Charles
Baudelaire, hayatı ve eserleri
Charles Asselineau
PARİS
Alphonse
Lemerre
1869
I
İNSAN VE YAPIT
Baudelaire’in
hayatı kaleme alınmayı hak ediyordu. Çünkü onun hayatı yapıtının bir yorumu ve
tamamlayıcısıdır.
O, ömrü
sürekli çalışma masasında geçen ve kitap bittiğinde söyleyecek başka sözü
kalmayan titiz, düzenli yazarlardan değildi.
Çok kez
dile getirildiği üzere yapıtı onun kendisidir; ancak onu her şeyiyle yapıtının
içinde görmek mümkün değildir.
Yazılıp yayınlanmış eserin
ardında konuşmuş, hareket etmiş, nefes almış başka bir eser daha vardır; bunun
ayırdında olmak önemlidir çünkü o, Baudelaire’in kendisinin de belirttiği gibi,
asıl eser, onun doğası ve nasıl meydana geldiği hakkında fikir verir.
Yaşamaktansa
çalışmayı yeğleyen, hareket etmeyi ise iş sonrası bir dinlence olarak gören
insanların çoğunun aksine Baudelaire en başından itibaren yaşamaktan yana oldu.
Merakla, hayranlıkla, çözümleme arzusuyla düşüncelerini gösteriden gösteriye,
söyleşiden söyleşiye gezdirdi. Düşüncesini sıradışı konularla besliyor,
uyuşmazlıklarla sınıyordu; ona göre yapıt hayatın bir özetiydi yahut onun
sözler ile bezenmiş haliydi.
Yöntemi
konsantrasyondu; kısa metinlerde, yarım sayfalık bir düzyazıda yahut bir sonede
elde ettiği yoğun etki bununla açıklanabilir. Bu ayrıca düzyazı tekniklerine
duyduğu derin merakı, düşünsel yapıtların plan ve yapılarıyla ilgili
beğenisini, kombinasyonlar ve yöntemler ile ilgili sürekli bir araştırma içinde
olmasını da açıklıyor. Onda, nasıl yapıldıklarını öğrenmek için oyuncakları
parçalayan bir çocuğun naif merakı vardı. Yürekten sevip imrendiği ustası ve
kahramanı, Edgar Poe’nun, soğukkanlı bir cambaz gibi numaralarını açıkça
gösterdiği ve belirli, pozitif ve matematiksel yöntemlerle Kuzgun şiirinde bir sayrılık ve dehşet hissini yaratmayı nasıl
başardığını anlattığı yazısını okumaktan büyük keyif alırdı. Baudelaire a posterieuri bir yaratım şarlatanlığına kesinlikle kapılmamıştı, bununla birlikte kimi zaman a posterioriye başvuruyor ve onu burjuva aylaklığı için
kurulmuş iyi bir tuzak olarak da görüyordu. Fakat bu konuda iyi niyetli
olduğundan eminim. Hazırlanmış mucizelere, düşünülüp taşınılmış bir cümle ile
okurda mutlak surette herhangi bir heyecan uyandırmanın mümkün olduğuna ciddiyetle
inanırdı. Onun bu kanısı Théophile Gautier’in ünlü aksiyomunun doğal bir
sonucudur: “Bir göktaşı gibi aşağı düşerken, bunu ifade etmek için kısa
sözcükler bulan herhangi fikre sahip bir yazar, gerçek bir yazar değildir.” Baudelaire
ise içtenlikle şöyle demişti: “Parlak, yüce, rezil ya da grotesk bir arzunun
emrinde olmayı bilmeyen şair, şair denmeyi hak etmez.” Pek çok kez şiir okuluna
gittiğinden, yirmi ders sonunda doğru dürüst epik ve lirik şiirler yazmayı
becerebilen ilk kişi olduğundan bahsederek övünmüştür. Özgün olmak için yöntemlerin
olduğunu iddaa ederdi, ona göre sanatsal yaratıcılık bir çıraklık süreciydi. Dünyayı
kendi kuvveti ölçüsünce değerlendiren, ulaştığı şeye başka herkesin
ulaşabileceğini düşleyen yüce bir ruhun hataları… Dehanın kendiliğinden ortaya
çıktığını ve özgünlüğün öğrenilebildiğini, açık hava ressamı M. Corrot’nun becerisine
yetişmek konusunda birisinin sorduğu soruya verdiği şu cevapta da görmek mümkün:
“Bakın. Ne gördüyseniz onu çizin.” İyi niyetli ressam tavsiyesine şunu eklemeyi
unutuyordu: Gözlerimi ve parmaklarımı alın, ayrıca zekâmı da. Aynı şekilde
Théophile Gautier, çalışmaya üzücü bir şekilde ara verdiğinde, dehanın kendinde
sihirli ve az rastlanır bir yeteneğin olduğunu herkese kabul ettirme ayrıcalığı
olduğunu bilmezden geldiğini dile getirmiştir. Baudelaire şiirsel yeteneğin ve
özgünlüğü öğrenmenin teknik bir mesele olduğunu ileri sürerken, öncelikle kendi
değerini soyutluyordu. Zira
bu sadece gramer ve yöntemsel tekniklerle uğraşanların, daha doğrusu uğraşabilenlerin
faydalanabileceği bir olgu.
Tıpkı
Théodore Banville’in söylediği gibi Baudelaire, “Oldukça genç, bir o kadar
şöhretliydi.”[1]Sanat
ve edebiyat çevrelerinde “özgün” bir şair olarak kendisinden söz edilmeye
başlandığında henüz yirmisinden fazla değildi; iyi bir eğitim almış XIV. Louis
öncesinin açık yürekli ve kararlı ustalarını, özellikle Regnier’i okumuştu.
Fakat bu nesil zamanında belirgin bir etki göstermemişti; bu nedenle Baudelaire
kimsenin takipçisi olmadı. Fakat, yorum, stil, tamlık, netlik ve açıklık
bakımından yakınlarından etkilendiğini söyleyebiliriz.
Henüz o
yıllarda (1843-1844), Elem Çiçekleri’nde
(1857) yer alan çoğu şiiri bitmişti, ve şair on iki yıl sonra
yayınlanmalarından önce hiç bir değişiklik yapmaya gerek duymamıştı. Zira, stil
ve anlayış açısından çok önceden bir usta haline gelmişti.
Hayatın
içine girdiğimiz o yaşlara gelinceye değin Baudelaire çok yaşamış, çok görmüş,
sürekli düşünmüş ve kendisi üzerine kafa yormuştu. Uzaklara seyahat etmiş,
manzarası ve havasıyla zihninden hiç çıkmayan Hindistan’a kadar gitmişti.
Babasının ölümüyle erken yaşta bağımsızlığını kazandı, böylece küçük bir varlığın
sahibi oldu ve meraklarını giderip sanat öğrenimini finanse edebildi.
Yolculuklarla ve erken yaşlarda edinilen deneyimlerle harekete geçen ruhu
olgunluğa ermişti; başkalarının karşılaşmayı hayal bile etmeyeceği zorluklara
atılmayı bildi, bu tür girişimleri
aptallığa meydan okurcasına git gide artan bir deneyim arzusuyla benimsemişti.
Bu yüce
ruhlu insanın biyografisinde, anekdotlar yahut dedikodularla maval okumaya
kalkışmayacağım. Bununla birlikte şunu belirtmem gerekir ki, sersemlerin
ikiyüzlü kibri sıradanlığa sürekli indirilen darbelerle kırılmıştır. Giyim
kuşamda, mobilyalarda, hal ve hareketlerdeki tuhaflıkta, konuşma ve
fikirlerlerdeki acayipliklerde şekil bulan bu kibir, acaba Elem Çiçekleri’nde ışığını saçan isyanın ve adi bir uzlaşıya karşı
düşmanlığın kazanımlarına, çoğunluğu şaşırtmak ve rahatsız etmek için gün be
gün, süreğen bir biçimde kavgaya girişme ihtiyacına işaret etmiyor mu? Bu,
düşünceyle evlenen hayattı, eylemin hayalle birleşmesiydi, ki bunu en cesur
şiirlerinden birinde ileri sürmüştü. Onun dışında herşey kendisini tadını
çıkarmaya bıraktığı gülünçlüğün altında can vermişti, etkileri ona neşe
veriyordu, değerinin sarsılmaz bilincini sevine sevine, şükreder gibi
taşıyordu.
Sadece aptalları kızdırabilecek
bu şakaların arkadaşlarının ağırına gitmediğini de eklememiz gerek. Kimsenin
bunlara katlanmak zorunda olduğunu söyleyemeyiz, hatta eğleniyorlardı ve hoş
sohbetleri bunlarla renkleniyordu.
Bu onun için aynı zamanda tanıdık
olmayanlar hakkında bir sınamaydı. Tuhaf ve gülünç bir soru, paradoksal bir
söz, karşısındaki insan hakkında karar vermesine yarıyordu; verilen cevabın
tonunda ve tavırda bir samimiyet ve anlayış varsa, hemen doğal haline geri döner, yine en iyi, en candan arkadaşlardan biri
olurdu.
Hayatının bilinmeyen bu döneminde
Baudelaire, beyefendilere özgü bir şekilde tarihi bir evde kalıyordu, meşhur
Pimodan Oteli, saygın edebiyatçı ve sanatçıların uğrak noktası olmuştu ve
Théophile Gautier, öykülerinden birine, Haşhaşiler
Kulübü’ne mekân olarak burayı seçmişti. Orada hep çatı katında senelik üç
yüz elli franklık bir dairede kaldı, hafızam iyidir! İki odasından ayrı bir de çalışma
odası vardı. Oturma odası, yatak odası, çalışma odası şu an gözlerimin önünde,
tavan ve duvarlar siyah-kırmızı bir duvar kağıdıyla kaplanmıştı, ışık bir tek
pencereden giriyordu ve
camları en yüksekdekiler de dahil olmak üzere donuklaşmıştı,
“gökyüzünden başka bir şey görmemek için” derdi. Sonraları bu melonkoli
havasından sıyrıldı, otel ve sokakları herkesten çok sevdi. Bir yerde şöyle
der: “Uzun zaman penceremin önünde gözlerime tatlı bir acı veren kırmızı yeşil
bir içki masam oldu.” (Salon de 1846).
Yüklük ve şöminenin ortasında 1843’te Emile Deroy’un yaptığı portreyi hâla
hatırlıyorum, karşı duvarda daima kitaplarla dolu olan bir divanın üzerinde,
aynı ressamın Baudelaire için yaptığı Cezayir
Kadınları tablosunun bir kopyası asılı, şair bu tabloyu göstermekten gurur
duyardı. Hatırımda böylesine güzel kalan o kopya acaba ne oldu? Bilmiyorum, bu
konuda Baudelaire de bana bir şey söylemedi. Ne mutlu ki, portre korundu ve ilk
edebiyat yılında Elem Çiçekleri’nin
şairinin fizyonomisi hakkında fikir verebiliyor
Zavallı Deroy hakkında da bir
şeyler söyleyelim, yetenekli bir sanatçıydı, 1847’den önce genç yaşta öldü,
haklı olarak gençlik hatıralarımızda onun da bir yeri var. Paris ve İsviçre
caddelerinde oldukça iyi tanınan Litografyacı Isidor Deroy’un oğluydu. Kimin
öğrencisi olduğunu hatırlamıyorum, keza usta olarak birini benimseyip
benimsemediğini de. Délacroix’nın parlak başarısı ve Couture’ün uyandırdığı ilk
yankılarla koloristlerin yükselişe geçtiği bir dönemde, Deroy da oldukça
yetenekli ve olgunlaşmış bir sanatçıydı.
Bahsettiğim portre ve kaybolan ya da bir yerlerde unutulan,
Baudelaire’in çok değer verdiği Cezayir Kadınları’nın kopyası dışında, ondan
geriye, bir sokak şarkıcısı etüdü[2],
kimi potreler, bunların içinde Théodore Banville’in babasının, ki onunla şairin
evinde hâla rastlaşırız, Pierre Dupont’un, Privat d’Anglemont’unkiler ve
Nadar’ın muhafaza ettiği bir kadın portresi etüdü sayılabilir. Bir ressam
olarak oldukça düzenliydi, harika bir koloristti, ayrıca zeki ve açıkgörüşlü
bir insandı, karanlığa savaş açan değerli her insan gibi, sözünü sakınmaktan
çekinmezdi.
Yoksulluk ve inziva onu güvensiz
ve sert biri haline getirdi. Keder ve yalnızlık içinde öldüğünde pek iyi
geçinmediği hatta korkuttuğu meslaktaşları onu özlemle anmadı; fakat yeteneğine
şahit olanlar ve parlak geleceğine
inananların saygı ve sempatisini kazandı. Sanatçı kişiliği ve
düşünceleri nedeniyle Baudelaire onu çok severdi, yedikleri içtikleri ayrı
gitmezdi. Baudelaire ile Deroy’un aracılığıyla, Salon de 1845 dolayısıyla
tanışmıştım.
Portremize geri dönelim,
günümüzde çok az insan Baudelaire’i bu portredeki haliyle tanımıştır, sakallı
bir Baudelaire, siyah giymeye adanmış ve stil sahibi.
Tamamen macunla resmedilmiş
figürün bir kısmı açık renk fonda bir kısmı ise donuk kırmızı çuhada çıkmış.
Fizyonomisi kaygılı ya da daha çok kaygı verici; gözler kocaman açılmış,
gözbebekleri direkt, kaşlar kalkık, dudaklar konuşmak üzere; ince ve sık
sakallar sanki dokunulmamış gibi, yanakların ve çenenin çevresinde hafifçe
kıvırcıklaşmış. Saçlar oldukça gür ve şakaklarda tutamlaşmış; gövde sol dirseğe
doğru eğilmiş, siyah bir takım elbisenin içinde, kıvrılmış muslin yakaya
elbisenin içinde hafifçe görünen beyaz bir kravat takılmış. Bu kostüme
cilalanmış çizmeleri de ekleyelim, açık renk eldivenleri ve şık bir şapkayı da;
Saint-Louise adası civarlarında yahut, gösterişe kimsenin önem vermediği ıssız
ve yoksul mahallerde dolaşırken karşılaşabileğiniz Baudelaire işte böyle
biriydi. Şu an bu resime bakarken La
Fanfarlo’da çıkan Samuel Kramer’in Portresi hikayesini hatırlamamam
imkansız, hikayenin kahramanı bence kesinlikle yazarına benziyor. – “Samuel’in
alnı açık ve soyludur, gözleri kahve damlası kadar parlaktır, burnu muzip ve
alaycıdır, dudakları utanmaz ve şehvetlidir, çenesi dörtkenar ve dediğim
dediktir, saçları kasıntılı bir biçimde Rafaelvaridir...” Bir kaç sayfa sonra
yazar bu buruna, Samuel’in fizyonomisinde ve portede başlıca ve belirgin
özelliğe geri döner: “Aşırı yüksek alnına, balta girmemiş bir ormana benzeyen
saçlarına, enfiye tiryakisi burnuna rağmen hanım onu pek de fena bulmuyordu...”
Bizim için tarihten bir sayfa
olan bu portre, gerçekten de ümit dolu ve şiirsel bir gençliği gözlerimin
önünde yeniden canlandırıyor: Lüksemburg’a ve Louvre’a yapılan uzun geziler,
atölye ziyaretleri, hoş kafeler, l’Odeon Lireux’deki suareler. Kostümü ve
duruşuyla ortak arzuları temsil eden bu sessiz figürün çevresinde birden bire
genç çehrelerden oluşan bir topluluk beliriyor: Pierre Dupont, Théodore de
Banville, Levasseur, Prarond, August Dozon, Jules de la Madelaine, Philippe de
Chevennières, hepsi aynı ümitle gülümsüyor ve aynı arzuyu dile getiriyorlar, bu
masum bir dilek, fakat ölçüsüz, çünkü sonu sonrası yok, aynı zamanda kimilerine
göre aptalca; yine de alçaklık bu isteğe hiçbir zaman nüfuz etmedi. Şunu
söylemek istiyorum: o zamanlar gelecekle ilgili düşlerde paraya ve “mevkii”ye
yer yoktu. Özlemlerimizin ebedileştiği anılarımızdan yola çıkarak kendimiz
hakkında fikir verebilmek için şöyle diyebiliriz: arzular ne kadar büyük
idiyse, arkadaşlık da o kadar canlı ve neşeliydi. Eğer bir gösteriş varsa bu
burjuvalar içindi, ve koyu renk giysiler, dağınık saçlar, -Çinlilerin savaşta
taktığı canavar maskları gibi, düşmanı korkutmaya yarıyordu.
Baudelaire portresine gelince,
kaldığı her yere onu da beraberinde götürmekten usandı. “Angaryadan bıktm”
demişti. Ve bu zamana dek onu elinde tutan bir arkadaşına onu hediye etti.
[1]Théodore
Banville ile ilgili kısım, Poétes
Françaises IV. Cilt, 1862.
[2]O
zamanlar latin mahallesine takılan bu genç gitarist, şair ve ressamların
zihinlerini oldukça meşgul etmiştir, Bu hanımın, Th. de Banville’in Stalaktites (Sarkıtlar), piyesiyle
ilgisi vardır, zira piyes şu sunumla başlar: “küçük bir sokak şarkıcısına”, ayrıca
Elem Çiçekleri’ndeki Mendiante
Rousse’un da (Kızıl Dilenci) o olduğuna inanıyorum.
* On yıl kadar öncesinden bir çeviri,çalışırken şüpheli bulduğum kısımları renkli şeritle işaretliyorum, bir paragraf baya sıkıntılıymış o haliyle bırakmışım; eski baskı kitaplarda "s" harfi yerine "f"ye benzer bir karakter kullanıldığı oluyor, bu çeviri için bulabildiğim özgün metinde de böyleydi, "s" meselesi beni baya yormuştu, bugün tekrar baktığımda çevirisini bu yüzden bıraktığımı hatırladım:)"Courier" fontuyla yazılmış kısımdaki eksikliği ilerleyen günlerde tamamlamayı umuyorum. k.e
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder