Pastiches et Mélanges
-Pastişler ve Seçme Yazılar-
Marcel PROUST
Sıcak
iyiden iyiye boğucu hale gelmişti, bir çanın sesi duyuldu, kumrular kanatlandı
ve pencereler hakimin emri üzerine kapatıldı, bir toz kokusu ortalığa yayıldı. Hakim
yaşlıydı, palyaço yüzlüydü, bedeninin ölçülerine göre oldukça dar bir cüppesi,
kafasının içinde evirip çevirdiği emelleri vardı; ve tütün rengi sinmiş eşit
favorileri tüm kişiliğine kurumlu ve kaba bir hava katıyordu. Oturuma verilen
ara devam ettiği için samimiyetler yavaş yavaş biçim alıyordu, konuşmaya
başlamak için kimi açıkgözlüler içerinin havasızlığından şikayet ediyordu, birisi
az önce çıkan beyefendide İç İşleri Bakanını tanıdığını söylediğinde, bir hissedar
“Zavallı Fransa!” diye iç çekti. Bir zenci cebinden bir portakal çıkartarak saygınlık
kazandı ve popülerite adına, özür dileyerek dilimleri bir gazetenin üzerinde komşularına
ikram etti: ilk başta “bu kadar güzelini hiç yememiştim; harika bir meyve, serinletici”
diyen bir papazın sesi duyuldu; ancak kibar bir dul, korunmacı havaya büründü
ve kızlarını “tanımadıkları birinden” herhangi bir şey kabul etmekten men etti,
bu arada gazetenin kendilerine kadar gelip gelmeyeceğinden emin olamayan diğer kişiler,
uygun bir tavır takınma peşindeydi: çoğu saatlerini çekiştiriyordu, bir hanım
şapkasını çıkardı. Şapkanın üzerinde bir papağan duruyordu. İki genç adam buna
oldukça şaşırmıştı, oraya hatıra olsun diye mi yoksa egzantrik bir zevk
uyarınca mı yerleştirildiğini öğrenmeyi ne kadar da isterlerdi. Matrak
meraklıları çoktan bir sıradan diğerine çene çalmaya koyulmuştu, ve karılar
kocalarına bakarken mendillerinin içine gülmekten boğulacak hale gelmişlerdi, sessizlik
sağlandığında, hakim uykuya dalmak üzereymiş gibi görünüyordu, Werner’in
avukatı savunmasını telaffuz etmeye koyuldu. Abartılı bir tonla başlamıştı, iki
saat konuştu, hazımsızlık çekiyormuş gibi bir hali vardı, ve her “Sayın Hakim”
dediğinde, hayli anlamlı br reveransla birdenbire öyle eğiliyordu ki sanki bir
kralın önünde bir genç kız, sunaktan geri çekilen bir papaz çömeziydi. Lemoine’e
karşı acımasızdı, fakat kalıplaşmış cümlelerinin zarifliği iddia makamının
hışmını yatıştırıyordu. Ve konuşmasının her kademesi, çağlayan suları, açılan
bir sargı gibi kesintiye uğramadan birbirini takip ediyordu. Konuşması kimi
anlar öyle monotonlaşıyordu ki sessizlikten ayırt edilemiyordu, çınlaması sürüp
giden bir çan yahut gücünü kaybeden bir yankı gibiydi. Bitirmek için, hakimler Grevy
ve Carnot’nun kürsünün üzerinde asılı olan portrelerini tanık gösterdi; ve
herkes, başlarını kaldırarak, şerefimizi ortaya koyan ama köhnelikten de kokan
bu resmi ve kirli salonda bunların üzerini küf tuttuğunu tespit etti. Geniş bir
boşluk sıraların kürsüye kadar dizildiği salonu ortadan ikiye ayırıyordu;
döşemesinin üzeri tozluydu, tavan köşelerini örümcek ağları bağlamıştı, her
deliğine bir fare yuvalanmıştı, kaloriferi zaman-zaman iç-bulandırıcı demenin
hafif kalacağı bir koku yaydığından, burayı sık sık havalandırmak gerekiyordu. İtiraz
eden Lemoine’in avukatı kısa kesti. Fakat güneylilere özgü bir aksanı vardı, genel
arzuları davet ediyor, ikide bir kelebek gözlüğünü çıkartıyordu. Onu dinlerken Nathalie,
belâgatin yol açtığı o karmaşayı hissetti, tatlı bir yumuşaklık onu ele geçirdi
ve yüreği kabardığından, göğsünü kuşatan bluzunun patiskası, bir pınarın
kenarında boy atmaya hazır bir ot gibi, az sonra kanatlanacak bir güvercinin
tüyleri gibi inip inip kalkmaya başladı. Sonra hakim bir işaret yaptı ve bir homurtu
yükseldi, iki şemsiye yere düştü: sanık yeniden dinlenecekti. Seyircilerin
öfkeli jestleri dikkatleri derhal onun üzerinde yoğunlaştırdı: neden gerçeği
söylememiş, elmas üretip patentini almamıştı? Herkes, en fakiri bile, - şu
muhakkaktı ki – bu işten milyonlar elde etmeyi başarabilirdi. Hatta matemini
tuttuğumuz bir şeyin benliğimizi saran özleminden doğan öfke içinde o kadar
parayı şimdi gözlerinin önünde görebiliyorlardı. Ve pek çoğu kendilerini bir
kez daha, dolandırıcı tarafından aldatılmadan önce, keşif haberiyle serveti bir
an için gördüklerinde kurdukları hayallerin tatlılığına bıraktı.
Böyle
bir servet kimileri için işten güçten elini eteğini çekmek, Avenue du Bois’te
konak, Akademi’de nüfuz sahibi olmak anlamına geliyordu; sıcak yaz aylarında
onları soğuk ülkelere götürecek bir yatı da unutmamak gerek, ama kutba kadar da
gitmezlerdi elbette, merak edilesi bir yer olmakla birlikte, orada yağ mı
yiyorsun yemek mi yiyorsun belli olmazdı, yirmi dört saatlik gündüzde uyumak
biraz dertli olurdu, ayrıca kutup ayılarından nasıl korunabileceklerdi?
Kimilerine
ise milyonlar yetmiyordu; hemen parayı Borsa’da oynuyor, - bir arkadaşlarının
yetiştirdiği bilgi doğrultusunda - ertesi gün yükselecek hisseleri önceki
günden en düşük kurla alıyorlardı, böylece sermayelerini bir kaç saat içinde
yüze katlamalarına ramak kalıyordu. Artık Carnegie kadar zengin olduklarına
göre, insanlıkçı ütopyaya kapılmaktan da geri duruyorlardı. (Ayrıca neye yarar,
tüm Fransızlar arasında paylaşılan bir milyar, tek kişiyi zengin etmez,
hesaplanmıştır bu.) Ama lüksü kendini beğenmişlere bırakıp sadece konfor ve
itibar ararlar, kendilerini Reis-i Cumhur seçtirir, İstanbul büyükelçisi
atatırlardı, yatak odalarının duvarlarında komşuların gürültülerine dur diyen bir
mantar köpüleme olurdu. Aristokratlık nizamından şaşmayarak Jockey-Club’e adım
atmazlardı. Papa’nın verdiği bir asalet ünvanı çok daha ilgilerini çekerdi. Belki
bedelini ödemeden sahip olanabilirdi bu ünvana. Amaan...o kadar milyonla ne
olacak ki? Kısacası, kurumu ayıplamaktan da geri kalmayarak papalığa yaptıkları
senelik yardımı arttırırlardı. Kırsaldaki papazlar açlıktan ölürken, Papa beş
milyon dantelle ne yapabilirdi ki?
Fakat
bazıları zenginliğin kendilerini de bulabileceğini kafalarından
geçirdiklerinde, mahvolmaya açık olduklarını hissediyorlardı; çünkü bu
zenginliği o zamana kadar kendilerini hor-görmüş ama nihayetinde öpücüğünün
sırrını ve bedeninin tatlılığını bahşedebilecek bir hanımın ayakları önüne
serebilirlerdi. Kendilerini o hanımlarla görüyorlardı, kırda, günlerinin sona
erdiği vakitlere kadar, her tarafı beyaz ahşaptan bir evde, büyük bir ırmağın
hüzünlü kenarında. Fırtına-kuşunun çığlığını, sisin çökmek üzere olduğunu,
gemilerin yerlerinde sallandığını, bulutların irileştiğini fark edebilir ve
bedenen saatlerce o hanımların dizlerinde olabilir, suların kabardığını, palamalarların
çarpıştığını, teraslarından, hasır bir koltukta, mavi şeritli bir tentenin
altında, metal toplar arasında seyredebilirlerdi. Ve tüm bunlar, güneşsiz bir
öğleden sonranın çiğ ışığında, ufalanmaya yüz tutan kızılımtrak bir duvar
boyunca hızla akan suya neredeyse dokunacak kadar inen iki öbek mor çiçeği
ancak gördüklerinde sona eriyordu. Bu insanlar için şunu söylemek uygun
olacaktır; üzüntülerinin aşırılığı sanığa yönelttikleri lanetlerin etkisini
azaltıyordu; ancak hepsi, Lemoine’in kendilerini, sefahatten, şandan, şöhretten,
dehadan; kimi kez de herkesin kendi düşlerinin kendine has çılgınlığında,
çocukluğundan beri içinde sakladığı derin ve tatlı çok daha tanımlanamaz
arzulardan yoksun kıldığına hükmederek, ondan nefret ediyordu.
[1] Aradan geçen on yılda
Lemoine’ın, gerçeğe aykırı bir biçimde, elmas üretmeyi keşfettiğini ve Beers’in
başkanı sir Julius Werner’den bir milyondan fazlasını kopartarak, onun şikayeti
üzerine 6 Temmuz 1909’da altı yıla mahkum edildiğini belki de unutmuşsunuzdur. Ceza
mahkemesinin bu önemsiz fakat vaktiyle kamuoyunu cezbetmiş davası bir akşam tarafımca,
tamamen tesadüfen, belli sayıda yazarın tarzını taklit etmeyi deneyeceğim
parçaların yegâne teması olarak seçildi. Küçük de olsa pastişler hakkında
açıklama yaparak bunların etkisini azaltma rizki ile karşı karşıya kalıyoruz, haklı
gururları incitmekten kaçınmak adına pastişi yapılmış yazarın sadece kendi aklınca değil, zamanının dili ile
de konuşuyor saydığımızı hatırlatmak isterim. Örneğin Saint Simone’daki iyi-yürekli
adam, iyi-yürekli kadın kelimeleri aynı samimi ve koruyucu anlamı bugün hiç de
taşımıyor. Hatıralarında Saint-Simon,
sonsuz bir saygı beslediği, Chaulnes dükü için rahatça iyi-yürekli adam
Chaulnes der ve pek çok kişi için aynı tâbiri kullanır. (M.P.)
*Proust, Lemoine davası olayını Balzac, Saint Beuve, Goncourt gibi yazarlarından gözünden anlatıyor. Vaktiyle bir yayıncı için başladığım sonrasında yarım kalan bir çeviri. (k.e.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder