28 Mart 2017 Salı

Sandıktan çıkanlar, no:2 | Charles Baudelaire: Yaşamı ve Eserleri | Charles Asselineau*

Charles Baudelaire, hayatı ve eserleri
Charles Asselineau
PARİS
Alphonse Lemerre
1869


I

İNSAN VE YAPIT


Baudelaire’in hayatı kaleme alınmayı hak ediyordu. Çünkü onun hayatı yapıtının bir yorumu ve tamamlayıcısıdır.
O, ömrü sürekli çalışma masasında geçen ve kitap bittiğinde söyleyecek başka sözü kalmayan titiz, düzenli yazarlardan değildi.
Çok kez dile getirildiği üzere yapıtı onun kendisidir; ancak onu her şeyiyle yapıtının içinde görmek mümkün değildir.
Yazılıp yayınlanmış eserin ardında konuşmuş, hareket etmiş, nefes almış başka bir eser daha vardır; bunun ayırdında olmak önemlidir çünkü o, Baudelaire’in kendisinin de belirttiği gibi, asıl eser, onun doğası ve nasıl meydana geldiği hakkında fikir verir.
Yaşamaktansa çalışmayı yeğleyen, hareket etmeyi ise iş sonrası bir dinlence olarak gören insanların çoğunun aksine Baudelaire en başından itibaren yaşamaktan yana oldu. Merakla, hayranlıkla, çözümleme arzusuyla düşüncelerini gösteriden gösteriye, söyleşiden söyleşiye gezdirdi. Düşüncesini sıradışı konularla besliyor, uyuşmazlıklarla sınıyordu; ona göre yapıt hayatın bir özetiydi yahut onun sözler ile bezenmiş haliydi.
Yöntemi konsantrasyondu; kısa metinlerde, yarım sayfalık bir düzyazıda yahut bir sonede elde ettiği yoğun etki bununla açıklanabilir. Bu ayrıca düzyazı tekniklerine duyduğu derin merakı, düşünsel yapıtların plan ve yapılarıyla ilgili beğenisini, kombinasyonlar ve yöntemler ile ilgili sürekli bir araştırma içinde olmasını da açıklıyor. Onda, nasıl yapıldıklarını öğrenmek için oyuncakları parçalayan bir çocuğun naif merakı vardı. Yürekten sevip imrendiği ustası ve kahramanı, Edgar Poe’nun, soğukkanlı bir cambaz gibi numaralarını açıkça gösterdiği ve belirli, pozitif ve matematiksel yöntemlerle Kuzgun şiirinde bir sayrılık ve dehşet hissini yaratmayı nasıl başardığını anlattığı yazısını okumaktan büyük keyif alırdı. Baudelaire a posterieuri bir yaratım şarlatanlığına kesinlikle kapılmamıştı,  bununla birlikte kimi zaman a posterioriye  başvuruyor ve onu burjuva aylaklığı için kurulmuş iyi bir tuzak olarak da görüyordu. Fakat bu konuda iyi niyetli olduğundan eminim. Hazırlanmış mucizelere, düşünülüp taşınılmış bir cümle ile okurda mutlak surette herhangi bir heyecan uyandırmanın mümkün olduğuna ciddiyetle inanırdı. Onun bu kanısı Théophile Gautier’in ünlü aksiyomunun doğal bir sonucudur: “Bir göktaşı gibi aşağı düşerken, bunu ifade etmek için kısa sözcükler bulan herhangi fikre sahip bir yazar, gerçek bir yazar değildir.” Baudelaire ise içtenlikle şöyle demişti: “Parlak, yüce, rezil ya da grotesk bir arzunun emrinde olmayı bilmeyen şair, şair denmeyi hak etmez.” Pek çok kez şiir okuluna gittiğinden, yirmi ders sonunda doğru dürüst epik ve lirik şiirler yazmayı becerebilen ilk kişi olduğundan bahsederek övünmüştür. Özgün olmak için yöntemlerin olduğunu iddaa ederdi, ona göre sanatsal yaratıcılık bir çıraklık süreciydi. Dünyayı kendi kuvveti ölçüsünce değerlendiren, ulaştığı şeye başka herkesin ulaşabileceğini düşleyen yüce bir ruhun hataları… Dehanın kendiliğinden ortaya çıktığını ve özgünlüğün öğrenilebildiğini, açık hava ressamı M. Corrot’nun becerisine yetişmek konusunda birisinin sorduğu soruya verdiği şu cevapta da görmek mümkün: “Bakın. Ne gördüyseniz onu çizin.” İyi niyetli ressam tavsiyesine şunu eklemeyi unutuyordu: Gözlerimi ve parmaklarımı alın, ayrıca zekâmı da. Aynı şekilde Théophile Gautier, çalışmaya üzücü bir şekilde ara verdiğinde, dehanın kendinde sihirli ve az rastlanır bir yeteneğin olduğunu herkese kabul ettirme ayrıcalığı olduğunu bilmezden geldiğini dile getirmiştir. Baudelaire şiirsel yeteneğin ve özgünlüğü öğrenmenin teknik bir mesele olduğunu ileri sürerken, öncelikle kendi değerini soyutluyordu. Zira bu sadece gramer ve yöntemsel tekniklerle uğraşanların,  daha doğrusu uğraşabilenlerin faydalanabileceği bir olgu.

Tıpkı Théodore Banville’in söylediği gibi Baudelaire, “Oldukça genç, bir o kadar şöhretliydi.”[1]Sanat ve edebiyat çevrelerinde “özgün” bir şair olarak kendisinden söz edilmeye başlandığında henüz yirmisinden fazla değildi; iyi bir eğitim almış XIV. Louis öncesinin açık yürekli ve kararlı ustalarını, özellikle Regnier’i okumuştu. Fakat bu nesil zamanında belirgin bir etki göstermemişti; bu nedenle Baudelaire kimsenin takipçisi olmadı. Fakat, yorum, stil, tamlık, netlik ve açıklık bakımından yakınlarından etkilendiğini söyleyebiliriz.
Henüz o yıllarda (1843-1844), Elem Çiçekleri’nde (1857) yer alan çoğu şiiri bitmişti, ve şair on iki yıl sonra yayınlanmalarından önce hiç bir değişiklik yapmaya gerek duymamıştı. Zira, stil ve anlayış açısından çok önceden bir usta haline gelmişti.
Hayatın içine girdiğimiz o yaşlara gelinceye değin Baudelaire çok yaşamış, çok görmüş, sürekli düşünmüş ve kendisi üzerine kafa yormuştu. Uzaklara seyahat etmiş, manzarası ve havasıyla zihninden hiç çıkmayan Hindistan’a kadar gitmişti. Babasının ölümüyle erken yaşta bağımsızlığını kazandı, böylece küçük bir varlığın sahibi oldu ve meraklarını giderip sanat öğrenimini finanse edebildi. Yolculuklarla ve erken yaşlarda edinilen deneyimlerle harekete geçen ruhu olgunluğa ermişti; başkalarının karşılaşmayı hayal bile etmeyeceği zorluklara atılmayı bildi,  bu tür girişimleri aptallığa meydan okurcasına git gide artan bir deneyim arzusuyla benimsemişti.
Bu yüce ruhlu insanın biyografisinde, anekdotlar yahut dedikodularla maval okumaya kalkışmayacağım. Bununla birlikte şunu belirtmem gerekir ki, sersemlerin ikiyüzlü kibri sıradanlığa sürekli indirilen darbelerle kırılmıştır. Giyim kuşamda, mobilyalarda, hal ve hareketlerdeki tuhaflıkta, konuşma ve fikirlerlerdeki acayipliklerde şekil bulan bu kibir, acaba Elem Çiçekleri’nde ışığını saçan isyanın ve adi bir uzlaşıya karşı düşmanlığın kazanımlarına, çoğunluğu şaşırtmak ve rahatsız etmek için gün be gün, süreğen bir biçimde kavgaya girişme ihtiyacına işaret etmiyor mu? Bu, düşünceyle evlenen hayattı, eylemin hayalle birleşmesiydi, ki bunu en cesur şiirlerinden birinde ileri sürmüştü. Onun dışında herşey kendisini tadını çıkarmaya bıraktığı gülünçlüğün altında can vermişti, etkileri ona neşe veriyordu, değerinin sarsılmaz bilincini sevine sevine, şükreder gibi taşıyordu.
Sadece aptalları kızdırabilecek bu şakaların arkadaşlarının ağırına gitmediğini de eklememiz gerek. Kimsenin bunlara katlanmak zorunda olduğunu söyleyemeyiz, hatta eğleniyorlardı ve hoş sohbetleri bunlarla renkleniyordu.
Bu onun için aynı zamanda tanıdık olmayanlar hakkında bir sınamaydı. Tuhaf ve gülünç bir soru, paradoksal bir söz, karşısındaki insan hakkında karar vermesine yarıyordu; verilen cevabın tonunda ve tavırda bir samimiyet ve anlayış varsa, hemen doğal haline geri döner, yine en iyi, en candan arkadaşlardan biri olurdu.
Hayatının bilinmeyen bu döneminde Baudelaire, beyefendilere özgü bir şekilde tarihi bir evde kalıyordu, meşhur Pimodan Oteli, saygın edebiyatçı ve sanatçıların uğrak noktası olmuştu ve Théophile Gautier, öykülerinden birine, Haşhaşiler Kulübü’ne mekân olarak burayı seçmişti. Orada hep çatı katında senelik üç yüz elli franklık bir dairede kaldı, hafızam iyidir! İki odasından ayrı bir de çalışma odası vardı. Oturma odası, yatak odası, çalışma odası şu an gözlerimin önünde, tavan ve duvarlar siyah-kırmızı bir duvar kağıdıyla kaplanmıştı, ışık bir tek pencereden giriyordu ve camları en yüksekdekiler de dahil olmak üzere donuklaşmıştı, “gökyüzünden başka bir şey görmemek için” derdi. Sonraları bu melonkoli havasından sıyrıldı, otel ve sokakları herkesten çok sevdi. Bir yerde şöyle der: “Uzun zaman penceremin önünde gözlerime tatlı bir acı veren kırmızı yeşil bir içki masam oldu.” (Salon de 1846). Yüklük ve şöminenin ortasında 1843’te Emile Deroy’un yaptığı portreyi hâla hatırlıyorum, karşı duvarda daima kitaplarla dolu olan bir divanın üzerinde, aynı ressamın Baudelaire için yaptığı Cezayir Kadınları tablosunun bir kopyası asılı, şair bu tabloyu göstermekten gurur duyardı. Hatırımda böylesine güzel kalan o kopya acaba ne oldu? Bilmiyorum, bu konuda Baudelaire de bana bir şey söylemedi. Ne mutlu ki, portre korundu ve ilk edebiyat yılında Elem Çiçekleri’nin şairinin fizyonomisi hakkında fikir verebiliyor
Zavallı Deroy hakkında da bir şeyler söyleyelim, yetenekli bir sanatçıydı, 1847’den önce genç yaşta öldü, haklı olarak gençlik hatıralarımızda onun da bir yeri var. Paris ve İsviçre caddelerinde oldukça iyi tanınan Litografyacı Isidor Deroy’un oğluydu. Kimin öğrencisi olduğunu hatırlamıyorum, keza usta olarak birini benimseyip benimsemediğini de. Délacroix’nın parlak başarısı ve Couture’ün uyandırdığı ilk yankılarla koloristlerin yükselişe geçtiği bir dönemde, Deroy da oldukça yetenekli ve olgunlaşmış bir sanatçıydı.  Bahsettiğim portre ve kaybolan ya da bir yerlerde unutulan, Baudelaire’in çok değer verdiği Cezayir Kadınları’nın kopyası dışında, ondan geriye, bir sokak şarkıcısı etüdü[2], kimi potreler, bunların içinde Théodore Banville’in babasının, ki onunla şairin evinde hâla rastlaşırız, Pierre Dupont’un, Privat d’Anglemont’unkiler ve Nadar’ın muhafaza ettiği bir kadın portresi etüdü sayılabilir. Bir ressam olarak oldukça düzenliydi, harika bir koloristti, ayrıca zeki ve açıkgörüşlü bir insandı, karanlığa savaş açan değerli her insan gibi, sözünü sakınmaktan çekinmezdi.
Yoksulluk ve inziva onu güvensiz ve sert biri haline getirdi. Keder ve yalnızlık içinde öldüğünde pek iyi geçinmediği hatta korkuttuğu meslaktaşları onu özlemle anmadı; fakat yeteneğine şahit olanlar ve parlak geleceğine  inananların saygı ve sempatisini kazandı. Sanatçı kişiliği ve düşünceleri nedeniyle Baudelaire onu çok severdi, yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Baudelaire ile Deroy’un aracılığıyla, Salon de 1845 dolayısıyla tanışmıştım.
Portremize geri dönelim, günümüzde çok az insan Baudelaire’i bu portredeki haliyle tanımıştır, sakallı bir Baudelaire, siyah giymeye adanmış ve stil sahibi.
Tamamen macunla resmedilmiş figürün bir kısmı açık renk fonda bir kısmı ise donuk kırmızı çuhada çıkmış. Fizyonomisi kaygılı ya da daha çok kaygı verici; gözler kocaman açılmış, gözbebekleri direkt, kaşlar kalkık, dudaklar konuşmak üzere; ince ve sık sakallar sanki dokunulmamış gibi, yanakların ve çenenin çevresinde hafifçe kıvırcıklaşmış. Saçlar oldukça gür ve şakaklarda tutamlaşmış; gövde sol dirseğe doğru eğilmiş, siyah bir takım elbisenin içinde, kıvrılmış muslin yakaya elbisenin içinde hafifçe görünen beyaz bir kravat takılmış. Bu kostüme cilalanmış çizmeleri de ekleyelim, açık renk eldivenleri ve şık bir şapkayı da; Saint-Louise adası civarlarında yahut, gösterişe kimsenin önem vermediği ıssız ve yoksul mahallerde dolaşırken karşılaşabileğiniz Baudelaire işte böyle biriydi. Şu an bu resime bakarken La Fanfarlo’da çıkan Samuel Kramer’in Portresi hikayesini hatırlamamam imkansız, hikayenin kahramanı bence kesinlikle yazarına benziyor. – “Samuel’in alnı açık ve soyludur, gözleri kahve damlası kadar parlaktır, burnu muzip ve alaycıdır, dudakları utanmaz ve şehvetlidir, çenesi dörtkenar ve dediğim dediktir, saçları kasıntılı bir biçimde Rafaelvaridir...” Bir kaç sayfa sonra yazar bu buruna, Samuel’in fizyonomisinde ve portede başlıca ve belirgin özelliğe geri döner: “Aşırı yüksek alnına, balta girmemiş bir ormana benzeyen saçlarına, enfiye tiryakisi burnuna rağmen hanım onu pek de fena bulmuyordu...”
Bizim için tarihten bir sayfa olan bu portre, gerçekten de ümit dolu ve şiirsel bir gençliği gözlerimin önünde yeniden canlandırıyor: Lüksemburg’a ve Louvre’a yapılan uzun geziler, atölye ziyaretleri, hoş kafeler, l’Odeon Lireux’deki suareler. Kostümü ve duruşuyla ortak arzuları temsil eden bu sessiz figürün çevresinde birden bire genç çehrelerden oluşan bir topluluk beliriyor: Pierre Dupont, Théodore de Banville, Levasseur, Prarond, August Dozon, Jules de la Madelaine, Philippe de Chevennières, hepsi aynı ümitle gülümsüyor ve aynı arzuyu dile getiriyorlar, bu masum bir dilek, fakat ölçüsüz, çünkü sonu sonrası yok, aynı zamanda kimilerine göre aptalca; yine de alçaklık bu isteğe hiçbir zaman nüfuz etmedi. Şunu söylemek istiyorum: o zamanlar gelecekle ilgili düşlerde paraya ve “mevkii”ye yer yoktu. Özlemlerimizin ebedileştiği anılarımızdan yola çıkarak kendimiz hakkında fikir verebilmek için şöyle diyebiliriz: arzular ne kadar büyük idiyse, arkadaşlık da o kadar canlı ve neşeliydi. Eğer bir gösteriş varsa bu burjuvalar içindi, ve koyu renk giysiler, dağınık saçlar, -Çinlilerin savaşta taktığı canavar maskları gibi, düşmanı korkutmaya yarıyordu.
Baudelaire portresine gelince, kaldığı her yere onu da beraberinde götürmekten usandı. “Angaryadan bıktm” demişti. Ve bu zamana dek onu elinde tutan bir arkadaşına onu hediye etti.




[1]Théodore Banville ile ilgili kısım, Poétes Françaises IV. Cilt, 1862.
[2]O zamanlar latin mahallesine takılan bu genç gitarist, şair ve ressamların zihinlerini oldukça meşgul etmiştir, Bu hanımın, Th. de Banville’in Stalaktites (Sarkıtlar), piyesiyle ilgisi vardır, zira piyes şu sunumla başlar: “küçük bir sokak şarkıcısına”, ayrıca Elem Çiçekleri’ndeki Mendiante Rousse’un da (Kızıl Dilenci) o olduğuna inanıyorum. 






* On yıl kadar öncesinden bir çeviri,çalışırken şüpheli bulduğum kısımları renkli şeritle işaretliyorum, bir paragraf baya sıkıntılıymış o haliyle bırakmışım; eski baskı kitaplarda "s" harfi yerine "f"ye benzer bir karakter kullanıldığı oluyor, bu çeviri için bulabildiğim özgün metinde de böyleydi, "s" meselesi beni baya yormuştu, bugün tekrar baktığımda çevirisini bu yüzden bıraktığımı hatırladım:)"Courier" fontuyla yazılmış kısımdaki eksikliği ilerleyen günlerde tamamlamayı umuyorum. k.e 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder