LE CHÂTEAU D'EPPSTEIN
Alexandre Dumas
Michel-Levy Frères, Paris, 1860.
GİRİŞ
1841 kışında Floransa’da Galitsin Prensesinde geçirdiğimiz uzun
ve görkemli akşamlardan biriydi. O akşam orada bulunan herkesin başından geçen
bir hikâyeyi anlatması kararlaştırılmıştı. Ancak sadece fantastik hikâyelere
izin veriliyordu. Elim Kontu dışında herkes bir şeyler anlatmıştı. Elim Kontu
yakışıklı genç bir adamdı. Sarışın ve soluk yüzlüydü, sıska denilecek kadar
zayıftı. Melonkolik havası kimi zaman yerini bir sayrılık krizi gibi onu ele
geçiren kahkaha nöbetlerine bırakıyordu. Benzer konularda devam eden sohbet
sıra ona geldiğinde defalarca kesildi; ne zaman hayaletlerden bahsedilse ve
birisi ona fikrini sorsa kont, bize şüphe götürmeyen o kendinden emin sesiyle şu
yanıtı verdi:
— İnanıyorum.
Bu anlatılanlara neden inanıyordu? Kimse ona bunu
sormamıştı. Ayrıca böyle şeylere ya inanılır ya inanılmaz, kişi kolaylıkla hemfikir
ya da karşı olduğuna dair makul sebepler ortaya sürebilir.
Hoffmann, elbette, anlattığı karakterlerin gerçek olduğuna
inanıyordu: Floh Usta’yı görmüş, Copellius’la tanışmıştı.
Sırası geldiğinde Elim Kontu yine hayaletler, hortlaklar,
dirilenlerle ilgili bu hikâyelere inandığını söylediğinde
hiçbirimiz aklımızdan aslında bunlara inanmadığını geçirmiyorduk.
Hikâye anlatma sırası kendisine geldiğinde, eğer sırasını
savmaya yeltenirse ısrar etmek üzere, herkes büyük bir merakla yönünü ona
çevirdi. Hepimiz sabırsızlıkla bu gece anlatılanlar içersinde en hayret
uyandırıcı hikayeyi, hatta gerçeğe en
yakın olanı duymayı ümit ediyorduk. Prensesin ihtarı da etkili oldu ve Kont
fazla direnemeden bu isteğe boyun eğmeyi kabul etti, kendisi için özel olan bir hikayeyi anlatmak istediğini söyledi.
Böyle bir giriş yapması hikayesine duyulan ilginin boşuna
olmadığını kanıtlıyordu, devam eden sessizlikte sözlerine kaldığı yerden devam
etti:
— Üç yıl önce Almanya’ya bir yolculuk yaptım. Frankfurtlu
zengin bir tüccar için tavsiye mektuplarım vardı, bu adamın yaşadığı bölge
tekin bir avlanma sahasıydı. İyi bir avcı olduğumu bildiği için beni çiftliğine
davet etti. Ancak bu teklifi kendisiyle avlanmam için yapmamıştı (zira bu
uğraştan haz almadığını çok kez dile getirmişti) bunu, o bölgede babasıyla ayrı
görüşlerde olduğu bilinen büyük oğlu için istiyordu.
Nihayet, o gün gelip çattı ve sözleştiğimiz üzere şehrin
kapılarının birinde buluştuk: atlar ve arabalar bizi bekliyordu, kimimiz banklı
at arabalarına kuruldu kimimizse doğrudan, kendisi için getirilmiş atlara
bindi. Neşe içinde yola koyulduk.
Tüccarın çiftliğine bir buçuk saatte vardık. Bizi orada zengin
bir kahvaltı bekliyordu, ev sahibimiz avcılıkla ilgilenmemesine rağmen ava
çıkacak misafirlerin nasıl ağırlanması gerektiğini gayet iyi biliyordu.
Toplam sekiz kişiydik: ev sahibimizin oğlu, öğretmeni, beş
arkadaşı ve ben. Masada öğretmenle yan yana oturuyorduk: yaptığımız
seyahatlerden konuştuk; o da benim gibi Mısır’a gitmişti. Bu, aramızda geçici
bir bağ kurulmasına vesile oldu. Başlangıçta, güzel bir sabah kurulan bu tarz
yakınlıkların sürekli olacağına inanılır, ancak harekete geçildiğinde bu bağdan
geriye eser kalmaz ve asla yeniden kurulmaz.
Masadan kalkarken birlikte avlanmayı kararlaştırdık.
Öğretmen benim başı çekmemi teklif etti, Taunus Dağlarına doğru
tırmanmalıymışız, tavşan ve keklikler en çok bu dağları kaplayan ormanlarda
saklanıyormuş, burada kendi avımı bulabileceğim gibi başkasından ürküp kaçan
bir avı da vurma şansım olurmuş.
Tavsiyeleri büyük bir istekle dikkate aldım. Avlanmaya
başladığımızda vakit öğleni geçmişti. Ekim ayında günlerin kısa olduğunu da
hatırlatmam gerek.
Avın bol olması kaybettiğimiz zamanı telafi etti.
Parlak öğretmenin tavsiyesinin ne kadar isabetli olduğunu
anlamakta gecikmedim, sadece karşıma her an tavşanlar ve keklikler çıkmıyordu,
arkadaşlar sık ağaçlar arasına gizlenmiş sürüleri hareket ettirdiklerinde kaçan
hayvanları kolaylıkla öne sürüp sıkıştırabiliyordum. İki saat sonunda iyi bir
av köpeğimin de olması sayesinde mükafatımı fazlasıyla almıştım. Dağın
derinliklerine ilerlemeye can atıyor, onları gözden kaçırmamak için yüksek
yerlerde arkadaşlarımı bekliyordum.
Şu söz tam da avcılar için: “İnsan ister.Tanrı verir.”
Yönümü değiştirip ovaya yönelmiştim ki bir kızıl keklik sürüsünün vadiye
indiğini fark ettim, böyle bir sürüyü gün içinde ilk defa görüyordum.
Çiftemle ikisini vurmayı başardım: La Fontaine’in açgözlü
avcısı gibi sürüyü takip etmeye koyuldum.
Elim Kontu, özellikle içimizdeki hanımlara “Pardon,
affedersiniz” diyerek sözlerine ara verdi, “Bu sürek avının detaylarına fazla
girdim, sanırım. Ancak bunlar gruptan ayrılışımı ve sonrasında yaşadığım tuhaf
macerayı açıklayabilmem için gerekli.”
Herkes onu can kulağıyla dinlediğini belli etti, böylece
anlatıcı sözlerine kaldığı yerden devam etti:
Büyük bir hırsla keklik sürüsünü takip ediyordum, onları gözden
kaybedip tekrar buluyor, koyaktan koyağa, vadiden vadiye geçerek dağın
derinliklerinde ilerliyordum. Bu takibe kendimi öyle kaptırmıştım ki gökyüzünün
bulutlarla kaplandığını ve bir fırtınanın yaklaştığını fark edemedim. Ancak bir
gök gürültüsü yüreğimi hoplattığında güvenliğimden endişe ettim. Bakışlarımı
her tarafta gezdirdim: bir vadinin tabanındaydım, zayıf aydınlıkta etrafımı çevreleyen ağaçlarla
kaplı dağları görebiliyordum; bunlardan birisinin tepesindeki düzlükte, soluk
ışıklarıyla eski bir şatoyu fark ettim, ancak oraya giden yola dair herhangi
bir işaret yoktu. Sonuçta buraya tesadüfen kayalıkları, fundalıkları aşarak
gelmiştim, eğer bir yol istiyorsam şüphesiz onu bulmam gerekecekti. Oysa
nereden başlayacağımı hiç bilmiyordum.
Bu arada gökyüzü kararmaya devam ediyordu, bir gök
gürültüsünü her an bir diğeri takip ediyordu. Büyük yağmur damlaları gürültüyle
sararan yaprakların üzerine düşüyor, şiddetli rüzgarın her esintisinde bu
yaprakların yüzlercesi kuş sürüleri gibi havaya uçuşuyordu.
Kaybedecek zamanım yoktu. Kendimce bir yol tutturdum; tek
çarem hiç sapmadan diz bir çizgiyi takip etmekti. Her çeyrek milde, yarım milde
karşıma bir keçiyolu yahut patika çıkıyordu. Bu yolların beni, insan ya da
hayvan olsun dağların tehlikelerinden korunaklı bir yere götüreceğini ümit
ediyordum, hepsi bu. Başıma gelebilecek en kötü olay bir ağacın dibinde uyumak zorunda
kalmak olurdu, bu da gökyüzü anbean korkunç bir görüntü almadığı sürece
çekilebilir bir durumdu. Barınabileceğim bir yer bulmak için adımlarımı
sıklaştırdım.
Ancak daha önce belirttiğim gibi sık korularla kaplı bir dağ
yamacında ilerliyordum. Bu nedenle araziden kaynaklanan engeller beni sürekli
durduruyordu. Kimi zaman bana kılavuzluk eden av köpeğim sık bir çalılıkla
karşılaştığında kuyruğunu sallayarak geri dönüyor, kimi zaman da dağlık
arazilerde sıkça görülen büyük yarıklar önümüze çıkıyordu, böyle zamanlarda
uzun bir mesafeyi geri tepmek gerekiyordu. Diğer bir aksilik ise bulutların
alçalmasıydı. Ve yağmur, onu bekleyen felaket hakkında hiçbir fikri olmayan bir
adamı endişelendirecek derecede yağmaya başlamıştı. Ev sahibimizde yaptığımız
kahvaltının üzerinden çok geçtiğini ve altı saattir yaşadığım deneyimin
sindirim sistemimi hızla çalıştırdığını da belirtmem gerek.
Yine de ilerledikçe çalıların yerini ağaçlar aldı. Böylece
daha kolay yürüyebiliyordum; ancak hesaplarıma göre yaptığım onca zikzak
sebebiyle başta öngördüğüm düz istikametten bir hayli sapmıştım. Bu beni az da
olsa endişelendiriyordu. Ağaçlık bölge her adımda biraz daha büyüdü ve bir
ormana dönüştü. Bu ormanda ilerlemeye devam ettim, yeni bir patika bulduğumda
yaklaşık çeyrek mil kadar yürümüştüm.
Acaba bu patikanın hangi tarafından devam etmeliydim? Sağa
mı gitmeliydim yoksa sola mı? Kesin bir karar vermeme yarayacak en ufak bir
belirti yoktu, bu işi tesadüfe bırakmak tek çıkar yol gibiydi. Sağ tarafı
seçtim, öyle ki köpeğim çoktan bu istikamete doğru hareket etmişti. Bir mağara
ya da harabe gibi herhangi bir korunağın içinde güvende olsaydım kendimi
gözlerimin önünde süregelen bu sihirli manzaranın seyrine bırakırdım. Zira
durmaksızın birbirini takip eden şimşeklerin ışığı, ormana akla gelmeyecek
fantastik görüntüler kazandırıyordu. Bir yıldırımın gümbür gümbür yaklaştığı
hissediliyor, vadinin bir ucunda patladığında sesi diğer uca doğru kaybolmaya
başlıyordu; sonra rüzgar ağaçların yüksek dallarını yanında alıp götürürcesine
sallıyor, kayın ağaçlarını, dev köknarları, asırlık çınarları mayıs melteminin
buğday başaklarını dalgalandırması gibi eğip büküyordu. Yine de rüzgarla
amansız bir kavgaya tutuşan ağaçlar büyük bir direniş gösteriyordu, rüzgar
onları sağa sola çırparken dallarından çatırtılar yükseliyordu. Kasırganın
rüzgarla, yağmur ve yıldırımlarla, ormanı titreten öfkesine, orman,
talihsizliğin üzerine çöken felakete isyan eder gibi keder ve kasvetle cevap
veriyordu.
Bana gelince, ben ise, kendimi bir anda bu şiirsel
çarpışmanın içinde bulmuştum. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu.
Giysilerimde ıslanmadık bir tek lif kalmamıştı. Üstelik açlığım her an
kendisini daha çok hissettiriyordu. Takip ettiğim patikanın genişlemeye ve
önümde açılmaya başladığını fark ettim. Muhakkak beni bir yerleşime doğru
götürüyor olmalıydı.
Gerçekten de, bu doğal felaketin içersinde yarım saatlik bir
yürüyüşten sonra, bir şimşeğin aydınlığında, tuttuğum yolun bir kulübeye
gittiğini gördüm.
Adımlarımı sıklaştırdım, bir konukseverliğin beni beklediğini
umarak tüm yorgunluğumu unuttum. Kısa bir süre sonra sabırsızlıkla ulaşmaya
çalıştığım bu korunağın karşısındaydım. Ancak büyük bir hüsranla karşılaştım;
içeride hiç ışık yanmıyordu. Vakit o kadar geç olmadığına göre bu küçük evin
sahibi henüz uyumuş olamazdı, kapılar ve rüzgarlıklar sımsıkı kapatılmıştı; kulübenin
içi de dışı kadar sağlam bir yapıda olmalıydı. Ayrıca çevresinde, fırtınanın
sebep olduğu tahribatı hesaba katmayacak olursak, birilerinin her gün bir şeylerle
uğraştığı kesindi. Yapraklarının büyük bir bölümünü kaybetmiş bir asma kulübeyi
çevreleyen dış duvarı kaplamıştı, çitle çevrilmiş küçük bahçeye giden yollara
geniş yapraklı güller ve geç açan çiçekler serpiştirilmişti. Beni duymayacakları
kanısındaydım ancak yine de kapıyı çaldım.
Tahmin ettiğim gibi bu hareketime içeriden bir karşılık
gelmedi, seslendim ancak kimse cevap vermedi.
Öyle düşünüyorum ki eğer bu küçük eve herhangi bir şekilde
girebilme şansım olsaydı, sahibi orada bulunmasa bile, bunu değerlendirirdim.
Ancak kapı ve rüzgarlıklar sımsıkı kapatıldığı gibi kilitlenmişti de. Ve
kırılan bir kapı karşılığında nasıl bir Alman konukseverliğiyle karşılaşacağımı
bilemezdim.
Yine de aklıma gelen bir fikir beni teselli etmeye yetti: bu
kulübe elbette dış dünyadan soyutlanmış olamazdı, muhakkak bir köyle yahut
şatoyla komşuluğu olmalıydı. Öncekilere göre çok daha sert bir şekilde kapıyı
yeniden çalmaya başladım, ancak bu teşebbüslerim de sonuçsuz kaldı, nihayetinde
kesin kararımı verdim ve çevreyi araştırmaya koyuldum.
200-300 adım attıktan sonra tahmin ettiğim gibi karşıma bir
parkın dış duvarları çıktı. Giriş kapısını bulmak amacıyla bir süre duvarı
takip ettim, yoluma çıkan bir gedik beni uzun bir keşif yürüyüşü yapmaktan
kurtardı. Yıkıntıdan geçtiğimde artık parkın içindeydim, burası prenslerin
gezintiye çıktığı olağanüstü parklardan biri olmalıydı, bu bahsettiklerime Almanya’da
rastlamak mümkün, Fransa’da ise 50 yıl sonra ancak görürüz. Parkın Chombard’a,
Mortefontaine’a, Chantilly’e benzeyen bir havası vardı; sadece biraz önce
gördüğüm kulübe ve çevresine düzenli bir şekilde ne kadar titizlik
gösterildiyse burası da o kadar bir başına bırakılmış, ıssız ve bakımsızdı.
Fırtınanın dinmesiyle bulutların arasından süzülen ışık,
ayın doğmakta olduğuna işaret ediyordu. Doğa nihayet eski dinginliğine yeniden
kavuşmaktaydı. Bir zamanlar muhakkak eşsiz olduğunu düşündüğüm bu parkın
harabeliği iç acıtıcı cinstendi. Boyları atmış çalılar uluağaçların gövdelerine
kadar tırmanmış, zamanının gezinti yollarını kaplamıştı. Bu yollar yaşlılıktan
devrilmiş ağaçların, soyulmuş kabukları ve çıplaklıklarıyla birer cesedi
andıran dev tomrukların üzerlerinden çekilmesini bekliyor gibiydi. Manzara hiç
de iç ferahlatıcı değildi, burada yaşayan birileriyle karşılaşma şansım oldukça
zayıftı, bu karanlık, viran gezinti yollarında birilerinin seyretmesi ihtimal
dışıydı.
Yine de, dördü yıkılmış beş direğin bulunduğu bir kavşağa
geldiğimde, uzakta bir pencerenin ardında bir ışığın geçtiğini görür gibi
oldum, ancak ışık, ben bundan emin olamadan kayboldu. Işığın bu kısa süreliğine
görünüp kaybolması bana kılavuzluk etmek için yeterli oldu. O tarafa doğru
yürümeye koyuldum, yaklaşık on dakika sonra parkın başında bir çimenliğe
gelmiştim, ilerde ağaçların içinde bir karaltı göründü. Bu şato olmalıydı.
Yaklaştıkça yanılmadığımı fark ettim, sadece göz kırpan bir
yıldıza benzeyen bu ışık, tamamen kaybolmuştu; ayrıca tuhaf yapıya doğru
ilerledikçe, buranın tamamen terkedilmiş olduğu izlenimine kapılıyordum.
Almanya’da sık görülen mimari bir bütünlüğü olan şu eski
şatolardandı, zamanının gereklerine, yahut sahiplerinin heveslerine göre nice
tadilattan sonra ayakta kalmayı başarmıştı, görüntüsü XIV. yüzyıla işaret
ediyordu, ancak bu, devasa yapıya tanımlanamaz bir keder havası veriyordu, öyle
ki ön cephesindeki on on iki pencereden hiçbirinde ışık yanmamaktaydı. Bu
pencerelerden sadece üç tanesi pancurlarla kapatılmıştı, ancak panjurlardan
birisi ortadan kırılmıştı ve pencere
hafifçe aralanmıştı, odanın diğerlerinden daha aydınlık olmadığı belliydi ve
içeride herhangi bir ışık olsa bu açıklıktan rahatlıkla fark edilebilirdi. Diğer
pencerelere gelince, şüphesiz onlar da zamanında bu üçü gibi rüzgarlıklarla kapatılmıştı,
ancak onlar da ya tamamıyla sökülmüştü ya da bir kuşun kırık kanadı gibi,
onları tutan bir demir parçasından yere sarkıyordu.
Az önce gördüğüm ışığı tekrar görmek ümidiyle, içeri
girmenin bir yolunu arayarak, bu cepheyi boylu boyunca kat etmeye başladım. Ve iki kule arasında, yapının bir köşesinde bana
ilk başta kapalı gibi gelen bir kapı gördüm. Üzerinde kilit yoktu,
sürgülenmemişti ve daha ilk denememde kolayca açıldı.
….
* Dumas'ın gotik romanından uzun bir giriş bölümü, bir kaç kısım halinde yayınlayacağım. k.e.