hiç
çabalamayın!... dedi çilingir. Böyle bir kapıyı bu şekilde açamazsınız.
Basbayağı koçbaşı lazım, ama oyuncak gibi bir şey olmayacak. Menteşeler öyle
çok daha çabuk sökülür...
—
Madem öyle hadi başlayın!... diye bağırdı Paulette, adamın gevezeliği onun için
dayanılmaz bir hal almıştı.
Ancak
çilingirin hayal kırıklığıyla of çekmesi uzun sürmedi.
— Hay
aksi!... Menteşeler içerde...
Üzüntü
ve şaşkınlıktan iyice çılgına dönmüş Paulette:
—
Peki ne yapmak gerek?
Çilingir
alnını kaşıdı:
—
Yapabileceğimiz tek şey murçla kapıyı parçalamak. Allahtan yanımda var...
—
Yalvarırım, acele edin!...
Çilingir,
evin sesi iyi yansıtan duvarlarında yankılanan ilk çekiç darbelerini
indirirken, Pierre telefonla eski aile hekimi doktor Lecourbe’a haber verdi. Şans
eseri yaşlı adam evindeydi, derhal geleceğine söz verdi.
Paulette
şimdi teyzesini düşünüyordu. Bayan Dauterive acaba nerede olabilirdi?...
Yokluğu kesinlikle açıklanamazdı.
—
Otelin her odasına dikkatle baktınız mı?... diye sordu genç kız.
—
Mahzene bile gittik!... diye yanıtladı, heyecandan titreyen Maria.
Soğukkanlılığını
henüz yitirmemiş aşçıbaşı onu payladı:
— Bir
yatak hazırlasanız!... Örtüleri ısıtsanız... Sıcak su torbalarını
doldursanız... Doktor geldiğinde her şeyi hazır bulmalı...
İki
hizmetçi kadın ne yapacaklarını pek de bilemeden, kafaları meşgul uzaklaştı.
En
sonunda çilingir kapıdan bir levha ayırmayı başardı. Açılan boşluktan kolunu
geçirdi ve sürgüyü çekti.
— Pek
hoş bir iş değil!... dedi alnını silerken. Pekâlâ, artık içeri girebilirsiniz!...
Bundan sonrası beni ilgilendirmiyor.
Paulette
ve Pierre içeri atıldı. Aşçıbaşı bedeni çevirdi ve aceleyle üzerine bir havlu
örttü.
— O
nasıl, Pierre?...
Hizmetli
kafasını salladı:
—
Zannederim, küçük hanım...
Sözlerinin
anlaşılması için uzatmasına gerek yoktu.
—
Aman Tanrım!... diye kekeledi Paulette, içini zapteden dehşeti bastıramayarak.
Daha
önce hiç ceset görmemişti, fakat yarı aralık dudakların ve donuk gözlerin ne
anlama geldiğini biliyordu.
O an
koridorda aceleyle yaklaşan adımların sesi duyuldu:
—
Yoksa teyzem mi?... diye sordu Paulette.
—
Hayır küçük hanım... gelen doktor...
Nefes
nefese kalmış Doktor Lecourbe baskın yapar gibi içeri daldı:
—
Neler oluyor?... O nerede?... Korkma Pauletteçiğim... Galiba...
Bitiremedi.
Bir profesyonel olduğu üzere ölümün resmini gayet iyi biliyordu. Bay
Dauterive’in gövdesi önünde diz çökmüş nabız yokluyor, kalbi dinlemek için
eğiliyor, kanın çekildiği dudaklara ayna tutuyordu.
Ayağa
kalktığında Paulette’in bakışlarından kaçınmak için yönünü değiştirdi.
— Onu
yatağına götürün, dedi kısaca.
Aşçıbaşı
çabalamaya devam ediyordu:
— Tuz
getirelim ister misiniz, doktor?... Ya kan çekici?... Jean, ecza çantasını
getirin!...
Fakat
doktor Lecourbe kafa salladı:
—
Gereği yok!... Üzerine bir şeyler giydirirseniz iyi olur...
—
Galiba ölmüş, diye teşhiste bulundu çilingir, kasketini çıkararak.
Paulette
tasa içinde, eski dostunun avcuna dokundu:
— O
ölmedi, değil mi?... Bana onun ölmediğini söyleyin!...
Lecourbe
babacan bir edayla onu kollarına bastırdı:
—
Cesur olun, küçük kızım... Maalesef... Zavallı Dauterive artık hayatta değil.
Paulette gençliğin verdiği canlılıkla,
şiddetle karşı çıktı:
—
Yanılıyorsunuz!... Bu mümkün olamaz!... Daha dün gece ne kadar neşeliydi,
sağlığına diyecek yoktu!...
—
Ömür kısa, bizler de kelebekler kadar naziğiz, diye iç çekti doktor.
—
Fakat ölmesinin sebebi ne?...
— Kan
akını, yahut atardamar tıkanması... kim bilir... Bayan Dauterive nerede?...
—
Kayboldu...
Doktor
şaşkınlıktan kelebek gözlüğünü öne düşürdü.
—
Kayıp mı oldu?... Bu da ne demek?...
— Ona
ne olduğunu bilmiyoruz...
—
İnanılır gibi değil!...
—
Evet öyle fakat doğru, diye yanıtladı aşçıbaşı.
Pierre
ve şoförün taşıdıkları bedeni takip ederek, kuyruk halinde çamaşır odasından
geçtiler.
—
Bayan Dauterive’in yokluğundan ne zaman haberdar oldunuz?...
— Bu
sabah, doktor...
—
Yürüyüş yapmaya ya da giysi provasına gitmiştir, kim bilir ...
—
Kapıcı kesin konuştu: madam kapıdan çıkmamış.
— Pencereden
gitmiş olabilir demeyeceksiniz, umarım...
Ansızın
odanın bir duvarını kaplayan gardroplardan birinin kapağı açıldı. İnce, kıza
boylu, ürkek yüzlü bir kadın dolabın içinden çıktı ve kendisi kadar hayretler
içindeki ziyaretçilere sordu:
— Bu
şaka da ne oluyor böyle?!...
Bu
bayan Dauterive’di.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)