29 Mart 2017 Çarşamba

Alexandre Dumas | Eppstein Şatosu | I*

LE CHÂTEAU D'EPPSTEIN
Alexandre Dumas
Michel-Levy Frères, Paris, 1860.

GİRİŞ
     
1841 kışında Floransa’da Galitsin Prensesinde geçirdiğimiz uzun ve görkemli akşamlardan biriydi. O akşam orada bulunan herkesin başından geçen bir hikâyeyi anlatması kararlaştırılmıştı. Ancak sadece fantastik hikâyelere izin veriliyordu. Elim Kontu dışında herkes bir şeyler anlatmıştı. Elim Kontu yakışıklı genç bir adamdı. Sarışın ve soluk yüzlüydü, sıska denilecek kadar zayıftı. Melonkolik havası kimi zaman yerini bir sayrılık krizi gibi onu ele geçiren kahkaha nöbetlerine bırakıyordu. Benzer konularda devam eden sohbet sıra ona geldiğinde defalarca kesildi; ne zaman hayaletlerden bahsedilse ve birisi ona fikrini sorsa kont, bize şüphe götürmeyen o kendinden emin sesiyle şu yanıtı verdi:
— İnanıyorum.
Bu anlatılanlara neden inanıyordu? Kimse ona bunu sormamıştı. Ayrıca böyle şeylere ya inanılır ya inanılmaz, kişi kolaylıkla hemfikir ya da karşı olduğuna dair makul sebepler ortaya sürebilir.
Hoffmann, elbette, anlattığı karakterlerin gerçek olduğuna inanıyordu: Floh Usta’yı görmüş, Copellius’la tanışmıştı.
Sırası geldiğinde Elim Kontu yine hayaletler, hortlaklar, dirilenlerle ilgili bu hikâyelere inandığını söylediğinde hiçbirimiz aklımızdan aslında bunlara inanmadığını geçirmiyorduk.
Hikâye anlatma sırası kendisine geldiğinde, eğer sırasını savmaya yeltenirse ısrar etmek üzere, herkes büyük bir merakla yönünü ona çevirdi. Hepimiz sabırsızlıkla bu gece anlatılanlar içersinde en hayret uyandırıcı hikayeyi,  hatta gerçeğe en yakın olanı duymayı ümit ediyorduk. Prensesin ihtarı da etkili oldu ve Kont fazla direnemeden bu isteğe boyun eğmeyi kabul etti, kendisi için özel olan bir hikayeyi anlatmak istediğini söyledi.
Böyle bir giriş yapması hikayesine duyulan ilginin boşuna olmadığını kanıtlıyordu, devam eden sessizlikte sözlerine kaldığı yerden devam etti:
— Üç yıl önce Almanya’ya bir yolculuk yaptım. Frankfurtlu zengin bir tüccar için tavsiye mektuplarım vardı, bu adamın yaşadığı bölge tekin bir avlanma sahasıydı. İyi bir avcı olduğumu bildiği için beni çiftliğine davet etti. Ancak bu teklifi kendisiyle avlanmam için yapmamıştı (zira bu uğraştan haz almadığını çok kez dile getirmişti) bunu, o bölgede babasıyla ayrı görüşlerde olduğu bilinen büyük oğlu için istiyordu.
Nihayet, o gün gelip çattı ve sözleştiğimiz üzere şehrin kapılarının birinde buluştuk: atlar ve arabalar bizi bekliyordu, kimimiz banklı at arabalarına kuruldu kimimizse doğrudan, kendisi için getirilmiş atlara bindi. Neşe içinde yola koyulduk.
Tüccarın çiftliğine bir buçuk saatte vardık. Bizi orada zengin bir kahvaltı bekliyordu, ev sahibimiz avcılıkla ilgilenmemesine rağmen ava çıkacak misafirlerin nasıl ağırlanması gerektiğini gayet iyi biliyordu.
Toplam sekiz kişiydik: ev sahibimizin oğlu, öğretmeni, beş arkadaşı ve ben. Masada öğretmenle yan yana oturuyorduk: yaptığımız seyahatlerden konuştuk; o da benim gibi Mısır’a gitmişti. Bu, aramızda geçici bir bağ kurulmasına vesile oldu. Başlangıçta, güzel bir sabah kurulan bu tarz yakınlıkların sürekli olacağına inanılır, ancak harekete geçildiğinde bu bağdan geriye eser kalmaz ve asla yeniden kurulmaz.
Masadan kalkarken birlikte avlanmayı kararlaştırdık. Öğretmen benim başı çekmemi teklif etti, Taunus Dağlarına doğru tırmanmalıymışız, tavşan ve keklikler en çok bu dağları kaplayan ormanlarda saklanıyormuş, burada kendi avımı bulabileceğim gibi başkasından ürküp kaçan bir avı da vurma şansım olurmuş.
Tavsiyeleri büyük bir istekle dikkate aldım. Avlanmaya başladığımızda vakit öğleni geçmişti. Ekim ayında günlerin kısa olduğunu da hatırlatmam gerek.
Avın bol olması kaybettiğimiz zamanı telafi etti.
Parlak öğretmenin tavsiyesinin ne kadar isabetli olduğunu anlamakta gecikmedim, sadece karşıma her an tavşanlar ve keklikler çıkmıyordu, arkadaşlar sık ağaçlar arasına gizlenmiş sürüleri hareket ettirdiklerinde kaçan hayvanları kolaylıkla öne sürüp sıkıştırabiliyordum. İki saat sonunda iyi bir av köpeğimin de olması sayesinde mükafatımı fazlasıyla almıştım. Dağın derinliklerine ilerlemeye can atıyor, onları gözden kaçırmamak için yüksek yerlerde arkadaşlarımı bekliyordum.
Şu söz tam da avcılar için: “İnsan ister.Tanrı verir.” Yönümü değiştirip ovaya yönelmiştim ki bir kızıl keklik sürüsünün vadiye indiğini fark ettim, böyle bir sürüyü gün içinde ilk defa görüyordum.
Çiftemle ikisini vurmayı başardım: La Fontaine’in açgözlü avcısı gibi sürüyü takip etmeye koyuldum.
Elim Kontu, özellikle içimizdeki hanımlara “Pardon, affedersiniz” diyerek sözlerine ara verdi, “Bu sürek avının detaylarına fazla girdim, sanırım. Ancak bunlar gruptan ayrılışımı ve sonrasında yaşadığım tuhaf macerayı açıklayabilmem için gerekli.”
Herkes onu can kulağıyla dinlediğini belli etti, böylece anlatıcı sözlerine kaldığı yerden devam etti:
Büyük bir hırsla keklik sürüsünü takip ediyordum, onları gözden kaybedip tekrar buluyor, koyaktan koyağa, vadiden vadiye geçerek dağın derinliklerinde ilerliyordum. Bu takibe kendimi öyle kaptırmıştım ki gökyüzünün bulutlarla kaplandığını ve bir fırtınanın yaklaştığını fark edemedim. Ancak bir gök gürültüsü yüreğimi hoplattığında güvenliğimden endişe ettim. Bakışlarımı her tarafta gezdirdim: bir vadinin tabanındaydım, zayıf  aydınlıkta etrafımı çevreleyen ağaçlarla kaplı dağları görebiliyordum; bunlardan birisinin tepesindeki düzlükte, soluk ışıklarıyla eski bir şatoyu fark ettim, ancak oraya giden yola dair herhangi bir işaret yoktu. Sonuçta buraya tesadüfen kayalıkları, fundalıkları aşarak gelmiştim, eğer bir yol istiyorsam şüphesiz onu bulmam gerekecekti. Oysa nereden başlayacağımı hiç bilmiyordum.
Bu arada gökyüzü kararmaya devam ediyordu, bir gök gürültüsünü her an bir diğeri takip ediyordu. Büyük yağmur damlaları gürültüyle sararan yaprakların üzerine düşüyor, şiddetli rüzgarın her esintisinde bu yaprakların yüzlercesi kuş sürüleri gibi havaya uçuşuyordu.
Kaybedecek zamanım yoktu. Kendimce bir yol tutturdum; tek çarem hiç sapmadan diz bir çizgiyi takip etmekti. Her çeyrek milde, yarım milde karşıma bir keçiyolu yahut patika çıkıyordu. Bu yolların beni, insan ya da hayvan olsun dağların tehlikelerinden korunaklı bir yere götüreceğini ümit ediyordum, hepsi bu. Başıma gelebilecek en kötü olay bir ağacın dibinde uyumak zorunda kalmak olurdu, bu da gökyüzü anbean korkunç bir görüntü almadığı sürece çekilebilir bir durumdu. Barınabileceğim bir yer bulmak için adımlarımı sıklaştırdım.
Ancak daha önce belirttiğim gibi sık korularla kaplı bir dağ yamacında ilerliyordum. Bu nedenle araziden kaynaklanan engeller beni sürekli durduruyordu. Kimi zaman bana kılavuzluk eden av köpeğim sık bir çalılıkla karşılaştığında kuyruğunu sallayarak geri dönüyor, kimi zaman da dağlık arazilerde sıkça görülen büyük yarıklar önümüze çıkıyordu, böyle zamanlarda uzun bir mesafeyi geri tepmek gerekiyordu. Diğer bir aksilik ise bulutların alçalmasıydı. Ve yağmur, onu bekleyen felaket hakkında hiçbir fikri olmayan bir adamı endişelendirecek derecede yağmaya başlamıştı. Ev sahibimizde yaptığımız kahvaltının üzerinden çok geçtiğini ve altı saattir yaşadığım deneyimin sindirim sistemimi hızla çalıştırdığını da belirtmem gerek.
Yine de ilerledikçe çalıların yerini ağaçlar aldı. Böylece daha kolay yürüyebiliyordum; ancak hesaplarıma göre yaptığım onca zikzak sebebiyle başta öngördüğüm düz istikametten bir hayli sapmıştım. Bu beni az da olsa endişelendiriyordu. Ağaçlık bölge her adımda biraz daha büyüdü ve bir ormana dönüştü. Bu ormanda ilerlemeye devam ettim, yeni bir patika bulduğumda yaklaşık çeyrek mil kadar yürümüştüm.
Acaba bu patikanın hangi tarafından devam etmeliydim? Sağa mı gitmeliydim yoksa sola mı? Kesin bir karar vermeme yarayacak en ufak bir belirti yoktu, bu işi tesadüfe bırakmak tek çıkar yol gibiydi. Sağ tarafı seçtim, öyle ki köpeğim çoktan bu istikamete doğru hareket etmişti. Bir mağara ya da harabe gibi herhangi bir korunağın içinde güvende olsaydım kendimi gözlerimin önünde süregelen bu sihirli manzaranın seyrine bırakırdım. Zira durmaksızın birbirini takip eden şimşeklerin ışığı, ormana akla gelmeyecek fantastik görüntüler kazandırıyordu. Bir yıldırımın gümbür gümbür yaklaştığı hissediliyor, vadinin bir ucunda patladığında sesi diğer uca doğru kaybolmaya başlıyordu; sonra rüzgar ağaçların yüksek dallarını yanında alıp götürürcesine sallıyor, kayın ağaçlarını, dev köknarları, asırlık çınarları mayıs melteminin buğday başaklarını dalgalandırması gibi eğip büküyordu. Yine de rüzgarla amansız bir kavgaya tutuşan ağaçlar büyük bir direniş gösteriyordu, rüzgar onları sağa sola çırparken dallarından çatırtılar yükseliyordu. Kasırganın rüzgarla, yağmur ve yıldırımlarla, ormanı titreten öfkesine, orman, talihsizliğin üzerine çöken felakete isyan eder gibi keder ve kasvetle cevap veriyordu.
Bana gelince, ben ise, kendimi bir anda bu şiirsel çarpışmanın içinde bulmuştum. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Giysilerimde ıslanmadık bir tek lif kalmamıştı. Üstelik açlığım her an kendisini daha çok hissettiriyordu. Takip ettiğim patikanın genişlemeye ve önümde açılmaya başladığını fark ettim. Muhakkak beni bir yerleşime doğru götürüyor olmalıydı.
Gerçekten de, bu doğal felaketin içersinde yarım saatlik bir yürüyüşten sonra, bir şimşeğin aydınlığında, tuttuğum yolun bir kulübeye gittiğini gördüm.
Adımlarımı sıklaştırdım, bir konukseverliğin beni beklediğini umarak tüm yorgunluğumu unuttum. Kısa bir süre sonra sabırsızlıkla ulaşmaya çalıştığım bu korunağın karşısındaydım. Ancak büyük bir hüsranla karşılaştım; içeride hiç ışık yanmıyordu. Vakit o kadar geç olmadığına göre bu küçük evin sahibi henüz uyumuş olamazdı, kapılar ve rüzgarlıklar sımsıkı kapatılmıştı; kulübenin içi de dışı kadar sağlam bir yapıda olmalıydı. Ayrıca çevresinde, fırtınanın sebep olduğu tahribatı hesaba katmayacak olursak, birilerinin her gün bir şeylerle uğraştığı kesindi. Yapraklarının büyük bir bölümünü kaybetmiş bir asma kulübeyi çevreleyen dış duvarı kaplamıştı, çitle çevrilmiş küçük bahçeye giden yollara geniş yapraklı güller ve geç açan çiçekler serpiştirilmişti. Beni duymayacakları kanısındaydım ancak yine de kapıyı çaldım.
Tahmin ettiğim gibi bu hareketime içeriden bir karşılık gelmedi, seslendim ancak kimse cevap vermedi.
Öyle düşünüyorum ki eğer bu küçük eve herhangi bir şekilde girebilme şansım olsaydı, sahibi orada bulunmasa bile, bunu değerlendirirdim. Ancak kapı ve rüzgarlıklar sımsıkı kapatıldığı gibi kilitlenmişti de. Ve kırılan bir kapı karşılığında nasıl bir Alman konukseverliğiyle karşılaşacağımı bilemezdim.
Yine de aklıma gelen bir fikir beni teselli etmeye yetti: bu kulübe elbette dış dünyadan soyutlanmış olamazdı, muhakkak bir köyle yahut şatoyla komşuluğu olmalıydı. Öncekilere göre çok daha sert bir şekilde kapıyı yeniden çalmaya başladım, ancak bu teşebbüslerim de sonuçsuz kaldı, nihayetinde kesin kararımı verdim ve çevreyi araştırmaya koyuldum.
200-300 adım attıktan sonra tahmin ettiğim gibi karşıma bir parkın dış duvarları çıktı. Giriş kapısını bulmak amacıyla bir süre duvarı takip ettim, yoluma çıkan bir gedik beni uzun bir keşif yürüyüşü yapmaktan kurtardı. Yıkıntıdan geçtiğimde artık parkın içindeydim, burası prenslerin gezintiye çıktığı olağanüstü parklardan biri olmalıydı, bu bahsettiklerime Almanya’da rastlamak mümkün, Fransa’da ise 50 yıl sonra ancak görürüz. Parkın Chombard’a, Mortefontaine’a, Chantilly’e benzeyen bir havası vardı; sadece biraz önce gördüğüm kulübe ve çevresine düzenli bir şekilde ne kadar titizlik gösterildiyse burası da o kadar bir başına bırakılmış, ıssız ve bakımsızdı.
Fırtınanın dinmesiyle bulutların arasından süzülen ışık, ayın doğmakta olduğuna işaret ediyordu. Doğa nihayet eski dinginliğine yeniden kavuşmaktaydı. Bir zamanlar muhakkak eşsiz olduğunu düşündüğüm bu parkın harabeliği iç acıtıcı cinstendi. Boyları atmış çalılar uluağaçların gövdelerine kadar tırmanmış, zamanının gezinti yollarını kaplamıştı. Bu yollar yaşlılıktan devrilmiş ağaçların, soyulmuş kabukları ve çıplaklıklarıyla birer cesedi andıran dev tomrukların üzerlerinden çekilmesini bekliyor gibiydi. Manzara hiç de iç ferahlatıcı değildi, burada yaşayan birileriyle karşılaşma şansım oldukça zayıftı, bu karanlık, viran gezinti yollarında birilerinin seyretmesi ihtimal dışıydı.   
Yine de, dördü yıkılmış beş direğin bulunduğu bir kavşağa geldiğimde, uzakta bir pencerenin ardında bir ışığın geçtiğini görür gibi oldum, ancak ışık, ben bundan emin olamadan kayboldu. Işığın bu kısa süreliğine görünüp kaybolması bana kılavuzluk etmek için yeterli oldu. O tarafa doğru yürümeye koyuldum, yaklaşık on dakika sonra parkın başında bir çimenliğe gelmiştim, ilerde ağaçların içinde bir karaltı göründü. Bu şato olmalıydı.
Yaklaştıkça yanılmadığımı fark ettim, sadece göz kırpan bir yıldıza benzeyen bu ışık, tamamen kaybolmuştu; ayrıca tuhaf yapıya doğru ilerledikçe, buranın tamamen terkedilmiş olduğu izlenimine kapılıyordum.
Almanya’da sık görülen mimari bir bütünlüğü olan şu eski şatolardandı, zamanının gereklerine, yahut sahiplerinin heveslerine göre nice tadilattan sonra ayakta kalmayı başarmıştı, görüntüsü XIV. yüzyıla işaret ediyordu, ancak bu, devasa yapıya tanımlanamaz bir keder havası veriyordu, öyle ki ön cephesindeki on on iki pencereden hiçbirinde ışık yanmamaktaydı. Bu pencerelerden sadece üç tanesi pancurlarla kapatılmıştı, ancak panjurlardan birisi ortadan kırılmıştı  ve pencere hafifçe aralanmıştı, odanın diğerlerinden daha aydınlık olmadığı belliydi ve içeride herhangi bir ışık olsa bu açıklıktan rahatlıkla fark edilebilirdi. Diğer pencerelere gelince, şüphesiz onlar da zamanında bu üçü gibi rüzgarlıklarla kapatılmıştı, ancak onlar da ya tamamıyla sökülmüştü ya da bir kuşun kırık kanadı gibi, onları tutan bir demir parçasından yere sarkıyordu.
Az önce gördüğüm ışığı tekrar görmek ümidiyle, içeri girmenin bir yolunu arayarak, bu cepheyi boylu boyunca kat etmeye başladım. Ve  iki kule arasında, yapının bir köşesinde bana ilk başta kapalı gibi gelen bir kapı gördüm. Üzerinde kilit yoktu, sürgülenmemişti ve daha ilk denememde kolayca açıldı.

….

* Dumas'ın gotik romanından uzun bir giriş bölümü, bir kaç kısım halinde yayınlayacağım. k.e.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder