28 Mart 2017 Salı

Lemoine Davası | Marcel Proust'tan Flaubert pastişi*

Pastiches et Mélanges
-Pastişler ve Seçme Yazılar-
Marcel PROUST
Gallimard, 1919

[Bu yazının pdf ve epub versiyonunu Archive.org'tan indirebilirsiniz]



GUSTAVE  FLAUBERT’DEN LEMOINE DAVASI[1]

Sıcak iyiden iyiye boğucu hale gelmişti, bir çanın sesi duyuldu, kumrular kanatlandı ve pencereler hakimin emri üzerine kapatıldı, bir toz kokusu ortalığa yayıldı. Hakim yaşlıydı, palyaço yüzlüydü, bedeninin ölçülerine göre oldukça dar bir cüppesi, kafasının içinde evirip çevirdiği emelleri vardı; ve tütün rengi sinmiş eşit favorileri tüm kişiliğine kurumlu ve kaba bir hava katıyordu. Oturuma verilen ara devam ettiği için samimiyetler yavaş yavaş biçim alıyordu, konuşmaya başlamak için kimi açıkgözlüler içerinin havasızlığından şikayet ediyordu, birisi az önce çıkan beyefendide İç İşleri Bakanını tanıdığını söylediğinde, bir hissedar “Zavallı Fransa!” diye iç çekti. Bir zenci cebinden bir portakal çıkartarak saygınlık kazandı ve popülerite adına, özür dileyerek dilimleri bir gazetenin üzerinde komşularına ikram etti: ilk başta “bu kadar güzelini hiç yememiştim; harika bir meyve, serinletici” diyen bir papazın sesi duyuldu; ancak kibar bir dul, korunmacı havaya büründü ve kızlarını “tanımadıkları birinden” herhangi bir şey kabul etmekten men etti, bu arada gazetenin kendilerine kadar gelip gelmeyeceğinden emin olamayan diğer kişiler, uygun bir tavır takınma peşindeydi: çoğu saatlerini çekiştiriyordu, bir hanım şapkasını çıkardı. Şapkanın üzerinde bir papağan duruyordu. İki genç adam buna oldukça şaşırmıştı, oraya hatıra olsun diye mi yoksa egzantrik bir zevk uyarınca mı yerleştirildiğini öğrenmeyi ne kadar da isterlerdi. Matrak meraklıları çoktan bir sıradan diğerine çene çalmaya koyulmuştu, ve karılar kocalarına bakarken mendillerinin içine gülmekten boğulacak hale gelmişlerdi, sessizlik sağlandığında, hakim uykuya dalmak üzereymiş gibi görünüyordu, Werner’in avukatı savunmasını telaffuz etmeye koyuldu. Abartılı bir tonla başlamıştı, iki saat konuştu, hazımsızlık çekiyormuş gibi bir hali vardı, ve her “Sayın Hakim” dediğinde, hayli anlamlı br reveransla birdenbire öyle eğiliyordu ki sanki bir kralın önünde bir genç kız, sunaktan geri çekilen bir papaz çömeziydi. Lemoine’e karşı acımasızdı, fakat kalıplaşmış cümlelerinin zarifliği iddia makamının hışmını yatıştırıyordu. Ve konuşmasının her kademesi, çağlayan suları, açılan bir sargı gibi kesintiye uğramadan birbirini takip ediyordu. Konuşması kimi anlar öyle monotonlaşıyordu ki sessizlikten ayırt edilemiyordu, çınlaması sürüp giden bir çan yahut gücünü kaybeden bir yankı gibiydi. Bitirmek için, hakimler Grevy ve Carnot’nun kürsünün üzerinde asılı olan portrelerini tanık gösterdi; ve herkes, başlarını kaldırarak, şerefimizi ortaya koyan ama köhnelikten de kokan bu resmi ve kirli salonda bunların üzerini küf tuttuğunu tespit etti. Geniş bir boşluk sıraların kürsüye kadar dizildiği salonu ortadan ikiye ayırıyordu; döşemesinin üzeri tozluydu, tavan köşelerini örümcek ağları bağlamıştı, her deliğine bir fare yuvalanmıştı, kaloriferi zaman-zaman iç-bulandırıcı demenin hafif kalacağı bir koku yaydığından, burayı sık sık havalandırmak gerekiyordu. İtiraz eden Lemoine’in avukatı kısa kesti. Fakat güneylilere özgü bir aksanı vardı, genel arzuları davet ediyor, ikide bir kelebek gözlüğünü çıkartıyordu. Onu dinlerken Nathalie, belâgatin yol açtığı o karmaşayı hissetti, tatlı bir yumuşaklık onu ele geçirdi ve yüreği kabardığından, göğsünü kuşatan bluzunun patiskası, bir pınarın kenarında boy atmaya hazır bir ot gibi, az sonra kanatlanacak bir güvercinin tüyleri gibi inip inip kalkmaya başladı. Sonra hakim bir işaret yaptı ve bir homurtu yükseldi, iki şemsiye yere düştü: sanık yeniden dinlenecekti. Seyircilerin öfkeli jestleri dikkatleri derhal onun üzerinde yoğunlaştırdı: neden gerçeği söylememiş, elmas üretip patentini almamıştı? Herkes, en fakiri bile, - şu muhakkaktı ki – bu işten milyonlar elde etmeyi başarabilirdi. Hatta matemini tuttuğumuz bir şeyin benliğimizi saran özleminden doğan öfke içinde o kadar parayı şimdi gözlerinin önünde görebiliyorlardı. Ve pek çoğu kendilerini bir kez daha, dolandırıcı tarafından aldatılmadan önce, keşif haberiyle serveti bir an için gördüklerinde kurdukları hayallerin tatlılığına bıraktı.
Böyle bir servet kimileri için işten güçten elini eteğini çekmek, Avenue du Bois’te konak, Akademi’de nüfuz sahibi olmak anlamına geliyordu; sıcak yaz aylarında onları soğuk ülkelere götürecek bir yatı da unutmamak gerek, ama kutba kadar da gitmezlerdi elbette, merak edilesi bir yer olmakla birlikte, orada yağ mı yiyorsun yemek mi yiyorsun belli olmazdı, yirmi dört saatlik gündüzde uyumak biraz dertli olurdu, ayrıca kutup ayılarından nasıl korunabileceklerdi?
Kimilerine ise milyonlar yetmiyordu; hemen parayı Borsa’da oynuyor, - bir arkadaşlarının yetiştirdiği bilgi doğrultusunda - ertesi gün yükselecek hisseleri önceki günden en düşük kurla alıyorlardı, böylece sermayelerini bir kaç saat içinde yüze katlamalarına ramak kalıyordu. Artık Carnegie kadar zengin olduklarına göre, insanlıkçı ütopyaya kapılmaktan da geri duruyorlardı. (Ayrıca neye yarar, tüm Fransızlar arasında paylaşılan bir milyar, tek kişiyi zengin etmez, hesaplanmıştır bu.) Ama lüksü kendini beğenmişlere bırakıp sadece konfor ve itibar ararlar, kendilerini Reis-i Cumhur seçtirir, İstanbul büyükelçisi atatırlardı, yatak odalarının duvarlarında komşuların gürültülerine dur diyen bir mantar köpüleme olurdu. Aristokratlık nizamından şaşmayarak Jockey-Club’e adım atmazlardı. Papa’nın verdiği bir asalet ünvanı çok daha ilgilerini çekerdi. Belki bedelini ödemeden sahip olanabilirdi bu ünvana. Amaan...o kadar milyonla ne olacak ki? Kısacası, kurumu ayıplamaktan da geri kalmayarak papalığa yaptıkları senelik yardımı arttırırlardı. Kırsaldaki papazlar açlıktan ölürken, Papa beş milyon dantelle ne yapabilirdi ki?
Fakat bazıları zenginliğin kendilerini de bulabileceğini kafalarından geçirdiklerinde, mahvolmaya açık olduklarını hissediyorlardı; çünkü bu zenginliği o zamana kadar kendilerini hor-görmüş ama nihayetinde öpücüğünün sırrını ve bedeninin tatlılığını bahşedebilecek bir hanımın ayakları önüne serebilirlerdi. Kendilerini o hanımlarla görüyorlardı, kırda, günlerinin sona erdiği vakitlere kadar, her tarafı beyaz ahşaptan bir evde, büyük bir ırmağın hüzünlü kenarında. Fırtına-kuşunun çığlığını, sisin çökmek üzere olduğunu, gemilerin yerlerinde sallandığını, bulutların irileştiğini fark edebilir ve bedenen saatlerce o hanımların dizlerinde olabilir, suların kabardığını, palamalarların çarpıştığını, teraslarından, hasır bir koltukta, mavi şeritli bir tentenin altında, metal toplar arasında seyredebilirlerdi. Ve tüm bunlar, güneşsiz bir öğleden sonranın çiğ ışığında, ufalanmaya yüz tutan kızılımtrak bir duvar boyunca hızla akan suya neredeyse dokunacak kadar inen iki öbek mor çiçeği ancak gördüklerinde sona eriyordu. Bu insanlar için şunu söylemek uygun olacaktır; üzüntülerinin aşırılığı sanığa yönelttikleri lanetlerin etkisini azaltıyordu; ancak hepsi, Lemoine’in kendilerini, sefahatten, şandan, şöhretten, dehadan; kimi kez de herkesin kendi düşlerinin kendine has çılgınlığında, çocukluğundan beri içinde sakladığı derin ve tatlı çok daha tanımlanamaz arzulardan yoksun kıldığına hükmederek, ondan nefret ediyordu.



[1] Aradan geçen on yılda Lemoine’ın, gerçeğe aykırı bir biçimde, elmas üretmeyi keşfettiğini ve Beers’in başkanı sir Julius Werner’den bir milyondan fazlasını kopartarak, onun şikayeti üzerine 6 Temmuz 1909’da altı yıla mahkum edildiğini belki de unutmuşsunuzdur. Ceza mahkemesinin bu önemsiz fakat vaktiyle kamuoyunu cezbetmiş davası bir akşam tarafımca, tamamen tesadüfen, belli sayıda yazarın tarzını taklit etmeyi deneyeceğim parçaların yegâne teması olarak seçildi. Küçük de olsa pastişler hakkında açıklama yaparak bunların etkisini azaltma rizki ile karşı karşıya kalıyoruz, haklı gururları incitmekten kaçınmak adına pastişi yapılmış yazarın  sadece kendi aklınca değil, zamanının dili ile de konuşuyor saydığımızı hatırlatmak isterim. Örneğin Saint Simone’daki iyi-yürekli adam, iyi-yürekli kadın kelimeleri aynı samimi ve koruyucu anlamı bugün hiç de taşımıyor. Hatıralarında Saint-Simon, sonsuz bir saygı beslediği, Chaulnes dükü için rahatça iyi-yürekli adam Chaulnes der ve pek çok kişi için aynı tâbiri kullanır. (M.P.)


*Proust, Lemoine davası olayını  Balzac, Saint Beuve, Goncourt gibi yazarlarından gözünden anlatıyor. Vaktiyle bir yayıncı için başladığım sonrasında yarım kalan bir çeviri. (k.e.)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder