8 Ağustos 2018 Çarşamba

Robert Louis Stevenson | İlk Kitabım: Define Adası | [2]

Robert Louis STEVENSON
My First Book: Treasure Island”
The Idler 6 [August 1894]


1. kısım için tıklayınız İLK KİTABIM: "DEFİNE ADASI"

....


İsimler, ağaçlık bölgelerin şekilleri, yolların ve derelerin gidiş hatları, prehistorik adamın yukarıda tepede ve aşağıda vadide hâlâ gözle seçilebilecek ayak izleri, değirmenler ve harabeler, gölcükler ve sığlıklar, çalıların içinde belki bir Dikilitaş ya da Druid çemberi....


Burada gözleri bakmaya hevesli ya da anlamak için iki kuruşluk da olsa hayalgücü olan biri için sonsuz bir kaynak vardı. Başını çayırlara yatırdığını, bakışlarının sonsuz küçük ormana dalıp gittiğini ve orasının masalsı ordularla dolup taştığını hiçbir çocuk hatırlamak zorunda değildir. Hemen hemen benzer bir şekilde, "Define Adası" haritamı süzdüğümde, kitabın gelecekteki karakterleri hayali ağaçlıklar boyunca  gözle görülür biçimde ortaya çıkmaya başladı; esmer yüzleri, parıldayan silahları ile beklenmedik yerlerden çıkıp üzerime geldiler, düz bir taslakta bir karışlık yerde dalaşıyorlar, hazine avında bir oraya bir buraya gidip geliyorlardı.
Sonrasında hatırladığım ilk şey, hemen önümde birkaç kâğıdım olduğu, aynı anda bölümlerin listesini yazıyordum. Bunu daha önce kimbilir kaç kez yapmış ama bir adım ötesine geçememiştim. Ancak bu tür girişimlerde başarı unsurları bunlar olsa gerek. Erkek çocuklar için bir hikâye olacağa benziyordu; psikolojiye yahut kibâr yazıma gerek yoktu; üstelik hazır elimin altında mihenktaşı olarak bir erkek çocuk da vardı. Kadınlar hariç tutulmuştu. İki direkli bir yelkenliyi kumanda edebilme becerisinden yoksundum (Hispaniola bunlardan biri olabilirdi), ancak onu uskuna gibi yüzdürerek rezil olmadan işin içinden sıyrılabileceğimi düşündüm. Sonra da John Silver için, kendime yatırım fonları sözü verdiğim, şöyle bir fikre vardım: onu sevilen bir arkadaşım yapmak (okurun da benim kadar çok sevdiği), onu tüm iyi niteliklerinden,  mizacındaki en yüksek lütuflardan yoksun bırakmak, her şeyini almak ama gücünü, cesaretini, çevikliğini ve de olağanüstü sevimliliğini bırakmak, ve bunları çaylak bir gemicinin kültürüne özgü kelimelerle ifade etmek. "Karakter yaratmanın" bilindik bir yolu psişik muayene gibidir; ve belki de, bu,  tek yöntemdir. Geçen gün yolun kenarında bizimle yüz kelime konuşan hoş figürü karakterin içine yerleştirebiliriz; ama onu tanıyor muyuz? Arkadaşımız, sonsuz varyetesi ve rol esnekliği ile onu tanıyoruz, ama onu karakterin içine yerleştirebilir miyiz? Birincisine ikincil ve hayali nitelikler yerleştirmeliyiz, ayrıca, kötülükler, günahlar da mümkün; ikincisinden ise, bıçak elimizde, doğasının gereksiz tüm dal ve budaklarını kesip atmalıyız; ta ki gövde ve büsbütün emin olduğumuz birkaç dal kalıncaya dek.

------------







5 Ağustos 2018 Pazar

blogta ayın şarkısı | Roswell Rudd & Toumani Diabaté - Bamako

LOUIS−FRÉDÉRIC ROUQUETTE | Büyük Beyaz Sessizlik | ilk sayfalar


LOUISFRÉDÉRIC ROUQUETTE
Le Grand Silence Blanc
J. FERENCZI, Paris, 1921

BÜYÜK BEYAZ SESSİZLİK

I

Tanışma Amaçlı Bir Ziyaret


Adam içeri girdi.
Rahatça koltuğa yerleşti, fötrünü çıkarıp, yanına halının üstüne bıraktı, bacak bacak üstüne attı ve şöyle dedi:
− Beyfendi.
Aslında İngilizler gibi Bey Efendi dedi, sonra ekledi:
Ben Fransızım.
Ona bir kaç hoşgeldin kelimesi söyleyecektim ki, aniden elini kaldırıp sözümü kesti:
− Teşekkür etmesi gereken benim, siz çok meşgul bir insansınız, sizi rahatsız ettim. Öyle, gerçekten öyle. Çok az vaktinizi alacağım.
Edebiyat, gerek Fransa’da gerek İngiltere yahut başka bir ülkede hardal, ayakkabı boyası yahut Kaptan Cook marka ringa balıkları gibi müşteri bulur. Afişler asılır, davullar gümbürdetilir ve elde megafon avaz avaz bağırılır. “Duyduk duymadık demeyin! Mösyö Chose’un romanını okuyun. Mösyö Chose meşhur biridir. Son eserinin baskısı yüzbine ulaştı.”
Halka gelince, onlar da şöyle diyecektir: “Mösyö Chose’un romanı, romanların en iyisi, evde kalmış kızlar, köy papazları, Y.M.C.A[1] üyeleri okumakta iyi eder.” Ya da şöyle: “Bu romanı, evde kalmış kızlar, köy papazları, Y.M.C.A. üyeleri okumamakta iyi eder.”
“Her iki halde de kitabı satın alırlar, kimileri “temiz, ahlaklı, ad usum pucellarum” bir edebiyatla, kimileri de iç gıdıklayan, açık saçık sahnelerle karşılaşmayı umar.
“Beni, affedin Bey efendi, buralara ilk gelenler, tüm reklam panolarını, görünürdeki her yeri tutmuşlar; gençlere layık görülen yerse duvar dipleri, otobüsler üzerlerine çamur sıçratıyor, köpekler paçalarından çekiyor, polisin talimatlarına rağmen boş boş gezmekten başka bir şey yapmıyorlar.”
Karşı çıktım:
“Gözümle gördüm diyemem...”
Heyecanı yüzünden hâlâ silinmemişti, sözümü kesti:
“Hiç de öyle değil, Bey efendi, gayet görüyorsunuz, ben de siz gördüğünüz için geldim, panonuzda dili sünmüş insanlara da yer vermeyi biliyorsunuz.
Hoşuma gittiniz. Henüz on dakika oldu, sizi tanımıyordum, ama nasıl hayal ettiysem öylesiniz. Afedersiniz, bey efendi, fransızcam ancak bu kadar... Demek istediğim şu, isminizi gördüğümde kafamda canlanan tiple aynısınız. Size de böyle olduğu olmuyor mu, yani... nasıl denir... isimlerin üzerine fizyonomi oturttuğunuz?
Cevabımı beklemeden devam etti.
− Kitaplarınız hoşuma gidiyor. Sanatçı havaları takınmıyorsunuz, şehirlilikten utanmayan bir şehirlisiniz, all right! Ama onu olduğu gibi betimliyorsunuz. Başkalarının hep yaptığı gibi abartılı yollara başvurup yüksek tirajlar elde edebilirdiniz, ama yapmadınız. Akademiler sizi güldürüyor, fazileti tekelinize almıyorsunuz, hovardaları oynamıyorsunuz, ne güzel. Edebiyat acemilerine karşı yardımseversiniz ki bu çok daha güzel. Biliyorum... Biliyorum... Kolonel havalarınıza bürünmeyin, soğuk maskenize rağmen, besicle gözlüklerinizin arkasında ışıldayan gözleriniz var. Bunlar acaba kötülükten mi yoksa iyilikten mi böyle ışıldıyor? İşte bu yüzden buradayım.



[1] İng. “Young Men’s Christian Association” (Genç Hrsitiyan Erkekler Birliği). (ç.n.)


Marc Wersinger | Yokluğa Düşüş | [2]

MARC WERSINGER
LA CHUTE DANS LE NÉANT
Éditions Le Pré aux Clercs
1947

birinci kısım için tıklayınız YOKLUĞA DÜŞÜŞ [I]


BİRİNCİ BÖLÜM
İLK DENEMELER

....


Ertesi gün uyandığında son derece zindeydi, hareket özgürlüğünü bütünüyle yeniden kazandığını fark etmekten büyük bir sevinç duydu. Önceki günün tuhaf deneyimini bir kez daha yinelemek istedi. Başlangıçta, bu olayı kumanda etmesi lazım gelen gizli zembereği bir türlü yerinden oynatamadı, az kalsın önceki gün yaşadıklarının bir kâbus olduğuna hükmedecekti; ancak birden bire, gömleğinin göğsündeki düğmeler teker teker atmaya başladı, aynı anda ayakları, boğuk bir sesle birlikte örtülerin altından çıkıp yatak demirlerinin arasından ileri doğru seyrediyordu.
Robert göz açıp kapamada odanın boş olduğunu anladı, tek kişi vardı o da diğer başta çamaşır ayıran hastabakıcıydı. Böylece tuhaf deneyimini tekrar etmekte tereddüt etmedi.
Şüpheye yer yoktu: artık kendi isteğiyle deve dönüşme yeteneğine sahipti.
Acaba ne gibi psikolojik bir hadise bu dönüşümün gerçekleşmesine neden olmuştu? Hiçbir fikri yoktu. Ancak bilimsel merakı bir kez uyandığından denemelerini arttırmak için sabırsızlanıyordu.
Bir an için meseleyi başhekime açmayı düşündü ancak bu fikrin aklına gelmesiyle uçup gitmesi bir oldu: başhekim seçkin bir doktordu, hiç de hafife alınmayacak böylesine bir vakayı mutlaka incelemek ister, elbette genç adamı alıkoymakta sakınca görmezdi. Ama genç adam için en başta gelen şey özgürlüktü. Ayrıca eğer ihtiyaç kendini hissettirirse Fakülte’ye başvurmak onun için her zaman mümkündü.
Robert Mûrier çocuksu bir neşe içinde Paris asfaltına ayak bastı. Doğuştan gelme melankolikliği anında kaybolmuştu, hayat şimdi ona hayran olunacak kadar güzel geliyordu.
Birkaç dakika sonra evindeydi, edindiği garip yeteneği mümkün olduğunca titizlikle incelemeye karar verdi.
Çırılçıplak kalıncaya dek soyundu. Sonra, sinirleri üzerindeki kontrolü arttırarak, bedenine büyümesini emretti. Döşeme alçalıyormuş, tavan ise yaklaşıyormuş gibi oldu. Özel bir dikkatle gözlediği elleri, daha o anda normalde olduklarından iki katı fazla büyüklüğe ulaşmışlardı. Murier ellerinin ışıkgeçirmezliğinin büyümeleri ile ters orantıda azaldığını görüyordu. Aynı anda bileklerinin ve parmaklarının kemiklerini ayırt etti. Gardroptaki aynanın karşısına geçtiğinde, dev gibi kocaman bir göğsün içinde kalbinin ritmik atışlarını belli belirsiz işitti. Derisi ve dokuları belli bir ölçüde yarısaydam hale gelmişti. Ancak deneyini uzattığı için, sinirleri üzerindeki istemli baskısını sürdürmeyi unuttu ve bir anda ilk boyutlarına geri döndü.
Organizması öyle gerilmişken yorucu bir heyecan duyuyordu. Aslında, hadise herhangi maddi bir katkı olmadan meydana geldiği için dokularının direnci büyük ölçüde düşmüş, derisi ise incelmişti; duyu sinirlerinin uçları, dış dünyayla bu neredeyse ani temastan acı verecek kadar etkilenmişti.
Epeyce eski robdöşambrını giydikten sonra, yatağında oturur vaziyette, bu tuhaf psikolojik anormalliği incelemeye devam etti. Bedenin genelinde herhangi bir ödem oluşmamıştı. Kabartı ya da şişlik yoktu, ancak tüm organların - vücudunun içinin olduğu kadar dışının da - orantılı bir gelişimi söz konusuydu.

23 Haziran 2018 Cumartesi

blogta ayın şarkısı | The Dø - Stay (Just A Little Bit More)

Louis Delluc | Charlie Chaplin | ilk sayfalar


Louis Delluc
Charlie Chaplin
Editions de Maurice Brunoff
Paris, 1921.






I

Bir müzisyen ya da müzik yazarı için Beethoven'ın geleneksel maskesi ne anlama geliyorsa, film yapımı ya da eleştirisi ile uğraşan biri için de Charlie Chaplin'in maskesi aynı anlama gelir. Öyle umuyorum ki bu deklerem fuzuli okuru kendiliğinden eler, böylece anlaşabileceğimiz insanlarla baş başa kalabiliriz.
En azından kafamız rahat olur.
Devam edelim.



II

Charlie Chaplin'in maskesi hakkında çok konuşuldu.
Kimileri, bu maske ile Japon tasarımcıların narin yüzleri arasında akrabalık kurmaktan hoşlandı, kimileri ise onda harikulade iyi öğrenilmiş Velasquez ifadeleri, sade, çekinmez Albert Dürer figürleri gördü, kimileri de oturmuş, en eski Flaman eskizleri. Bu yaklaşımlar, en azından niyet bakımından, asla tuhaf olmadıkları gibi özlerinde daima isabetlidirler, zira bu maskenin en son temsillerinde bizi çarpan, gayet açık biçimde resimsel bir görünüme sahip olmasıdır. Anime resim! Elin kulağında, gerçekleşmene az kaldı! Müzende daha şimdiden bir portre yerini aldı.
Charlie Chaplin'in maskesi, bu Anglo-Amerikan mim, şaşılacak ölçüde latinsidir. Bu maskede Kuzey’in ve Batı’nın eski ustalarındaki o parça parça birleştirilmiş düzensizliği, o buruk ağırbaşlılığı, o derin duygusuzluğu görmüyorum. Bu tatlı yüzün ekranda hüküm süren âşık melankolisi Ile-de-France yöntemleri ile kendini ifade ediyor ve tamamlıyor. Chaplin eski zamanlardan bir ressamın eseriyse, bu ressam, kesinlikle, ufak tefek tabloları Louvre’un küçük salonlarını aydınlatan on altıncı yüzyıl portrecilerindendir. III. Henri, I. François, başka kimi sayalım? Jean de Paris’den Clouet’ye varıncaya dek, tıraşlı ve kurnaz, ironik, şehveti içli suratlar, ruhani ölçünün kası kemirdiği, sinirsel ihaneti avuttuğu, gözlerin doğrudan görülmeyen yaşamıyla yetindiği mahsun ve isteksiz bekleyişler say say bitmez.
Charlie, Fransa sarayında mı doğmuştur? Dört ya da beş asrı aşkındır Latin zevkine mensup bir üstat var mıdır? Yahut, kısa geçersek, Charlie, atalarının soyuna çekmekten gelen bir inceliği mi ödünç almıştır? Bu kısa boylu Los Angeleslı İngiliz için Anglo-Sakson bir babadan ve İspanyol bir anneden az kalsın Paris’te doğacaktı dendi. Nedeninin pek önemi yok. Mevzu şu ki, Chaplin, Londralı pantomiminin matematiği içinden, ilk ressamlarımızın hemen hemen geriye dönük ve klasik iyiliğini zaman zaman bizlere iade etmekte.
Ancak bu portrede bir yaratıcı aramak neye yarar? Charlie “ressamını yitiren adam” değil. O kendi kendinin ressamı. Aynı anda hem yazar hem eser. O sadece sinemada mümkün olan şeyi yaptı – dandizm beni affetsin! – yani: kendi cismini, yüzünü, boyamak, biçimlendirmek, yontmak; sanatsal bir değiştirim. Charlie ressamdır, Villon’un şair olması gibi. O kendine en rahat biçim altındayken odur: fotojeni. İşte bu yüzden, canlı resim bakımından, bu adam tam bir yaratıcı olarak ilktir, ve, bizler daha iyisini beklemeye devam ederken, tektir.

8 Haziran 2018 Cuma

Max Jacob | Şiir Sanatı | II. kısım*


MAX JACOB

ART POETIQUE
-Şiir Sanatı –
Emile-Paul Freres,
1922.


....
. Sanatın çağrısına sırt çevirmesi için genç bir sanatçıya şöyle dersiniz: “Sanatla uğraşan acından ölür”. Oysa onu rotasına itiyorsunuz: şehitliğe susamış biridir o.
. Gaddarlık, dalavere. Delilikler, ihtiraslar, gevezelikler, sarhoşlukların hepsi, ikiyüzlülük, insanlardan biraz eksiği biraz fazlası olmak. Verimsizlik. Yirmi beş yıllık sanat yaşamı. Ancak ciddiyetle belirtmek isterim ki tüm o yitişlerimizin içinde, dostlarımdan, dürüst bir tabiatla, basitçe ‘iyi’yi arayanlardan başka başarılı olanını görmedim. Tüccarlardan bahsetmiyorum.
. Bir yazarın ondan ona geçen heyecanı ve  heyecanları hedef alan kıvraklıklar arasında ne fark vardır? Maeterlinck’in tiyatrosu.
. Bir kadın kendini süslü püslü gösteriyor, çünkü başka şekilde gösterecek kadar güzel değil.
. Halkın beğenisinin yönünü değiştirmekte piyanolar hâlâ büyük gazetelerden daha önde.
. Bir kişilik sadece, sürüp gitmekte israr eden bir hatadır.
. Etrafınızda ne var bir bakın, yaşamınız yeterince uzun olursa, kalanına ilerde bakacaksınız. Dehanız veya mucizevi uzgörünüz mü var, o halde başka taraflara bakın.


*Max Jacob | Şiir Sanatı | I. kısım


3 Mayıs 2018 Perşembe

Gautier çevirilerim Doğu Batı Yayınlarından çıktı :)






Doğu Batı Yayınları linki için tıklayınız: . AVATAR
                                                                         . FANTASTİK ÖYKÜLER








18 Nisan 2018 Çarşamba

Emmanuel Bove | Dinah'nın Ölümü | ilk sayfalar


LA MORTE DE DINAH
Emmanuel BOVE
Les Annales Politiques et Littéraires,
1 Ağustos 1928.

DİNAH’NIN ÖLÜMÜ



H a y r a n l ı ğ ı m ı n  b i r  i f a d e s i  o l a r a k;
J e a n  G i r a d a u x’ y a.

E.B



Güzel bir Ağustos ikindisi sonunda, Champerret istasyonunda tramvaydan inen Jean Michelez, Neuilly’deki uzun Bineau bulvarında geze geze, bulvarın sonunda boy gösteren “La Vie là” adlı villaya doğru yürümekteydi. Jean Michelez, hanımı ve iki çocuğu ile birlikte burada yaşıyordu. O gün yılın son güzel günlerinden biriydi. Güneş batmış olmasına rağmen ılık bir rüzgâr yolun tozunu hafifçe kaldırıyordu. Her şey yazın izlerini muhafaza etmişti. Ağaçların, fırtınalara rağmen tozları üzerlerinde kalmış yaprakları henüz hiç dökülmemişti. Bahçelerde yazlık oturma takımlarının üzerinde tenteler hâlâ geriliydi. Çağırmalar, sesler, konuşmalar her birinde ayrı bir tını vardı. Zaman zaman açık bir pencereden mavi gökyüzüne bir gramofon  ya da T.S.F cihazından bir şarkı yükseliyordu.
Bay Michelez saatine baktı. Yedi olmuştu. Hava çoktan kararmaya başlamıştı. Adımlarını hızlandırdı, bunun sebebi hanımını bekletme endişesi değildi, az önce tez elden evde olmak, konuşmak, ilgi görmek için dayanılmaz bir istek duymuştu. Otuz dakikadır tek kelime etmemişti. Saat altı buçukta yanında çalışanlar, kavuşacakları özgürlüğe zıt uysallıkta bir ses tonuyla ona veda etmişlerdi. Bürosu Michodière caddesindeydi, çalışanlardan az sonra Michelez de kapının iyi kapandığından emin olup çıktı. İlk başta ona hoş gelen bu kısa süreli yalnızlık ona şimdi ağır gelmeye başlamıştı. Yürürken, gençliğinde kim bilir kaç kez yalnız geçen bir akşamüstünün kendisini ne kadar derin bir yılgınlığa sürüklediğini hatırladı, gençliği sanki bitmeyecek gibi geçmişti zira bugün kırk yedi yaşındaysa da evleneli henüz üç sene olmuştu.
Jean Michelez, hayata ilk atıldığı zamanlar mimarlıkla uğraşmıştı. Mazur görülebilecek bir heves onu kendi işini kurmaya, müşterisini tutmaya, iş yaşamında ciddi, namuslu ve dürüst olmaya itti. “Müşteri aramayacağım, kendileri bana gelecek. Olmayacak vaatlerde bulunmayacağım, onlar da yaptığım işten memnun kalacak. Beni arkadaşlarına tavsiye edecekler. Böylece çekirdek yavaş yavaş büyüyecek. Kimseye bağımlı olmayacağım, kendi kendimin efendisi olacağım.” Bu sebâtkar bekleyiş altı yıl sürdü. Savaş başladı. Çürüğe ayrıldıktan hemen sonra, askerlik arkadaşı Gaston Bonelli’nin ısrarları üzerine, çok daha kârlı bir girişim için mesleği bıraktı.

17 Nisan 2018 Salı

Emmanuel Bove | Önsezi | ilk sayfalar

Emmanuel BOVE
Le Pressentiment
Les Œuvres libres n°172

ÖNSEZİ

I

13 Ağustos 1931, ikindi sonunda, elli yaşlarında bir adam Maine bulvarını çıkıyordu. Koyu renk bir takım elbise giymişti, başında ise açık gri, rengi atmış bir fötr vardı. Akşam yemeği için kestane rengi bir kâğıtla özenle sarılıp, paket ipliğiyle bağlanmış öteberi taşımaktaydı. Basit görünümü nedeniyle kimse onu fark etmiyordu. Siyah bıyığı, kelebek gözlüğü, çizgileri geniş gömleği, yüzeyi antika bir vazo gibi çatlak çatlak oğlak derisinden ayakkabıları, doğrusu kimsenin dikkatini çekmiyordu.
Bir sokak köşesinde, merakı milletin başına üşüşmesine sebep olur mu diye kendine sormadan, oynayan çocukları izlemek için dakikalarca durdu. Yüzünde oğlu ölüm tarafından elinden alınmış kederli bir babanın ifadesi vardı. Daha ileride, bir tütüncü dükkanına girmek için bulvarın karşısına geçmesi gerekti. Ama bunu bin bir ihtiyatla, bir kolu havada, bir çocuk arabasının öne çıkmasından faydalanarak ancak gerçekleştirebildi. Ağır bir hava vardı. Gökyüzü kapalıydı, bununla birlikte ışık kör ediciydi. Montparnasse garına yakın bu mahallede çokça rastlanan kamyoncular cekettiz geziyorlardı. Direksiyonları başında, nefes almak kadar doğal bir biçimde birbirlerine sataşıyorlardı, her birine genel bir aldırmazlık hakimdi. Charles Benesteau – adamın adı böyleydi – mezarlığın yukarısında sağa döndü ve Vanves caddesine girdi. İki yüz metre ilerde, ön cephesi kömür kalemiyle karaya boyanmışa benzeyen bir evin önünde durdu. Girişin kenarında bir tabela yayalara boğaz hastalıkları uzmanı, doktor Schawarz adında birinin varlığını bildiriyordu. Benesteau kapıcı kabininin kapısını çalmadan, “Benim” diyerek açtı, kendisi için küçük bir masanın üzerine bırakılmış gazeteyi aldı ve merdivenleri çıkmaya koyuldu.
Charles Benesteau karısı ve çocuklarını terk edeli, Adliye’de görülmeyeli, ailesinden, hanımının ailesinden, dostlarından kopalı, Clichy bulvarındaki apartman dairesinden ayrılalı bir yılı biraz aşmıştı. Peki ne olmuştu? Hısım akrabasının şefkatiyle, meslektaşlarının saygısı ile sarılmışken bir insanın hayatını büsbütün değiştirmesi ilk bakışta elbette anlaşılmazdır. Bu sebeple okur, Charles’ın kişiliği ve geçmişinden bahsetmekte geciktiğimiz için bizi affetsin.

***

Charles’ın hal ve hareketleri Benesteau ailesini özellikle de babasını ilk kez 1927’de şaşırtmaya başladı. Charles karamsar, alıngan ve sinirli bir hale gelmişti. İlk başta savaşın sonradan ortaya çıkan bir sonucu olduğunu sonra da bir hastalık ihtimalini düşündüler. 1928’de hanımıyla birlikte Güney Fransa’ya gitmeye karar verdi. Fakat dönüşünde, değişen bir şey olmadı. Hatta durumu daha da kötüleşmişti. Yine de düzenli bir biçimde işinin gereklerini yapmaya, çevresiyle alâkalı her şeye karşı ilgili olmaya devam ediyordu, ama bunu sırrı olan biriymiş gibi dalgın, aklı başka yerde, üzgün bir havayla yapıyordu, onu az önce, durmuş, oynayan çocukları izlerken gördüğümüze tuhaf bir biçimde benzer bir havayla. Ona bir şey sorulduğunda cevap vermiyordu, yahut omuz silkiyordu. Paskalya tatilinden sonra Adliye’ye bir daha dönmedi. Bu farkedilmekte gecikmedi ve bir aile meclisinin toplanmasına neden oldu. Ona sorular sordular, Öyle ikna edici oldular ki sonunda cevap vermeye razı oldu. Ona göre dünya kötü idi. İyilik için hareket etmek de kimsenin harcı değildi. Etrafında sonsuza dek yaşamak zorundalarmış gibi hareket eden haksız, bön, kendilerine hizmet edebilecekleri pohpohlayan, başkalarından bihaber insanlardan başka kimseyi görmüyordu. Bu şartlarda kendisine hakikaten kendisine hayatın yaşamaya değer olup olmadığını soruyordu, etrafındakileri aldatmak için başvurduğu sefil çabalara bakılınca asıl mutluluk yalnızlıkta olamaz mıydı? Bu sözleri ailesi üzerinde oldukça kötü bir etki bıraktı. Herkes şaşkınlık ve endişeyle birbirine bakındı. Charles’ın dudaklarından dökülen bu fikirler sanki bir çocuğun ağzından çıkıyordu. Şimdiği yaptığı gibi konuşmaya hakkı olmadığına, böyle sözlerin biçarelere layık olduğuna dikkatini çektiler.

13 Nisan 2018 Cuma

René Pujol | Tuhaf Dedektif

RENÉ PUJOL
Le Dédectıve Bizarre
Editions FAYARD (Collection Aventure)
1929, Paris.

TUHAF DEDEKTİF

Birinci Bölüm

SÜRPRİZ

PAULETTE yatağında doğruldu ve kulak kabarttı, zira evde tuhaf bir şeyler oluyordu. Koridorda koşuşturmalar, düzensiz aralıklarla kapılardan birine inen yumruklar ve durmadan şunları tekrar eden boğuk bir ses:
— Açın bayım!... Açın!...
Bir kaç saniye geçmesi Paulette’in tam anlamıyla uyanmasına yetti. Yere atladı ve teki yatağın altına gitmiş terliklerine bakındı.
Dışarda, bağıran başka bir ses:
— Gidin de bir çilingir bulun!...
Paulette pijamasını düzeltti, kısa saçlarına hızlı bir fırça darbesi indirdi. Sarışın, güzel bir genç kızdı, en fazla yirmisindeydi. Kalemle çizilmiş gibi kaşların kemeri altında koca gri gözleri yüzünü aydınlatıyordu. Hafif kalkık küçük burnu ve obur dudaklarıyla çocuksu ama aynı zamanda oldukça kadınsı bir havası vardı.
Odasından çıkmadan önce otomatikman saate baktı. Saat on. Normalde çok daha erken kalkardı, ancak önceki gün Opera’da bir Lohengrin temsilinden sonra, teyzesi, amcası ve arkadaşlarıyla birlikte Montmarte’a gece yemeğine gitmişti.
Holün sonunda, banyonun önünde dört hizmetli toplanmıştı. Aşçıbaşı Pierre, iki oda hizmetçisi Leontine ve Maria, ve şoför Gaston. Bıkıp usanmadan kapıya vuran işte bu sonuncusuydu, şöyle sesleniyordu:
— Açın bayım!... Açın!...
Pulette’i fark eden aşçıbaşı ona bir adım yaklaştı, genç kızın soracağı soruyu tahmin edip hemen açıkladı:
— Çok endişeliyiz küçük hanım... Beyfendi bir saatten fazladır banyodan çıkmadı... Arayan oldu, kendisini çağırmaya gelmiştim... Kapıyı çaldım, fakat yanıt vermedi... Bunun üzerine daha güçlü ve ısrarla çalmaya devam ettim, ama yine yanıt alamadım...
Genç kız kapıyı bir de kendi açmayı denedi;
— Amcamın gerçekten banyoda olduğundan emin misiniz? diye sordu.
— Evet küçük hanım... Kapı anahtarlı, içerden kilitlenmiş...
— Bir saatten fazladır içerde mi diyorsunuz?
— Evet küçük hanım, hemen hemen.
— Onu banyoya girerken gören biri oldu mu?...
— Ben gördüm, dedi hizmetçi.
— Acaba rahatsızlandı mı?...
— Ben de aynı şeyi düşündüm... Jean’ı çilingire gönderdim...
— Hanfendiye haber verdiniz mi?...
Dalgın aşçıbaşı şakaklarını ovdu:
— Ne yazık ki küçük hanım, o tarafta da... garip bir şeyler söz konusu.
— Ne oldu?... Çabuk söyleyin! dedi genç kız sabırsızlıkla.
Aşçıbaşı düşünmeden ağzından kaçırdı:
— Küçük hanım... Hanımefendi, kayboldu.
Bu beklenmedik açıklamayla irkilen Paulette:
— Ne demek kayboldu?...
— Bu doğru küçük hanım. Her yere baktık, hanımefendi evde yok.
— Ne zamandan beri?...
— Ne yazık ki küçük hanım, biz de bilmiyoruz...
— Bahçede de mi değil?...
— Bahçeye de baktık, orada da yok.
— O halde dışarı çıkmıştır!...
— Acaba nasıl çıktığını düşünüyorsunuz ?
— Kapıdan elbette.
— Öyle olmamış, küçük hanım... Kapıcılar bu konuda kesin konuştu. Kabinlerinden ayrılmazlar, kapıyı sadece onlar açar. Ne madam ne de başka biri dışarı çıkan kimse olmamış.
— Ama bu söyledikleriniz gerçeğe hiç de yakın görünmüyor, Pierre!...
— Küçük hanıma bildirmeden önce söylediğim detayların hepsinden emin oldum...
Paulette ebeveynlerinin odasına koştu. Yatak toplu değildi, eşyaların üzerine giysiler atılmıştı ve kimseler yoktu. İçeriye normal denecek kadar, kısmi bir dağınıklık hakimdi; kavga ya da boğuşma olmamıştı.
— Fakat teyzem giyinmemiş!... diye bağırdı genç kız sandalye üzerine bırakılmış bir elbiseyi kaldırarak.
Aşçıbaşı, pek emin değilmiş gibi:
— Hanımefendi galiba, bornozuylaydı...
— O halde fazla uzakta değildir... diye sonuca bağladı genç kız, mantıklı düşünmeye çabalayarak. Onu aramaya hemen başlayabiliriz ancak ilkin amcamla ilgilenmek zorundayız... Acilen banyoya girmemiz gerek... Penceresi açık değil mi?...
— Kapalı, küçük hanım. Açık olsaydı da yine bir işe yaramazdı çünkü hayli sağlam demir çubukları var... Geçmesi imkansız.
— Geçmemiz şart değil, ama en azından içeriyi, amcama ne olduğunu görebilirdik.
— Camlar buzlu, hiçbir şey görülmez.
— O halde biz de kırarız! ... diye sesini yükseltti Paulette.
— Bunu ben de düşündüm, diye yanıtladı Pierre, naifçe; fakat sorumluluğu almaya cesaret edemedim... Bu camların her bir karosu en az elli frank.
— Paranın sırası mı şimdi!...
— Pekâlâ küçük hanım, camı kırıyoruz...
Dauteriveler, Monceau parkına bakan lüks otellerden birinde yaşıyorlardı. İki katlı bu otel Louis-Philippe devrinden beri aileye aitti ve miras hilelerine rağmen asla başkalarının eline geçmemişti.
— Bahçeye bakarken, dikkatinizi çeken bir şey oldu mu?
— Hiç ama hiç bir şey dikkatimizi çekmedi, küçük hanım...
— Belki de izler vardı?...
— Herhangi bir iz olmadığından eminiz, küçük hanım... Bahçıvan gezinti yollarını daha dün akşam tırmıkla temizledi. Aramayı başlattığımızda kumun üzerinde hiçbir iz yoktu.
Son derece iyi bakılan koca bir bahçe binayı Monceau parkından ayırıyordu. Şüphe yok ki, hırsızları caydırmak için, giriş kattaki her pencereye az önce Pierre’in sağlamlıklarından dem vurduğu demir çubuklar takılmıştı; bu çubukların araları öyle dardı ki küçük bir çocuk bile geçemezdi.
Uşak efendisini seviyordu, ama onun için yaralanmayacak kadar. Yumruğuna bir havlu sardı ve yarı saydam camı kırdı.
Banyodan içeri endişeli bir bakış attı.
— Amaan!... Küçük hanım... diye kekelerken rengi solgunlaştı.
Bay Dauterive, çırılçıplak, yüzü yere yapışık, fayansların üzerinde boyluboyunca yatıyordu. Su dolu küvet baygınlığın onu tam da banyoya girecekken yakaladığına işaret ediyordu.
— Amca!... diye haykırdı, Paulette. Amcacığım, cevap ver!... Yalvarırım!...
Fakat bay Dauterive’in bedeni hâlâ hareketsizdi.
— Neyse ki çilingir geldi! dedi aniden Pierre. Beyfendiyi kurtarabileceğiz.
— Çabuk!.. Kapıyı açsın hemen!...  Çabuk olun!...
Jean’ın getirdiği çilingir kendisine verilen biraz  da aşırı önemin bilincindeydi. Pek de acele etmiyordu, ağır adımlarla yaklaşırken elinde geniş bir maymuncuk takımını şıngırdatıyordu.
— Yapmayın be! Bunun için mi çağırdınız beni, dedi ve kilide küçümseyerek baktı.
— Acele edin bayım!... dedi Paulette.
— Elbette küçük hanım, fakat öncelikle... Burası sizin kendi eviniz öyle değil mi? Kapıyı açtırmaya hakkınız var mı?...
— Evet evet, çabuk olun lütfen! Açın şu kapıyı artık!...
— Ne gerekiyorsa yapılacak!... diye temin etti sanatkâr.
Gereksiz yere kapıyı itip çekti, kilidi daha yakından inceledi ve büyük bir ciddiyetle herkesin peşinen bildiği şeyi tekrarladı:
— Anahtar üzerinde, içerden kilitlenmiş!... Öncelikle ondan kurtulmak lazım.
İpince, kolları düz bir cımbızı kilide soktu, çevirdi ve itti. Anahtarın diğer tarafta yere düştüğünü duydular.
Çilingir göz kırptı:
— İşte bu kadar, diye mırıldandı. Gerisi çocuk oyuncağı!... Bakalım ne kadar dayanabilecek!...
Gerçekten de zekice seçilen ilk maymuncukta kilidin dili hemen boşa çıktı. Buna rağmen kapı hiç açılmadı.
— Yapacak bir şey yok!... diye bitirdi çilingir. Kilidin üstünde bir de sürgü var.
— O halde kapıyı kırın, diye yalvardı Paulette, ellerini ısırarak. Bir adım uzağımızdayken amcamı kurtaramamak ne korkunç!
— Haklısınız!... diye onayladı aşçıbaşı. Uzun zamandır ben de böyle yapmamız gerektiğini düşünüyordum; kapıyı kırmak gerek!...
Güçlü kuvvetli biri olan şoför Gaston kapıya şiddetli bir omuz darbesi indirdi. Fakat kapı yerinden bile kıpırdamadı.
— Hiç çabalamayın!... dedi çilingir. Böyle bir kapıyı bu şekilde açamazsınız. Basbayağı koçbaşı lazım, ama oyuncak gibi bir şey olmayacak. Menteşeler öyle çok daha çabuk sökülür...
— Madem öyle hadi başlayın!... diye bağırdı Paulette, adamın gevezeliği onun için dayanılmaz bir hal almıştı.
Ancak çilingirin hayal kırıklığıyla of çekmesi uzun sürmedi.
— Hay aksi!... Menteşeler içerde...
Üzüntü ve şaşkınlıktan iyice çılgına dönmüş Paulette:
— Peki ne yapmak gerek?
Çilingir alnını kaşıdı:
— Yapabileceğimiz tek şey murçla kapıyı parçalamak. Allahtan yanımda var...
— Yalvarırım, acele edin!...
Çilingir, evin sesi iyi yansıtan duvarlarında yankılanan ilk çekiç darbelerini indirirken, Pierre telefonla eski aile hekimi doktor Lecourbe’a haber verdi. Şans eseri yaşlı adam evindeydi, derhal geleceğine söz verdi.
Paulette şimdi teyzesini düşünüyordu. Bayan Dauterive acaba nerede olabilirdi?... Yokluğu kesinlikle açıklanamazdı.
— Otelin her odasına dikkatle baktınız mı?... diye sordu genç kız.
— Mahzene bile gittik!... diye yanıtladı, heyecandan titreyen Maria.
Soğukkanlılığını henüz yitirmemiş aşçıbaşı onu payladı:
— Bir yatak hazırlasanız!... Örtüleri ısıtsanız... Sıcak su torbalarını doldursanız... Doktor geldiğinde her şeyi hazır bulmalı...
İki hizmetçi kadın ne yapacaklarını pek de bilemeden, kafaları meşgul uzaklaştı.
En sonunda çilingir kapıdan bir levha ayırmayı başardı. Açılan boşluktan kolunu geçirdi ve sürgüyü çekti.
— Pek hoş bir iş değil!... dedi alnını silerken. Pekâlâ, artık içeri girebilirsiniz!... Bundan sonrası beni ilgilendirmiyor.
Paulette ve Pierre içeri atıldı. Aşçıbaşı bedeni çevirdi ve aceleyle üzerine bir havlu örttü.
— O nasıl, Pierre?...
Hizmetli kafasını salladı:
— Zannederim, küçük hanım...
Sözlerinin anlaşılması için uzatmasına gerek yoktu.
— Aman Tanrım!... diye kekeledi Paulette, içini zapteden  dehşeti bastıramayarak.
Daha önce hiç ceset görmemişti, fakat yarı aralık dudakların ve donuk gözlerin ne anlama geldiğini biliyordu.
O an koridorda aceleyle yaklaşan adımların sesi duyuldu:
— Yoksa teyzem mi?... diye sordu Paulette.
— Hayır küçük hanım... gelen doktor...
Nefes nefese kalmış Doktor Lecourbe baskın yapar gibi içeri daldı:
— Neler oluyor?... O nerede?... Korkma Pauletteçiğim... Galiba...
Bitiremedi. Bir profesyonel olduğu üzere ölümün resmini gayet iyi biliyordu. Bay Dauterive’in gövdesi önünde diz çökmüş nabız yokluyor, kalbi dinlemek için eğiliyor, kanın çekildiği dudaklara ayna tutuyordu.
Ayağa kalktığında Paulette’in bakışlarından kaçınmak için yönünü değiştirdi.
— Onu yatağına götürün, dedi kısaca.
Aşçıbaşı çabalamaya devam ediyordu:
— Tuz getirelim ister misiniz, doktor?... Ya kan çekici?... Jean, ecza çantasını getirin!...
Fakat doktor Lecourbe kafa salladı:
— Gereği yok!... Üzerine bir şeyler giydirirseniz iyi olur...
— Galiba ölmüş, diye teşhiste bulundu çilingir, kasketini çıkararak.
Paulette tasa içinde, eski dostunun avcuna dokundu:
— O ölmedi, değil mi?... Bana onun ölmediğini söyleyin!...
Lecourbe babacan bir edayla onu kollarına bastırdı:
— Cesur olun, küçük kızım... Maalesef... Zavallı Dauterive artık hayatta değil.
 Paulette gençliğin verdiği canlılıkla, şiddetle karşı çıktı:
— Yanılıyorsunuz!... Bu mümkün olamaz!... Daha dün gece ne kadar neşeliydi, sağlığına diyecek yoktu!...
— Ömür kısa, bizler de kelebekler kadar naziğiz, diye iç çekti doktor.
— Fakat ölmesinin sebebi ne?...
— Kan akını, yahut atardamar tıkanması... kim bilir... Bayan Dauterive nerede?...
— Kayboldu...
Doktor şaşkınlıktan kelebek gözlüğünü öne düşürdü.
— Kayıp mı oldu?... Bu da ne demek?...
— Ona ne olduğunu bilmiyoruz...
— İnanılır gibi değil!...
— Evet öyle fakat doğru, diye yanıtladı aşçıbaşı.
Pierre ve şoförün taşıdıkları bedeni takip ederek, kuyruk halinde çamaşır odasından geçtiler.
— Bayan Dauterive’in yokluğundan ne zaman haberdar oldunuz?...
— Bu sabah, doktor...
— Yürüyüş yapmaya ya da giysi provasına gitmiştir, kim bilir ...
— Kapıcı kesin konuştu: madam kapıdan çıkmamış.
— Pencereden gitmiş olabilir demeyeceksiniz, umarım...
Ansızın odanın bir duvarını kaplayan gardroplardan birinin kapağı açıldı. İnce, kıza boylu, ürkek yüzlü bir kadın dolabın içinden çıktı ve kendisi kadar hayretler içindeki ziyaretçilere sordu:
— Bu şaka da ne oluyor böyle?!...
Bu bayan Dauterive’di.