31 Mart 2017 Cuma

Alexandre Dumas | Eppstein Şatosu | II

Az önce gördüğüm ışığı tekrar görmek ümidiyle, içeri girmenin bir yolunu arayarak, bu cepheyi boylu boyunca kat etmeye başladım. Ve  iki kule arasında, yapının bir köşesinde bana ilk başta kapalı gibi gelen bir kapı gördüm. Üzerinde kilit yoktu, sürgülenmemişti ve daha ilk denememde kolayca açıldı.
Eşiği geçtiğimde kendimi karanlık bir kubbenin altında buldum, az sonra otlar ve böğürtlenlerle kaplanmış bir geçide geldim, geçidin sonunda donuk bir camekanın arkasında hayalgücümün bir ürünü olduğunu düşündüğüm, bulutların içindeymiş gibi titreyen o tatlı ışığa bakıyordum.
Bir lambanın ışığında iki ihtiyar ısınmaya çalışıyordu, şüphesiz karı kocaydılar. Kapıyı aradım, pencerenin hemen yanındaydı, ve koluna dokunduğum anda hızla açıldı: kadın bir çığlık attı. Yüreklerini hoplattığım bu namuslu insanları yatıştırmaya çalıştım.
— Korkmayın dostlarım, dedim onlara, ben yolunu kaybetmiş bir avcıyım, yorgunum, açım ve susadım; buraya sizden bir bardak su, bir parça ekmek ve uyuyacak bir yer istemek için geldim.
— Karımın böyle ürkmesini bağışlayın, diye cevapladı yaşlı adam ayağa kalkarken. Bu şato kazaya uğramış birinin tesadüfen bulamayacağı kadar gizli bir yerde, silahlı bir adamı karşımızda görmek bu kadar korkutucu olmamalı sevgili Bertha, tanrıya şükürler olsun. Ne kendimizin ne de efendimizin burada haydutlarla karşılaşmasını isteriz.
— Herhalükarda dostlarım, içiniz rahat olsun, ben Elim Kontuyum... Beni tanımıyorsunuz, biliyorum, ama Mösyö de R...’yi tanıyor olmalısınız, Frankfurt’a onu görmeye geldim, birlikte avlanmaya çıkmıştık, bir kızıl keklik sürüsünün peşine düşüp Taunus dağlıklarının derinliklerine dalmışım.
— Ah bayım, diye cevapladı yaşlı adam, karısı ise merakla beni süzmeye devam ediyordu. Şehirde artık kimseyi tanımıyoruz ne karım ne ben, yirmi yılı aşkındır dışarı adım atmadık, ancak söyledikleriniz kâfi, hakkınızda başka bilgi vermenize gerek yok. Açsınız, susamışsınız, dinlenmeye ihtiyacınız var; size yemek hazırlayacağız. Yatağa gelince, (iki ihtiyar birbirlerine baktı), bu biraz zor olabilir, ama nihayetinde buna da bir çare düşünürüz.
— Tek istediğim yemeğinizden bir parça ve şatonuzun herhangi bir yerinde bir koltuk, dostlarım.
— İzninizle bu isteklerinizi yerine getirelim, kurulanıp ısının, dedi kadın, bu arada biz de elimizden geldiğince hazırlık yapalım.
Bana kurulanıp ısınmamı söylemesi yersiz değildi: iliklerime kadar ıslanmıştım, üşümekten dişlerim takırdıyordu; köpeğim bana örnek olmak istercesine, peşine düştüğü avları pişirecek kadar sıcak olan ocağın karşısında güzel bir yere kurulmuş uyukluyordu.
Gördüğüm kadarıyla tel dolaplarının içi tamtakırdı ve bu namuslu insanların yemeği şöminede kaynamakta olan tencereden ibaretti, av çantamı onlara uzattım.
— Vay canına, dedi koca, içinden bir kekliği ve tavşan yavrusunu seçerken, bunlar harika, soframızın fakirliği sebebiyle Beyefendi, biraz endişeye düşmüştük.
Sonra karı koca aralarında bir kaç kelime konuştu. Kadın kekliğin tüylerini yolup, tavşanı yüzmeye koyulduğunda adam da dışarı çıktı.
On dakika kadar sonra ateşin karşısında bir o yana bir bu yana dönerek oldukça kurumuştum. Adam geri geldiğinde, üzerimde ayaklarımdan başıma kadar buharlar tütüyordu.
Eğer yemek salonuna geçmek isterseniz Beyefendi, orada daha büyük bir ateş yanıyor, buradan daha iyi, az sonra size servis yapacağız.
Teklifini nazikçe geri çevirdim ve orada bulunmaktan son derece memnun olduğumu ve onlarla aynı masada yemekten büyük onur duyacağımı söyledim. Ancak o bu sözlerime saygıyla eğilerek yanıt verdi ve bir Kontun nasıl ağırlanması gerektiğini gayet iyi bildiğini söyledi. Böylece o şapkası elinde kapının önünde dururken, ayağa kalktım ve yemek salonuna geçmeye hazır olduğumu belli ettim. O önden yürüdü ben de onu takip ettim. Köpeğim uzunca gerindi, dört ayağının üzerine geldi ve peşime düştü.
Terkettiğim sıcaklığa denk bir sıcaklığa kavuşmak için büyük bir sabırsızlık duyuyordum, koridora geçtiğimiz odalara fazla dikkat etmesem de, her şey bana harap olmak üzereymiş gibi göründü.
Bir kapı açıldı, yanmakta olan büyük bir şömine gördüm, aceleyle yaklaşırken, Fido dört ayaklı olmanın verdiği avantajla yine sahibinden önce davranıp ateşin karşısına kuruldu.
İlk dikkatimi çeken şey ateşti. Şöminenin karşısına yerleştikten az sonra benim için hazırlanmış masayı fark ettim. Üzerine Macar kumaşından yapılmış olağanüstü güzel bir örtü serilmiş ve göz kamaştırıcı sofra takımları konulmuştu.
Bu beklenmedik olağanüstü güzellik merakımı arttırdı. Örtüleri ve sandalyeleri inceledim, hepsi güzel bir işçiliğin eseriydi ve ait oldukları zenginlik hemen göze çarpıyordu. Her nesnenin üzerine kontluk çelengi içinde, sahibinin arması işlenmişti.
Ben bu gördüklerimle meşgul olurken, kapı yeniden açıldı ve diğer servis kaplarına benzeyen gümüş bir kase içinde çorba getiren özel giysili bir uşak içeri girdi. Gözlerimi kaseden onu sunana çevirdiğimde yaşlı adamı hemen tanıdım.
— Ama dostum, benim için böyle seremoni düzenlemenize gerek yok, sizi rahatsız etmem karşısında gösterdiğiniz misafirlikle zaten beni fazlasıyla mahcup ettiniz.
— Kontumuza nasıl saygı gösterilmesi gerektiğini gayet iyi biliyoruz efendim, dedi yaşlı adam, kaseyi masaya bırakırken, böyle bir şeyi seve seve yapmamak ancak bizim irademiz dışında olur. Ayrıca Kont Everard bizi asla affetmez.
Bildikleri gibi hareket etmelerine razı olmaktan başka çare yoktu. Bir sandalyeye oturmak istiyordum, ancak tuhaf uşak bana büyük bir koltuk getirdi: ne de olsa bu merasimin lideri o idi. Koltuğun arkalığı önceden dikkatimi çeken armalarla bezenmişti, ve onlar gibi kontluk çelengi içine işlenmişti.
Gösterilen yere oturdum. Söylediğim gibi, açlık ve susuzluktan ölüyordum, bu nedenle önümdekileri anında mideye indirdim. Bununla birlikte, bana sunulan her şey, iki hizmetiçimin akşam yemeğindeki paylarını azaltmış olsam da mükemmeldi. Şarap en iyi Bordeaux, Bourgogne ve Rhin bağlarındandı.



29 Mart 2017 Çarşamba

Alexandre Dumas | Eppstein Şatosu | I*

LE CHÂTEAU D'EPPSTEIN
Alexandre Dumas
Michel-Levy Frères, Paris, 1860.

GİRİŞ
     
1841 kışında Floransa’da Galitsin Prensesinde geçirdiğimiz uzun ve görkemli akşamlardan biriydi. O akşam orada bulunan herkesin başından geçen bir hikâyeyi anlatması kararlaştırılmıştı. Ancak sadece fantastik hikâyelere izin veriliyordu. Elim Kontu dışında herkes bir şeyler anlatmıştı. Elim Kontu yakışıklı genç bir adamdı. Sarışın ve soluk yüzlüydü, sıska denilecek kadar zayıftı. Melonkolik havası kimi zaman yerini bir sayrılık krizi gibi onu ele geçiren kahkaha nöbetlerine bırakıyordu. Benzer konularda devam eden sohbet sıra ona geldiğinde defalarca kesildi; ne zaman hayaletlerden bahsedilse ve birisi ona fikrini sorsa kont, bize şüphe götürmeyen o kendinden emin sesiyle şu yanıtı verdi:
— İnanıyorum.
Bu anlatılanlara neden inanıyordu? Kimse ona bunu sormamıştı. Ayrıca böyle şeylere ya inanılır ya inanılmaz, kişi kolaylıkla hemfikir ya da karşı olduğuna dair makul sebepler ortaya sürebilir.
Hoffmann, elbette, anlattığı karakterlerin gerçek olduğuna inanıyordu: Floh Usta’yı görmüş, Copellius’la tanışmıştı.
Sırası geldiğinde Elim Kontu yine hayaletler, hortlaklar, dirilenlerle ilgili bu hikâyelere inandığını söylediğinde hiçbirimiz aklımızdan aslında bunlara inanmadığını geçirmiyorduk.
Hikâye anlatma sırası kendisine geldiğinde, eğer sırasını savmaya yeltenirse ısrar etmek üzere, herkes büyük bir merakla yönünü ona çevirdi. Hepimiz sabırsızlıkla bu gece anlatılanlar içersinde en hayret uyandırıcı hikayeyi,  hatta gerçeğe en yakın olanı duymayı ümit ediyorduk. Prensesin ihtarı da etkili oldu ve Kont fazla direnemeden bu isteğe boyun eğmeyi kabul etti, kendisi için özel olan bir hikayeyi anlatmak istediğini söyledi.
Böyle bir giriş yapması hikayesine duyulan ilginin boşuna olmadığını kanıtlıyordu, devam eden sessizlikte sözlerine kaldığı yerden devam etti:
— Üç yıl önce Almanya’ya bir yolculuk yaptım. Frankfurtlu zengin bir tüccar için tavsiye mektuplarım vardı, bu adamın yaşadığı bölge tekin bir avlanma sahasıydı. İyi bir avcı olduğumu bildiği için beni çiftliğine davet etti. Ancak bu teklifi kendisiyle avlanmam için yapmamıştı (zira bu uğraştan haz almadığını çok kez dile getirmişti) bunu, o bölgede babasıyla ayrı görüşlerde olduğu bilinen büyük oğlu için istiyordu.
Nihayet, o gün gelip çattı ve sözleştiğimiz üzere şehrin kapılarının birinde buluştuk: atlar ve arabalar bizi bekliyordu, kimimiz banklı at arabalarına kuruldu kimimizse doğrudan, kendisi için getirilmiş atlara bindi. Neşe içinde yola koyulduk.
Tüccarın çiftliğine bir buçuk saatte vardık. Bizi orada zengin bir kahvaltı bekliyordu, ev sahibimiz avcılıkla ilgilenmemesine rağmen ava çıkacak misafirlerin nasıl ağırlanması gerektiğini gayet iyi biliyordu.
Toplam sekiz kişiydik: ev sahibimizin oğlu, öğretmeni, beş arkadaşı ve ben. Masada öğretmenle yan yana oturuyorduk: yaptığımız seyahatlerden konuştuk; o da benim gibi Mısır’a gitmişti. Bu, aramızda geçici bir bağ kurulmasına vesile oldu. Başlangıçta, güzel bir sabah kurulan bu tarz yakınlıkların sürekli olacağına inanılır, ancak harekete geçildiğinde bu bağdan geriye eser kalmaz ve asla yeniden kurulmaz.
Masadan kalkarken birlikte avlanmayı kararlaştırdık. Öğretmen benim başı çekmemi teklif etti, Taunus Dağlarına doğru tırmanmalıymışız, tavşan ve keklikler en çok bu dağları kaplayan ormanlarda saklanıyormuş, burada kendi avımı bulabileceğim gibi başkasından ürküp kaçan bir avı da vurma şansım olurmuş.
Tavsiyeleri büyük bir istekle dikkate aldım. Avlanmaya başladığımızda vakit öğleni geçmişti. Ekim ayında günlerin kısa olduğunu da hatırlatmam gerek.
Avın bol olması kaybettiğimiz zamanı telafi etti.
Parlak öğretmenin tavsiyesinin ne kadar isabetli olduğunu anlamakta gecikmedim, sadece karşıma her an tavşanlar ve keklikler çıkmıyordu, arkadaşlar sık ağaçlar arasına gizlenmiş sürüleri hareket ettirdiklerinde kaçan hayvanları kolaylıkla öne sürüp sıkıştırabiliyordum. İki saat sonunda iyi bir av köpeğimin de olması sayesinde mükafatımı fazlasıyla almıştım. Dağın derinliklerine ilerlemeye can atıyor, onları gözden kaçırmamak için yüksek yerlerde arkadaşlarımı bekliyordum.
Şu söz tam da avcılar için: “İnsan ister.Tanrı verir.” Yönümü değiştirip ovaya yönelmiştim ki bir kızıl keklik sürüsünün vadiye indiğini fark ettim, böyle bir sürüyü gün içinde ilk defa görüyordum.
Çiftemle ikisini vurmayı başardım: La Fontaine’in açgözlü avcısı gibi sürüyü takip etmeye koyuldum.
Elim Kontu, özellikle içimizdeki hanımlara “Pardon, affedersiniz” diyerek sözlerine ara verdi, “Bu sürek avının detaylarına fazla girdim, sanırım. Ancak bunlar gruptan ayrılışımı ve sonrasında yaşadığım tuhaf macerayı açıklayabilmem için gerekli.”
Herkes onu can kulağıyla dinlediğini belli etti, böylece anlatıcı sözlerine kaldığı yerden devam etti:
Büyük bir hırsla keklik sürüsünü takip ediyordum, onları gözden kaybedip tekrar buluyor, koyaktan koyağa, vadiden vadiye geçerek dağın derinliklerinde ilerliyordum. Bu takibe kendimi öyle kaptırmıştım ki gökyüzünün bulutlarla kaplandığını ve bir fırtınanın yaklaştığını fark edemedim. Ancak bir gök gürültüsü yüreğimi hoplattığında güvenliğimden endişe ettim. Bakışlarımı her tarafta gezdirdim: bir vadinin tabanındaydım, zayıf  aydınlıkta etrafımı çevreleyen ağaçlarla kaplı dağları görebiliyordum; bunlardan birisinin tepesindeki düzlükte, soluk ışıklarıyla eski bir şatoyu fark ettim, ancak oraya giden yola dair herhangi bir işaret yoktu. Sonuçta buraya tesadüfen kayalıkları, fundalıkları aşarak gelmiştim, eğer bir yol istiyorsam şüphesiz onu bulmam gerekecekti. Oysa nereden başlayacağımı hiç bilmiyordum.
Bu arada gökyüzü kararmaya devam ediyordu, bir gök gürültüsünü her an bir diğeri takip ediyordu. Büyük yağmur damlaları gürültüyle sararan yaprakların üzerine düşüyor, şiddetli rüzgarın her esintisinde bu yaprakların yüzlercesi kuş sürüleri gibi havaya uçuşuyordu.
Kaybedecek zamanım yoktu. Kendimce bir yol tutturdum; tek çarem hiç sapmadan diz bir çizgiyi takip etmekti. Her çeyrek milde, yarım milde karşıma bir keçiyolu yahut patika çıkıyordu. Bu yolların beni, insan ya da hayvan olsun dağların tehlikelerinden korunaklı bir yere götüreceğini ümit ediyordum, hepsi bu. Başıma gelebilecek en kötü olay bir ağacın dibinde uyumak zorunda kalmak olurdu, bu da gökyüzü anbean korkunç bir görüntü almadığı sürece çekilebilir bir durumdu. Barınabileceğim bir yer bulmak için adımlarımı sıklaştırdım.
Ancak daha önce belirttiğim gibi sık korularla kaplı bir dağ yamacında ilerliyordum. Bu nedenle araziden kaynaklanan engeller beni sürekli durduruyordu. Kimi zaman bana kılavuzluk eden av köpeğim sık bir çalılıkla karşılaştığında kuyruğunu sallayarak geri dönüyor, kimi zaman da dağlık arazilerde sıkça görülen büyük yarıklar önümüze çıkıyordu, böyle zamanlarda uzun bir mesafeyi geri tepmek gerekiyordu. Diğer bir aksilik ise bulutların alçalmasıydı. Ve yağmur, onu bekleyen felaket hakkında hiçbir fikri olmayan bir adamı endişelendirecek derecede yağmaya başlamıştı. Ev sahibimizde yaptığımız kahvaltının üzerinden çok geçtiğini ve altı saattir yaşadığım deneyimin sindirim sistemimi hızla çalıştırdığını da belirtmem gerek.
Yine de ilerledikçe çalıların yerini ağaçlar aldı. Böylece daha kolay yürüyebiliyordum; ancak hesaplarıma göre yaptığım onca zikzak sebebiyle başta öngördüğüm düz istikametten bir hayli sapmıştım. Bu beni az da olsa endişelendiriyordu. Ağaçlık bölge her adımda biraz daha büyüdü ve bir ormana dönüştü. Bu ormanda ilerlemeye devam ettim, yeni bir patika bulduğumda yaklaşık çeyrek mil kadar yürümüştüm.
Acaba bu patikanın hangi tarafından devam etmeliydim? Sağa mı gitmeliydim yoksa sola mı? Kesin bir karar vermeme yarayacak en ufak bir belirti yoktu, bu işi tesadüfe bırakmak tek çıkar yol gibiydi. Sağ tarafı seçtim, öyle ki köpeğim çoktan bu istikamete doğru hareket etmişti. Bir mağara ya da harabe gibi herhangi bir korunağın içinde güvende olsaydım kendimi gözlerimin önünde süregelen bu sihirli manzaranın seyrine bırakırdım. Zira durmaksızın birbirini takip eden şimşeklerin ışığı, ormana akla gelmeyecek fantastik görüntüler kazandırıyordu. Bir yıldırımın gümbür gümbür yaklaştığı hissediliyor, vadinin bir ucunda patladığında sesi diğer uca doğru kaybolmaya başlıyordu; sonra rüzgar ağaçların yüksek dallarını yanında alıp götürürcesine sallıyor, kayın ağaçlarını, dev köknarları, asırlık çınarları mayıs melteminin buğday başaklarını dalgalandırması gibi eğip büküyordu. Yine de rüzgarla amansız bir kavgaya tutuşan ağaçlar büyük bir direniş gösteriyordu, rüzgar onları sağa sola çırparken dallarından çatırtılar yükseliyordu. Kasırganın rüzgarla, yağmur ve yıldırımlarla, ormanı titreten öfkesine, orman, talihsizliğin üzerine çöken felakete isyan eder gibi keder ve kasvetle cevap veriyordu.
Bana gelince, ben ise, kendimi bir anda bu şiirsel çarpışmanın içinde bulmuştum. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Giysilerimde ıslanmadık bir tek lif kalmamıştı. Üstelik açlığım her an kendisini daha çok hissettiriyordu. Takip ettiğim patikanın genişlemeye ve önümde açılmaya başladığını fark ettim. Muhakkak beni bir yerleşime doğru götürüyor olmalıydı.
Gerçekten de, bu doğal felaketin içersinde yarım saatlik bir yürüyüşten sonra, bir şimşeğin aydınlığında, tuttuğum yolun bir kulübeye gittiğini gördüm.
Adımlarımı sıklaştırdım, bir konukseverliğin beni beklediğini umarak tüm yorgunluğumu unuttum. Kısa bir süre sonra sabırsızlıkla ulaşmaya çalıştığım bu korunağın karşısındaydım. Ancak büyük bir hüsranla karşılaştım; içeride hiç ışık yanmıyordu. Vakit o kadar geç olmadığına göre bu küçük evin sahibi henüz uyumuş olamazdı, kapılar ve rüzgarlıklar sımsıkı kapatılmıştı; kulübenin içi de dışı kadar sağlam bir yapıda olmalıydı. Ayrıca çevresinde, fırtınanın sebep olduğu tahribatı hesaba katmayacak olursak, birilerinin her gün bir şeylerle uğraştığı kesindi. Yapraklarının büyük bir bölümünü kaybetmiş bir asma kulübeyi çevreleyen dış duvarı kaplamıştı, çitle çevrilmiş küçük bahçeye giden yollara geniş yapraklı güller ve geç açan çiçekler serpiştirilmişti. Beni duymayacakları kanısındaydım ancak yine de kapıyı çaldım.
Tahmin ettiğim gibi bu hareketime içeriden bir karşılık gelmedi, seslendim ancak kimse cevap vermedi.
Öyle düşünüyorum ki eğer bu küçük eve herhangi bir şekilde girebilme şansım olsaydı, sahibi orada bulunmasa bile, bunu değerlendirirdim. Ancak kapı ve rüzgarlıklar sımsıkı kapatıldığı gibi kilitlenmişti de. Ve kırılan bir kapı karşılığında nasıl bir Alman konukseverliğiyle karşılaşacağımı bilemezdim.
Yine de aklıma gelen bir fikir beni teselli etmeye yetti: bu kulübe elbette dış dünyadan soyutlanmış olamazdı, muhakkak bir köyle yahut şatoyla komşuluğu olmalıydı. Öncekilere göre çok daha sert bir şekilde kapıyı yeniden çalmaya başladım, ancak bu teşebbüslerim de sonuçsuz kaldı, nihayetinde kesin kararımı verdim ve çevreyi araştırmaya koyuldum.
200-300 adım attıktan sonra tahmin ettiğim gibi karşıma bir parkın dış duvarları çıktı. Giriş kapısını bulmak amacıyla bir süre duvarı takip ettim, yoluma çıkan bir gedik beni uzun bir keşif yürüyüşü yapmaktan kurtardı. Yıkıntıdan geçtiğimde artık parkın içindeydim, burası prenslerin gezintiye çıktığı olağanüstü parklardan biri olmalıydı, bu bahsettiklerime Almanya’da rastlamak mümkün, Fransa’da ise 50 yıl sonra ancak görürüz. Parkın Chombard’a, Mortefontaine’a, Chantilly’e benzeyen bir havası vardı; sadece biraz önce gördüğüm kulübe ve çevresine düzenli bir şekilde ne kadar titizlik gösterildiyse burası da o kadar bir başına bırakılmış, ıssız ve bakımsızdı.
Fırtınanın dinmesiyle bulutların arasından süzülen ışık, ayın doğmakta olduğuna işaret ediyordu. Doğa nihayet eski dinginliğine yeniden kavuşmaktaydı. Bir zamanlar muhakkak eşsiz olduğunu düşündüğüm bu parkın harabeliği iç acıtıcı cinstendi. Boyları atmış çalılar uluağaçların gövdelerine kadar tırmanmış, zamanının gezinti yollarını kaplamıştı. Bu yollar yaşlılıktan devrilmiş ağaçların, soyulmuş kabukları ve çıplaklıklarıyla birer cesedi andıran dev tomrukların üzerlerinden çekilmesini bekliyor gibiydi. Manzara hiç de iç ferahlatıcı değildi, burada yaşayan birileriyle karşılaşma şansım oldukça zayıftı, bu karanlık, viran gezinti yollarında birilerinin seyretmesi ihtimal dışıydı.   
Yine de, dördü yıkılmış beş direğin bulunduğu bir kavşağa geldiğimde, uzakta bir pencerenin ardında bir ışığın geçtiğini görür gibi oldum, ancak ışık, ben bundan emin olamadan kayboldu. Işığın bu kısa süreliğine görünüp kaybolması bana kılavuzluk etmek için yeterli oldu. O tarafa doğru yürümeye koyuldum, yaklaşık on dakika sonra parkın başında bir çimenliğe gelmiştim, ilerde ağaçların içinde bir karaltı göründü. Bu şato olmalıydı.
Yaklaştıkça yanılmadığımı fark ettim, sadece göz kırpan bir yıldıza benzeyen bu ışık, tamamen kaybolmuştu; ayrıca tuhaf yapıya doğru ilerledikçe, buranın tamamen terkedilmiş olduğu izlenimine kapılıyordum.
Almanya’da sık görülen mimari bir bütünlüğü olan şu eski şatolardandı, zamanının gereklerine, yahut sahiplerinin heveslerine göre nice tadilattan sonra ayakta kalmayı başarmıştı, görüntüsü XIV. yüzyıla işaret ediyordu, ancak bu, devasa yapıya tanımlanamaz bir keder havası veriyordu, öyle ki ön cephesindeki on on iki pencereden hiçbirinde ışık yanmamaktaydı. Bu pencerelerden sadece üç tanesi pancurlarla kapatılmıştı, ancak panjurlardan birisi ortadan kırılmıştı  ve pencere hafifçe aralanmıştı, odanın diğerlerinden daha aydınlık olmadığı belliydi ve içeride herhangi bir ışık olsa bu açıklıktan rahatlıkla fark edilebilirdi. Diğer pencerelere gelince, şüphesiz onlar da zamanında bu üçü gibi rüzgarlıklarla kapatılmıştı, ancak onlar da ya tamamıyla sökülmüştü ya da bir kuşun kırık kanadı gibi, onları tutan bir demir parçasından yere sarkıyordu.
Az önce gördüğüm ışığı tekrar görmek ümidiyle, içeri girmenin bir yolunu arayarak, bu cepheyi boylu boyunca kat etmeye başladım. Ve  iki kule arasında, yapının bir köşesinde bana ilk başta kapalı gibi gelen bir kapı gördüm. Üzerinde kilit yoktu, sürgülenmemişti ve daha ilk denememde kolayca açıldı.

….

* Dumas'ın gotik romanından uzun bir giriş bölümü, bir kaç kısım halinde yayınlayacağım. k.e.

Sandıktan çıkanlar, No:4 | Alexandre Dumas - Eppstein Şatosu
















Özgün metin için Archive.org linki:
Le Chateau D'Eppstein 


28 Mart 2017 Salı

Lemoine Davası | Marcel Proust'tan Flaubert pastişi*

Pastiches et Mélanges
-Pastişler ve Seçme Yazılar-
Marcel PROUST
Gallimard, 1919

[Bu yazının pdf ve epub versiyonunu Archive.org'tan indirebilirsiniz]



GUSTAVE  FLAUBERT’DEN LEMOINE DAVASI[1]

Sıcak iyiden iyiye boğucu hale gelmişti, bir çanın sesi duyuldu, kumrular kanatlandı ve pencereler hakimin emri üzerine kapatıldı, bir toz kokusu ortalığa yayıldı. Hakim yaşlıydı, palyaço yüzlüydü, bedeninin ölçülerine göre oldukça dar bir cüppesi, kafasının içinde evirip çevirdiği emelleri vardı; ve tütün rengi sinmiş eşit favorileri tüm kişiliğine kurumlu ve kaba bir hava katıyordu. Oturuma verilen ara devam ettiği için samimiyetler yavaş yavaş biçim alıyordu, konuşmaya başlamak için kimi açıkgözlüler içerinin havasızlığından şikayet ediyordu, birisi az önce çıkan beyefendide İç İşleri Bakanını tanıdığını söylediğinde, bir hissedar “Zavallı Fransa!” diye iç çekti. Bir zenci cebinden bir portakal çıkartarak saygınlık kazandı ve popülerite adına, özür dileyerek dilimleri bir gazetenin üzerinde komşularına ikram etti: ilk başta “bu kadar güzelini hiç yememiştim; harika bir meyve, serinletici” diyen bir papazın sesi duyuldu; ancak kibar bir dul, korunmacı havaya büründü ve kızlarını “tanımadıkları birinden” herhangi bir şey kabul etmekten men etti, bu arada gazetenin kendilerine kadar gelip gelmeyeceğinden emin olamayan diğer kişiler, uygun bir tavır takınma peşindeydi: çoğu saatlerini çekiştiriyordu, bir hanım şapkasını çıkardı. Şapkanın üzerinde bir papağan duruyordu. İki genç adam buna oldukça şaşırmıştı, oraya hatıra olsun diye mi yoksa egzantrik bir zevk uyarınca mı yerleştirildiğini öğrenmeyi ne kadar da isterlerdi. Matrak meraklıları çoktan bir sıradan diğerine çene çalmaya koyulmuştu, ve karılar kocalarına bakarken mendillerinin içine gülmekten boğulacak hale gelmişlerdi, sessizlik sağlandığında, hakim uykuya dalmak üzereymiş gibi görünüyordu, Werner’in avukatı savunmasını telaffuz etmeye koyuldu. Abartılı bir tonla başlamıştı, iki saat konuştu, hazımsızlık çekiyormuş gibi bir hali vardı, ve her “Sayın Hakim” dediğinde, hayli anlamlı br reveransla birdenbire öyle eğiliyordu ki sanki bir kralın önünde bir genç kız, sunaktan geri çekilen bir papaz çömeziydi. Lemoine’e karşı acımasızdı, fakat kalıplaşmış cümlelerinin zarifliği iddia makamının hışmını yatıştırıyordu. Ve konuşmasının her kademesi, çağlayan suları, açılan bir sargı gibi kesintiye uğramadan birbirini takip ediyordu. Konuşması kimi anlar öyle monotonlaşıyordu ki sessizlikten ayırt edilemiyordu, çınlaması sürüp giden bir çan yahut gücünü kaybeden bir yankı gibiydi. Bitirmek için, hakimler Grevy ve Carnot’nun kürsünün üzerinde asılı olan portrelerini tanık gösterdi; ve herkes, başlarını kaldırarak, şerefimizi ortaya koyan ama köhnelikten de kokan bu resmi ve kirli salonda bunların üzerini küf tuttuğunu tespit etti. Geniş bir boşluk sıraların kürsüye kadar dizildiği salonu ortadan ikiye ayırıyordu; döşemesinin üzeri tozluydu, tavan köşelerini örümcek ağları bağlamıştı, her deliğine bir fare yuvalanmıştı, kaloriferi zaman-zaman iç-bulandırıcı demenin hafif kalacağı bir koku yaydığından, burayı sık sık havalandırmak gerekiyordu. İtiraz eden Lemoine’in avukatı kısa kesti. Fakat güneylilere özgü bir aksanı vardı, genel arzuları davet ediyor, ikide bir kelebek gözlüğünü çıkartıyordu. Onu dinlerken Nathalie, belâgatin yol açtığı o karmaşayı hissetti, tatlı bir yumuşaklık onu ele geçirdi ve yüreği kabardığından, göğsünü kuşatan bluzunun patiskası, bir pınarın kenarında boy atmaya hazır bir ot gibi, az sonra kanatlanacak bir güvercinin tüyleri gibi inip inip kalkmaya başladı. Sonra hakim bir işaret yaptı ve bir homurtu yükseldi, iki şemsiye yere düştü: sanık yeniden dinlenecekti. Seyircilerin öfkeli jestleri dikkatleri derhal onun üzerinde yoğunlaştırdı: neden gerçeği söylememiş, elmas üretip patentini almamıştı? Herkes, en fakiri bile, - şu muhakkaktı ki – bu işten milyonlar elde etmeyi başarabilirdi. Hatta matemini tuttuğumuz bir şeyin benliğimizi saran özleminden doğan öfke içinde o kadar parayı şimdi gözlerinin önünde görebiliyorlardı. Ve pek çoğu kendilerini bir kez daha, dolandırıcı tarafından aldatılmadan önce, keşif haberiyle serveti bir an için gördüklerinde kurdukları hayallerin tatlılığına bıraktı.
Böyle bir servet kimileri için işten güçten elini eteğini çekmek, Avenue du Bois’te konak, Akademi’de nüfuz sahibi olmak anlamına geliyordu; sıcak yaz aylarında onları soğuk ülkelere götürecek bir yatı da unutmamak gerek, ama kutba kadar da gitmezlerdi elbette, merak edilesi bir yer olmakla birlikte, orada yağ mı yiyorsun yemek mi yiyorsun belli olmazdı, yirmi dört saatlik gündüzde uyumak biraz dertli olurdu, ayrıca kutup ayılarından nasıl korunabileceklerdi?
Kimilerine ise milyonlar yetmiyordu; hemen parayı Borsa’da oynuyor, - bir arkadaşlarının yetiştirdiği bilgi doğrultusunda - ertesi gün yükselecek hisseleri önceki günden en düşük kurla alıyorlardı, böylece sermayelerini bir kaç saat içinde yüze katlamalarına ramak kalıyordu. Artık Carnegie kadar zengin olduklarına göre, insanlıkçı ütopyaya kapılmaktan da geri duruyorlardı. (Ayrıca neye yarar, tüm Fransızlar arasında paylaşılan bir milyar, tek kişiyi zengin etmez, hesaplanmıştır bu.) Ama lüksü kendini beğenmişlere bırakıp sadece konfor ve itibar ararlar, kendilerini Reis-i Cumhur seçtirir, İstanbul büyükelçisi atatırlardı, yatak odalarının duvarlarında komşuların gürültülerine dur diyen bir mantar köpüleme olurdu. Aristokratlık nizamından şaşmayarak Jockey-Club’e adım atmazlardı. Papa’nın verdiği bir asalet ünvanı çok daha ilgilerini çekerdi. Belki bedelini ödemeden sahip olanabilirdi bu ünvana. Amaan...o kadar milyonla ne olacak ki? Kısacası, kurumu ayıplamaktan da geri kalmayarak papalığa yaptıkları senelik yardımı arttırırlardı. Kırsaldaki papazlar açlıktan ölürken, Papa beş milyon dantelle ne yapabilirdi ki?
Fakat bazıları zenginliğin kendilerini de bulabileceğini kafalarından geçirdiklerinde, mahvolmaya açık olduklarını hissediyorlardı; çünkü bu zenginliği o zamana kadar kendilerini hor-görmüş ama nihayetinde öpücüğünün sırrını ve bedeninin tatlılığını bahşedebilecek bir hanımın ayakları önüne serebilirlerdi. Kendilerini o hanımlarla görüyorlardı, kırda, günlerinin sona erdiği vakitlere kadar, her tarafı beyaz ahşaptan bir evde, büyük bir ırmağın hüzünlü kenarında. Fırtına-kuşunun çığlığını, sisin çökmek üzere olduğunu, gemilerin yerlerinde sallandığını, bulutların irileştiğini fark edebilir ve bedenen saatlerce o hanımların dizlerinde olabilir, suların kabardığını, palamalarların çarpıştığını, teraslarından, hasır bir koltukta, mavi şeritli bir tentenin altında, metal toplar arasında seyredebilirlerdi. Ve tüm bunlar, güneşsiz bir öğleden sonranın çiğ ışığında, ufalanmaya yüz tutan kızılımtrak bir duvar boyunca hızla akan suya neredeyse dokunacak kadar inen iki öbek mor çiçeği ancak gördüklerinde sona eriyordu. Bu insanlar için şunu söylemek uygun olacaktır; üzüntülerinin aşırılığı sanığa yönelttikleri lanetlerin etkisini azaltıyordu; ancak hepsi, Lemoine’in kendilerini, sefahatten, şandan, şöhretten, dehadan; kimi kez de herkesin kendi düşlerinin kendine has çılgınlığında, çocukluğundan beri içinde sakladığı derin ve tatlı çok daha tanımlanamaz arzulardan yoksun kıldığına hükmederek, ondan nefret ediyordu.



[1] Aradan geçen on yılda Lemoine’ın, gerçeğe aykırı bir biçimde, elmas üretmeyi keşfettiğini ve Beers’in başkanı sir Julius Werner’den bir milyondan fazlasını kopartarak, onun şikayeti üzerine 6 Temmuz 1909’da altı yıla mahkum edildiğini belki de unutmuşsunuzdur. Ceza mahkemesinin bu önemsiz fakat vaktiyle kamuoyunu cezbetmiş davası bir akşam tarafımca, tamamen tesadüfen, belli sayıda yazarın tarzını taklit etmeyi deneyeceğim parçaların yegâne teması olarak seçildi. Küçük de olsa pastişler hakkında açıklama yaparak bunların etkisini azaltma rizki ile karşı karşıya kalıyoruz, haklı gururları incitmekten kaçınmak adına pastişi yapılmış yazarın  sadece kendi aklınca değil, zamanının dili ile de konuşuyor saydığımızı hatırlatmak isterim. Örneğin Saint Simone’daki iyi-yürekli adam, iyi-yürekli kadın kelimeleri aynı samimi ve koruyucu anlamı bugün hiç de taşımıyor. Hatıralarında Saint-Simon, sonsuz bir saygı beslediği, Chaulnes dükü için rahatça iyi-yürekli adam Chaulnes der ve pek çok kişi için aynı tâbiri kullanır. (M.P.)


*Proust, Lemoine davası olayını  Balzac, Saint Beuve, Goncourt gibi yazarlarından gözünden anlatıyor. Vaktiyle bir yayıncı için başladığım sonrasında yarım kalan bir çeviri. (k.e.)


Sandıktan çıkanlar; no: 3 | "Lemoine Davası" Marcel Proust, Flaubert taklidi yapıyor

Sandıktan çıkanlar, no:2 | Charles Baudelaire: Yaşamı ve Eserleri | Charles Asselineau*

Charles Baudelaire, hayatı ve eserleri
Charles Asselineau
PARİS
Alphonse Lemerre
1869


I

İNSAN VE YAPIT


Baudelaire’in hayatı kaleme alınmayı hak ediyordu. Çünkü onun hayatı yapıtının bir yorumu ve tamamlayıcısıdır.
O, ömrü sürekli çalışma masasında geçen ve kitap bittiğinde söyleyecek başka sözü kalmayan titiz, düzenli yazarlardan değildi.
Çok kez dile getirildiği üzere yapıtı onun kendisidir; ancak onu her şeyiyle yapıtının içinde görmek mümkün değildir.
Yazılıp yayınlanmış eserin ardında konuşmuş, hareket etmiş, nefes almış başka bir eser daha vardır; bunun ayırdında olmak önemlidir çünkü o, Baudelaire’in kendisinin de belirttiği gibi, asıl eser, onun doğası ve nasıl meydana geldiği hakkında fikir verir.
Yaşamaktansa çalışmayı yeğleyen, hareket etmeyi ise iş sonrası bir dinlence olarak gören insanların çoğunun aksine Baudelaire en başından itibaren yaşamaktan yana oldu. Merakla, hayranlıkla, çözümleme arzusuyla düşüncelerini gösteriden gösteriye, söyleşiden söyleşiye gezdirdi. Düşüncesini sıradışı konularla besliyor, uyuşmazlıklarla sınıyordu; ona göre yapıt hayatın bir özetiydi yahut onun sözler ile bezenmiş haliydi.
Yöntemi konsantrasyondu; kısa metinlerde, yarım sayfalık bir düzyazıda yahut bir sonede elde ettiği yoğun etki bununla açıklanabilir. Bu ayrıca düzyazı tekniklerine duyduğu derin merakı, düşünsel yapıtların plan ve yapılarıyla ilgili beğenisini, kombinasyonlar ve yöntemler ile ilgili sürekli bir araştırma içinde olmasını da açıklıyor. Onda, nasıl yapıldıklarını öğrenmek için oyuncakları parçalayan bir çocuğun naif merakı vardı. Yürekten sevip imrendiği ustası ve kahramanı, Edgar Poe’nun, soğukkanlı bir cambaz gibi numaralarını açıkça gösterdiği ve belirli, pozitif ve matematiksel yöntemlerle Kuzgun şiirinde bir sayrılık ve dehşet hissini yaratmayı nasıl başardığını anlattığı yazısını okumaktan büyük keyif alırdı. Baudelaire a posterieuri bir yaratım şarlatanlığına kesinlikle kapılmamıştı,  bununla birlikte kimi zaman a posterioriye  başvuruyor ve onu burjuva aylaklığı için kurulmuş iyi bir tuzak olarak da görüyordu. Fakat bu konuda iyi niyetli olduğundan eminim. Hazırlanmış mucizelere, düşünülüp taşınılmış bir cümle ile okurda mutlak surette herhangi bir heyecan uyandırmanın mümkün olduğuna ciddiyetle inanırdı. Onun bu kanısı Théophile Gautier’in ünlü aksiyomunun doğal bir sonucudur: “Bir göktaşı gibi aşağı düşerken, bunu ifade etmek için kısa sözcükler bulan herhangi fikre sahip bir yazar, gerçek bir yazar değildir.” Baudelaire ise içtenlikle şöyle demişti: “Parlak, yüce, rezil ya da grotesk bir arzunun emrinde olmayı bilmeyen şair, şair denmeyi hak etmez.” Pek çok kez şiir okuluna gittiğinden, yirmi ders sonunda doğru dürüst epik ve lirik şiirler yazmayı becerebilen ilk kişi olduğundan bahsederek övünmüştür. Özgün olmak için yöntemlerin olduğunu iddaa ederdi, ona göre sanatsal yaratıcılık bir çıraklık süreciydi. Dünyayı kendi kuvveti ölçüsünce değerlendiren, ulaştığı şeye başka herkesin ulaşabileceğini düşleyen yüce bir ruhun hataları… Dehanın kendiliğinden ortaya çıktığını ve özgünlüğün öğrenilebildiğini, açık hava ressamı M. Corrot’nun becerisine yetişmek konusunda birisinin sorduğu soruya verdiği şu cevapta da görmek mümkün: “Bakın. Ne gördüyseniz onu çizin.” İyi niyetli ressam tavsiyesine şunu eklemeyi unutuyordu: Gözlerimi ve parmaklarımı alın, ayrıca zekâmı da. Aynı şekilde Théophile Gautier, çalışmaya üzücü bir şekilde ara verdiğinde, dehanın kendinde sihirli ve az rastlanır bir yeteneğin olduğunu herkese kabul ettirme ayrıcalığı olduğunu bilmezden geldiğini dile getirmiştir. Baudelaire şiirsel yeteneğin ve özgünlüğü öğrenmenin teknik bir mesele olduğunu ileri sürerken, öncelikle kendi değerini soyutluyordu. Zira bu sadece gramer ve yöntemsel tekniklerle uğraşanların,  daha doğrusu uğraşabilenlerin faydalanabileceği bir olgu.

Tıpkı Théodore Banville’in söylediği gibi Baudelaire, “Oldukça genç, bir o kadar şöhretliydi.”[1]Sanat ve edebiyat çevrelerinde “özgün” bir şair olarak kendisinden söz edilmeye başlandığında henüz yirmisinden fazla değildi; iyi bir eğitim almış XIV. Louis öncesinin açık yürekli ve kararlı ustalarını, özellikle Regnier’i okumuştu. Fakat bu nesil zamanında belirgin bir etki göstermemişti; bu nedenle Baudelaire kimsenin takipçisi olmadı. Fakat, yorum, stil, tamlık, netlik ve açıklık bakımından yakınlarından etkilendiğini söyleyebiliriz.
Henüz o yıllarda (1843-1844), Elem Çiçekleri’nde (1857) yer alan çoğu şiiri bitmişti, ve şair on iki yıl sonra yayınlanmalarından önce hiç bir değişiklik yapmaya gerek duymamıştı. Zira, stil ve anlayış açısından çok önceden bir usta haline gelmişti.
Hayatın içine girdiğimiz o yaşlara gelinceye değin Baudelaire çok yaşamış, çok görmüş, sürekli düşünmüş ve kendisi üzerine kafa yormuştu. Uzaklara seyahat etmiş, manzarası ve havasıyla zihninden hiç çıkmayan Hindistan’a kadar gitmişti. Babasının ölümüyle erken yaşta bağımsızlığını kazandı, böylece küçük bir varlığın sahibi oldu ve meraklarını giderip sanat öğrenimini finanse edebildi. Yolculuklarla ve erken yaşlarda edinilen deneyimlerle harekete geçen ruhu olgunluğa ermişti; başkalarının karşılaşmayı hayal bile etmeyeceği zorluklara atılmayı bildi,  bu tür girişimleri aptallığa meydan okurcasına git gide artan bir deneyim arzusuyla benimsemişti.
Bu yüce ruhlu insanın biyografisinde, anekdotlar yahut dedikodularla maval okumaya kalkışmayacağım. Bununla birlikte şunu belirtmem gerekir ki, sersemlerin ikiyüzlü kibri sıradanlığa sürekli indirilen darbelerle kırılmıştır. Giyim kuşamda, mobilyalarda, hal ve hareketlerdeki tuhaflıkta, konuşma ve fikirlerlerdeki acayipliklerde şekil bulan bu kibir, acaba Elem Çiçekleri’nde ışığını saçan isyanın ve adi bir uzlaşıya karşı düşmanlığın kazanımlarına, çoğunluğu şaşırtmak ve rahatsız etmek için gün be gün, süreğen bir biçimde kavgaya girişme ihtiyacına işaret etmiyor mu? Bu, düşünceyle evlenen hayattı, eylemin hayalle birleşmesiydi, ki bunu en cesur şiirlerinden birinde ileri sürmüştü. Onun dışında herşey kendisini tadını çıkarmaya bıraktığı gülünçlüğün altında can vermişti, etkileri ona neşe veriyordu, değerinin sarsılmaz bilincini sevine sevine, şükreder gibi taşıyordu.
Sadece aptalları kızdırabilecek bu şakaların arkadaşlarının ağırına gitmediğini de eklememiz gerek. Kimsenin bunlara katlanmak zorunda olduğunu söyleyemeyiz, hatta eğleniyorlardı ve hoş sohbetleri bunlarla renkleniyordu.
Bu onun için aynı zamanda tanıdık olmayanlar hakkında bir sınamaydı. Tuhaf ve gülünç bir soru, paradoksal bir söz, karşısındaki insan hakkında karar vermesine yarıyordu; verilen cevabın tonunda ve tavırda bir samimiyet ve anlayış varsa, hemen doğal haline geri döner, yine en iyi, en candan arkadaşlardan biri olurdu.
Hayatının bilinmeyen bu döneminde Baudelaire, beyefendilere özgü bir şekilde tarihi bir evde kalıyordu, meşhur Pimodan Oteli, saygın edebiyatçı ve sanatçıların uğrak noktası olmuştu ve Théophile Gautier, öykülerinden birine, Haşhaşiler Kulübü’ne mekân olarak burayı seçmişti. Orada hep çatı katında senelik üç yüz elli franklık bir dairede kaldı, hafızam iyidir! İki odasından ayrı bir de çalışma odası vardı. Oturma odası, yatak odası, çalışma odası şu an gözlerimin önünde, tavan ve duvarlar siyah-kırmızı bir duvar kağıdıyla kaplanmıştı, ışık bir tek pencereden giriyordu ve camları en yüksekdekiler de dahil olmak üzere donuklaşmıştı, “gökyüzünden başka bir şey görmemek için” derdi. Sonraları bu melonkoli havasından sıyrıldı, otel ve sokakları herkesten çok sevdi. Bir yerde şöyle der: “Uzun zaman penceremin önünde gözlerime tatlı bir acı veren kırmızı yeşil bir içki masam oldu.” (Salon de 1846). Yüklük ve şöminenin ortasında 1843’te Emile Deroy’un yaptığı portreyi hâla hatırlıyorum, karşı duvarda daima kitaplarla dolu olan bir divanın üzerinde, aynı ressamın Baudelaire için yaptığı Cezayir Kadınları tablosunun bir kopyası asılı, şair bu tabloyu göstermekten gurur duyardı. Hatırımda böylesine güzel kalan o kopya acaba ne oldu? Bilmiyorum, bu konuda Baudelaire de bana bir şey söylemedi. Ne mutlu ki, portre korundu ve ilk edebiyat yılında Elem Çiçekleri’nin şairinin fizyonomisi hakkında fikir verebiliyor
Zavallı Deroy hakkında da bir şeyler söyleyelim, yetenekli bir sanatçıydı, 1847’den önce genç yaşta öldü, haklı olarak gençlik hatıralarımızda onun da bir yeri var. Paris ve İsviçre caddelerinde oldukça iyi tanınan Litografyacı Isidor Deroy’un oğluydu. Kimin öğrencisi olduğunu hatırlamıyorum, keza usta olarak birini benimseyip benimsemediğini de. Délacroix’nın parlak başarısı ve Couture’ün uyandırdığı ilk yankılarla koloristlerin yükselişe geçtiği bir dönemde, Deroy da oldukça yetenekli ve olgunlaşmış bir sanatçıydı.  Bahsettiğim portre ve kaybolan ya da bir yerlerde unutulan, Baudelaire’in çok değer verdiği Cezayir Kadınları’nın kopyası dışında, ondan geriye, bir sokak şarkıcısı etüdü[2], kimi potreler, bunların içinde Théodore Banville’in babasının, ki onunla şairin evinde hâla rastlaşırız, Pierre Dupont’un, Privat d’Anglemont’unkiler ve Nadar’ın muhafaza ettiği bir kadın portresi etüdü sayılabilir. Bir ressam olarak oldukça düzenliydi, harika bir koloristti, ayrıca zeki ve açıkgörüşlü bir insandı, karanlığa savaş açan değerli her insan gibi, sözünü sakınmaktan çekinmezdi.
Yoksulluk ve inziva onu güvensiz ve sert biri haline getirdi. Keder ve yalnızlık içinde öldüğünde pek iyi geçinmediği hatta korkuttuğu meslaktaşları onu özlemle anmadı; fakat yeteneğine şahit olanlar ve parlak geleceğine  inananların saygı ve sempatisini kazandı. Sanatçı kişiliği ve düşünceleri nedeniyle Baudelaire onu çok severdi, yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Baudelaire ile Deroy’un aracılığıyla, Salon de 1845 dolayısıyla tanışmıştım.
Portremize geri dönelim, günümüzde çok az insan Baudelaire’i bu portredeki haliyle tanımıştır, sakallı bir Baudelaire, siyah giymeye adanmış ve stil sahibi.
Tamamen macunla resmedilmiş figürün bir kısmı açık renk fonda bir kısmı ise donuk kırmızı çuhada çıkmış. Fizyonomisi kaygılı ya da daha çok kaygı verici; gözler kocaman açılmış, gözbebekleri direkt, kaşlar kalkık, dudaklar konuşmak üzere; ince ve sık sakallar sanki dokunulmamış gibi, yanakların ve çenenin çevresinde hafifçe kıvırcıklaşmış. Saçlar oldukça gür ve şakaklarda tutamlaşmış; gövde sol dirseğe doğru eğilmiş, siyah bir takım elbisenin içinde, kıvrılmış muslin yakaya elbisenin içinde hafifçe görünen beyaz bir kravat takılmış. Bu kostüme cilalanmış çizmeleri de ekleyelim, açık renk eldivenleri ve şık bir şapkayı da; Saint-Louise adası civarlarında yahut, gösterişe kimsenin önem vermediği ıssız ve yoksul mahallerde dolaşırken karşılaşabileğiniz Baudelaire işte böyle biriydi. Şu an bu resime bakarken La Fanfarlo’da çıkan Samuel Kramer’in Portresi hikayesini hatırlamamam imkansız, hikayenin kahramanı bence kesinlikle yazarına benziyor. – “Samuel’in alnı açık ve soyludur, gözleri kahve damlası kadar parlaktır, burnu muzip ve alaycıdır, dudakları utanmaz ve şehvetlidir, çenesi dörtkenar ve dediğim dediktir, saçları kasıntılı bir biçimde Rafaelvaridir...” Bir kaç sayfa sonra yazar bu buruna, Samuel’in fizyonomisinde ve portede başlıca ve belirgin özelliğe geri döner: “Aşırı yüksek alnına, balta girmemiş bir ormana benzeyen saçlarına, enfiye tiryakisi burnuna rağmen hanım onu pek de fena bulmuyordu...”
Bizim için tarihten bir sayfa olan bu portre, gerçekten de ümit dolu ve şiirsel bir gençliği gözlerimin önünde yeniden canlandırıyor: Lüksemburg’a ve Louvre’a yapılan uzun geziler, atölye ziyaretleri, hoş kafeler, l’Odeon Lireux’deki suareler. Kostümü ve duruşuyla ortak arzuları temsil eden bu sessiz figürün çevresinde birden bire genç çehrelerden oluşan bir topluluk beliriyor: Pierre Dupont, Théodore de Banville, Levasseur, Prarond, August Dozon, Jules de la Madelaine, Philippe de Chevennières, hepsi aynı ümitle gülümsüyor ve aynı arzuyu dile getiriyorlar, bu masum bir dilek, fakat ölçüsüz, çünkü sonu sonrası yok, aynı zamanda kimilerine göre aptalca; yine de alçaklık bu isteğe hiçbir zaman nüfuz etmedi. Şunu söylemek istiyorum: o zamanlar gelecekle ilgili düşlerde paraya ve “mevkii”ye yer yoktu. Özlemlerimizin ebedileştiği anılarımızdan yola çıkarak kendimiz hakkında fikir verebilmek için şöyle diyebiliriz: arzular ne kadar büyük idiyse, arkadaşlık da o kadar canlı ve neşeliydi. Eğer bir gösteriş varsa bu burjuvalar içindi, ve koyu renk giysiler, dağınık saçlar, -Çinlilerin savaşta taktığı canavar maskları gibi, düşmanı korkutmaya yarıyordu.
Baudelaire portresine gelince, kaldığı her yere onu da beraberinde götürmekten usandı. “Angaryadan bıktm” demişti. Ve bu zamana dek onu elinde tutan bir arkadaşına onu hediye etti.




[1]Théodore Banville ile ilgili kısım, Poétes Françaises IV. Cilt, 1862.
[2]O zamanlar latin mahallesine takılan bu genç gitarist, şair ve ressamların zihinlerini oldukça meşgul etmiştir, Bu hanımın, Th. de Banville’in Stalaktites (Sarkıtlar), piyesiyle ilgisi vardır, zira piyes şu sunumla başlar: “küçük bir sokak şarkıcısına”, ayrıca Elem Çiçekleri’ndeki Mendiante Rousse’un da (Kızıl Dilenci) o olduğuna inanıyorum. 






* On yıl kadar öncesinden bir çeviri,çalışırken şüpheli bulduğum kısımları renkli şeritle işaretliyorum, bir paragraf baya sıkıntılıymış o haliyle bırakmışım; eski baskı kitaplarda "s" harfi yerine "f"ye benzer bir karakter kullanıldığı oluyor, bu çeviri için bulabildiğim özgün metinde de böyleydi, "s" meselesi beni baya yormuştu, bugün tekrar baktığımda çevirisini bu yüzden bıraktığımı hatırladım:)"Courier" fontuyla yazılmış kısımdaki eksikliği ilerleyen günlerde tamamlamayı umuyorum. k.e 

Sandık'tan çıkan ikinci kayıt :)


Görsel Gallica'dan alınmıştır; ayrıca özgün metnin linki

27 Mart 2017 Pazartesi

"Moby Dick"ten bir parça*

....
Ahab’ın görünümündeki katı yüreklilik ve yüzündeki mor leke beni fazlasıyla etkilemişti, daha ilk anda ona hakim olan bu sertliğin sadece vücudunu kısmen ayakta tutan bu vahşi beyaz bacaktan kaynaklanmadığını anladım. Bu fildişi bacağın denizde iken,  balinanın cilalanmış çene kemiğinden yapıldığını duymuştum. ‘Tabii ya, Japonya’da gemisinin direği kırılmıştı,’ demişti Gay-Head’li ihtiyar kızılderili, ‘ o da bunun için eve geri dönmek yerine onu orada yaptırdı, bacaklarını da. Onlardan daha bir sürü var.’
Asla vazgeçmediği ayrıksı duruşu dikkatimi çekiyordu. Peqoud’nun kıç güvertesinde döşemede, direği dik tutmaya yarayan mizana halatının oldukça yakınında, yaklaşık yarım inç çapında, burguyla açılmış bir delik vardı. Ahab’ın takma bacağı buraya  giriyordu; Kaptan burada bir eli havada, bir halatı kavramış bir şekilde dimdik durarak, geminin dalgalarla yükselip alçalan pruvasından uzaklara bakardı. İleri doğru korkusuzca sabitlenmiş bu bakışlar sanki vazgeçirelemez bir inatçılık ve sonsuzluğa adanmış sarsılmaz bir kahramanlıkla kutsanmıştı. Tek bir kelime söylemiyordu; ne de çalışanları ona bir şey soruyordu; bununla birlikte her an, hareketlerinden ve sözlerinden huzursuz oldukları anlaşılıyordu, zira acı çeken bir lider tarafından izlendiklerinin bilincinde olmak onlar için dayanılmaz olmalıydı. Hepsi bu kadarla kalsa iyi, bu küskün yıkık Ahab çarmıha gerilmiş gibi karşılarında dururken, yüzünde krallara özgü, görkemli, büyük bir keder beliriyordu.
Dışarı bu ilk çıkışından kısa bir süre sonra kamarasına geri döndü. Ancak o sabahtan sonra, tayfalar onu her gün gördü; ya o sabit yerinde ayakta durur ya da fildişi sandalyesinde otururdu bazen de güçlükle güverteyi adımlardı. Gökyüzündeki kapanıklık azaldıkça, hoşgörülülüğü az da olsa kendini gösterdi, gün geçtikçe o köşeye çekilmiş halinden çıkmaya başladı; sanki gemi denize açıldığından beri herkesten uzak olmasının sebebi havaya hakim olan kış soğuklarıydı. İnzivası böylece sona erdi, öyle ki artık zamanının çoğunu dışarıda geçiriyordu; ancak hava güzelken, güvertede söyledikleri ve yaptıklarıyla, herhangi bir tayfadan daha yararlı olmadığı aşikardı. Ancak Pegoud o sırada sadece yol alıyordu; böyle bir geminin boş gezmesi nadirdir, ikinci kaptanlar bu durumdan istifade ederek, balina avı için gerekli tüm hazırlıkları tamamlamıştı, çoğu iş ona gerek duyulmadan halledildiği için Ahab’a yapacak pek bir şey kalmıyordu, bu fasılada Ahab’ın tepesinde sanki küme küme bulutlar birikiyordu, bulutların kaplamak için en yüce dorukları seçmesi gibi.
Yine de, çok geçmeden, iyiden iyiye ısınan hava, içimizde mutluluğa olan inancı kuvvetlendirdi, bu tatlı mevsim sanki onu kederinden çekip alıyordu. Dans eden kırmızı-yanaklı iki kıza benzeyen Nisan ve Mayıs ayı, bir kış evine ya da el değmemiş bir ormana nasıl girerse; en zayıf, en sert, üzerine en çok yıldırım düşmüş yaşlı bir meşe bir anda bu ziyaretçileri mutlulukla karşılamak için nasıl canlılıkla yeşil tomurcuklarını açarsa, Ahab da en sonunda tatlı bir kıza benzeyen bu havanın eğlenceli çekiciliğine az da olsa kendini kaptırdı. Bakışlarında çoğu kez soluk çiçekler beliriyordu, oysa bunlar başka her insanda, bir gülümsemeyle canlanabilecek çiçeklerdi.
....

* sekiz-dokuz yıl kadar önce hazırladığım bir deneme metni. k.e.

Eski çalışmalarımdan örnekler paylaşacağım "Sandık" sayfası Moby Dick'ten bir parçayla başlıyor

TEKRENKÇİ - Unicoloriste*

Jules Moy
UNICOLORISTE
Editions Stock, Paris, 1897

[ Bu metnin pdf ve epub dosyalarını Archive.org'tan indirebilirsiniz. (k.e) ]

TEKRENKÇİ



Aktör sahneye elinde üç çerçeveveyle çıkar, çerçevelerin her birinde tek renkte birer kağıt vardır: Beyaz, Mor ve Siyah.

Beğenmediniz mi? Ama hemen burun kıvırmayın. Bendeniz Anatole Troillefer, salonlar bana kısa süre önce yasaklandı! Yeni bir resim ekolünün lideriyim, tekrenkçiliğin temelini ben attım! Ressam denince liste izlenimciler, noktacılar, lekeciler, peysajcılar, bandajcılarla vs. uzar gider; bir  tekrenkçiler eksikti, onu da ben yarattım. İsimlerinden de anlaşılacağı üzere tekrenkçiler bir tabloda sadece tek renk kullanır; tekrenkçi fırçadan çıkan tabloda çiğlik ne kadar azsa sadelik de o kadar çoktur, sıradanlık ne kadar azsa orjinallik de o kadar fazladır; donukluğa yer yoktur, canlılığı ise istemediğiniz kadar bulabilirsiniz. Cinslerin karışmasına tahammülüm var, ama renklerin karışmasını kabul edemem. Zevkler kişiye özel; bu da benimkisi, ekolümü her geçen gün daha çok benimsiyorum, duraksamadan ondan bahsetmekten gocunmuyorum: ne de olsa zevkler ve renkler tartışılmaz. Tekrenkçilikle birlikte israfa, kirli tuvallere, leke leke paletlere son. Anladınız mı şimdi, (tabloları gösterir) şunlara bir bakın; ışıktan parlamıyorlar mı? Gözünüze batan, küçük de olsa bir şey gösterebilir misiniz? Demek ki, renk tutturacağım diye onca rengi heba eden ressam beylerin devri bitti; tablolarınızı değiştirme vakti geldi! Ayrıca bu tabloları anlamaya yarım gün ister. Benimkileri anlamak içinse katalog çevirmenize gerek yok; zira onlar dile gelir, kendi kendilerini anlatır.
(Beyaz kağıdın olduğu çerçeveyi gösterir.)
Bu elimdeki nüshada, Mont Blanc'ta İspanyol beyazından bir taş ocağında komünyon ayincileri krem peynirlerini yemek üzereyken  kartopu oynayan sıska soytarıların resmedildiğini görmek için elbette alim olmaya gerek yok; daha yukarıda solda ise, gagalarında peynir tutarak kanat çırpan güvercinler temsil edilmekte.
Pekâlâ! Belki inanmayacaksınız ama bu tablom geri çevrildi! Jürideki beylere yaranmak için elbette komünyon ayincilerimi Loїs Fullerlerle[1], soytarılarımı da arlekenlerle[2] değiştirmem gerekirdi! Öyle ya! İşler böyledir, kayıranın varsa sırtın yere gelmez; kayıranın yoksa… hadi yallah!
(Mor kağıdın olduğu çerçeveyi gösterir.)
Bir de şu tabloya bakın! Bunu anlamak için Güzel Sanatlar çıkışlı olmaya gerek var mı? Ametitle süslü piskoposlar, bir patlıcan tarlasında Palmiye Nişanlarını dağıtmak üzereler, ilk bakışta herkes görür bunu.
Pekâla! Belki inanmayacaksınız ama bu tablomda geri çevrildi. Jürideki beylere yaranmak için mutlaka piskoposlarımı kardinaller gibi giydirmem, patlıcanlarımı da  şalgam tarlasına sürmem gerekirdi! Öyle ya! İşler böyledir; kayıranın varsa sırtın yere gelmez, kayıranın yoksa… hadi yallah!
(Siyah kağıdın olduğçerçeveyi gösterir.)
Ya bu tabloya ne demeli! Bu kadar mı olur! Sadece konuşmuyor, adeta gürlüyor! Bunların gece vakti bir kömür ocağında tünel içinde  meyankökü emip yer mantarı çiğnemekle oyalanan dolayısıyla kara hastalığa yakalanan  zenciler olduklarını görmek için Politeknik çıkışlı olmaya gerek var mıdır?
Pekâla. Belki inanmayacaksınız ama… diğerleri gibi bu tablom da geri çevrildi! Jürideki beylere yaranmak için zencilerimi Londra'da beyazlaştırmam, tünelin içine de  güneş ışığı efekti yansıtmam gerekirdi! Öyle ya! İşler böyledir; kayıranın varsa sırtın yere gelmez, kayıranın yoksa… hadi yallah!



* Coquelin Cadet tarafından sahnelenmiştir.
[1] Loїs Fuller: (1862-1928) Modern dansın öncülerinden Amerikalı kadın sanatçı.
[2] Arleken: veya "arlekin" İtalyan komedyasında tipleme.