ROBERT DESNOS
DEUIL POUR DEUIL
(Les Cahiers Nouveaux IV.)
Éditions de Sagittaire
1924
YAS
İÇİN YAS*
Harabeler dolambaçlı bir ırmağın
kıyılarında bulunuyor. Şehir ilkçağlarda bir dönem öneme sahip olmuş olmalı. Anıtsal
yapılar, bir yeraltısuyu şebekesi, tuhaf ve değişik bir mimaride kuleler
varlıklarını sürdürmeye devam ediyor. Bu ıssız, güneş ışığıyla yıkanmış
yerlerde korku bizi ele geçirdi. Endişemize rağmen, kimse, kimse karşımıza
çıkmadı. Bu harabelerde yaşanmıyor. Güney-batıda kafes oymalı metalik bir
konstrüksiyon var, oldukça yüksek ve ne için kullanıldığını saptayamadık.
Yıkılmak üzereymiş gibi bir hali var zira epey bel vermiş ve ırmağa doğru
çıkıntı yapıyor:
“Tuhaf
hastalıklar, acayip âdetler, yenilmek bilmeyen serseri aşkı, daha ne kadar
yolumu şaşırtacaksınız? Bu taşların arasında arayıp durduğum şeyden hiçbir iz bulamıyorum.
Ardına geçilmez, her zaman yeni olan ayna kendimden başka bir şey göstermiyor.
Büyük karşılaşma mantıken böyle ıssız bir yerde, bir sahrada mı gerçekleşmek
zorunda? Uzakta, develeri ve altın taşıyan hamallarıyla şerit gibi dizilmiş
kervanlarında güzel milyonerleri gördüm. Telaşsız ve tedirgin onları bekledim.
Henüz yanıma varmadan, kısa boylu, toz tutmuş yaşlı kadınlara, ganaj
kremasından devecilere dönüştüler. Katıla katıla gülme alışkanlığını bana
manzara görevi gören cenaze töreninden kaptım. Maden yataklarında, karanlık dar
boğazlarda sonsuz hayatlar yaşadım. Kavgaları beyaz mermer vampirlerine
bıraktım, ama gerçekte, ustalıklı nutuklarım olsa da, hayali kalçaları kendime
dilediğimce yad ettirmek için yumuşak duvarlar karşısında alabildiğine sert
beynimin şok ateşini boş yere uyandırmaya çabaladığım kapitone hücremde, daima
yalnızdım.
Bilmediğim
şeyse, hücremi on sekiz ayarlık bir Amerika’dan yahut bir el arabasından daha
iyi icat ettiğimdi. Aşk! Aşk! Seni tasvir etmek için bundan böyle havacılık
motorlarının gürüldeyen sıfatlarını kullanmayacağım. Senden bayağı bir biçimde
bahsedeceğim zira şefkatli sözler çağından bu yana hazırladığım olağanüstü ama
türünü bilmediğim macerayı belki de bayağı olan sunacak bana. Öğrettim, ki öyle
gerekiyordu, ihtiyarlara, kara saçlarıma, kadınlara, kollarıma bacaklarıma, hayran
olmayı; ama o kadınlardan daima korudum, uzaktan piramit şeklinde, yüksek ve
anlaşılmaz konstrüksiyonun metalik izlerini durmadan karşımda bulduğum, engin sarı
sahamı. Aşk, beni bu harabelerden yüzümü yontacağım kil bir gülle meydana
getirmeye mahkum mu ettin, yoksa onu silah olarak gözlerimden çıkartmak mı zorundayım?
Şu halde, acaba hangi gözümü kullanmalıyım, körü körüne ırzına geçeceğim aşık
bir çiftin yeniden yaratımında iki gözümden de faydalanmam menfaatime olmaz mı,
yeni Homeros Sanatlar köprüsünde, silahların ölmüş nöbetçilerin nöbetini
tuttuğu bu sarı ve güneşle yıkanmış, uçsuz bucaksız arazide ayaklarıma yol
gösteremeden, kimsesiz kalma tehlikesi ile karşı karşıya, bu köprünün kemer
ayaklarını el yordamıyla aşındırmak zorunda olacağım. Aşk, beni bu harabelerin
iblis koruyucusu olmaya mı mahkum ediyorsun, aydan, beyaz yıkıntıların aradan görmeme
izin vereceği sonsuz bir gençlik mi yaşayacağım bundan böyle?”
İşte o anda
ortaya çıktılar. Pilotsuz uçaklar dumandan halkalarla, büyük işaret kulelerinin
ve değişken biçimlerdeki sığ kayalıkların üzerine tören yelpazesi halinde
tünemiş kıpırtısızların
etrafında çember çizdiler. İşte o anda ortaya çıktılar.
Birincinin alkışçı
şapkası, siyah habiti, beyaz yeleği
vardı, ikincisi dirsek üstü kabarık kollu, medici
yakalıydı, üçüncüsü ise durmadan soldan sağa, sağdan sola kayarak hafif yanık
bir aklıktaki omuzları göğüs başlangıcına kadar ortaya çıkaran, yakası oval
biçimde genişçe açık, siyah ipek gömlekliydi.
Cinsiyetimin
övüncüne nihai ölçüde sahibimdir. Bir erkeğin kadın önünde alçalması beni kâh günlerce
sıkboğaz ve hasta eder, kâh kimi hayvanın, kimi eşyanın üzerinde ustalıkla
uygulayarak yatıştırdığım temiz bir öfkeye iter; yine de kulaklarımı tıkamama,
gözlerimi kapatmama sebep olan bu öfkelendirici gösterileri hasretle arıyorum.
Tanrı’ya
inanmam. Ama onu sonsuzluktan hissederim. Kimsenin benden daha dinsel bir ruhu
yoktur. Durmadan çözülmez sorulara çarparım. Üzerime alayım dediğim soruların
hepsi çözülmezdir. Başka sorularsa hayalgücü olmayan varlıklar tarafından
sorulmaktan başka bir şey bilemez dolayısıyla beni ilgilendiremez.
Bu harabeler
dolambaçlı bir ırmağın kıyılarında bulunuyor. Burada iklimin hiçbir özelliği
yok. Güney-batıda kafes oymalı metalik bir konstrüksiyon var, oldukça yüksek ve
ne için kullanıldığını saptayamadık.
***
Bir gün, bir
gece ya da başka bir şeyde kapılar kapanacak. Her ruhun anlayabileceği düzeyde
tahminler. Kayın ağacından bir göğün altında, yeşil tarlaların arasındaki siyah
yolun dönemecinde peygambere pusu kurmuş bekliyorum. Uygun biçimde giyinmiş, traş olmuş, eldiven
takmış bir halde ortaya çıkıyor.
- Büyük göç,
yarından sonra. Ekliptik, küçük mor bir spiral haline gelecek. Tabutlar başlayacak.
Kıtaları, denizleri aşacaklar. Dieppe yakınlarında birlikte karşıt yöne doğru yol alan bankizle
ve aysberglerle burun buruna gelecekler; sonra sarmaşanlar menekşelerle etrafa
yayılacak. Dünyanın yeşillikten iki saç topuzu ve buzdan bir bekâret kemeri olacak.
Fakat bu
mineral ve bitkisel harekete geçişler karşısında insan, bir kasırganın en gülünç
bahsinin ve de ötümlü kelimeleri birbirinden ayıran boşluklar ve en küçük
elementler arasındaki evlilik akdinin dengesiz oyuncağı, ne diyecek?
Zaman sarmal
bir yay gibi, sıkışıyor ve şarkı söylüyor ve fotografik plakalarını üst üste
karıyor. Behey, Théroigne de Méricourt’un saçı, karanlık âşıklarınca ne kadar da sevilir.
Bir kaç yeşil hatmi gününden beri
yapmacık okların, karakteristik tıslamaları uzak şehrin merkezinde, bilinmeyen
caddede yolunu kaybetmiş maceracılara, vücudunun üst kısmının kadifesine karış
gibi açılmış iki delik sayesinde çıplak kalmış göğüslerinin etrafında aziz
Pierre ve Paul haleleleriyle, giysileri gök mavi rengi kadının yüksek
topuklarına rağmen hızla yaklaştığını haber veren balon pilotu küçük yılanların
en büyük sevinçleri için rengarenk Arap süsleri çizdiği hayali havasahasına ve
kırlangıçlara bakıyorum.
Kırlangıçların, okların ve uçan yılanların gök mavisi elbiseli kadınla
münasebetleri, güneşin, değerli madenlerden aynalardan yansıyan üç ışınının
çekim noktasına benzer. Parmağınızı noktaya götürürseniz, yuvarlak bir yanık solmaz toz yumacağını
üzerine yapıştırır. Fakat o, gök mavi elbiseli kadın mı? (hep aynısı) Onun
hakkında konuşmaktan ve ayaklarının yerini almış mor istakoz kıskaçlarını
gözlerinizden saklamaktan henüz
bıkmadım.
Küçük yılancıklar kulağıma tısladı; rastgele iki harf teleffuz ettim, çıplak
göğüslü, ayak yerine istakoz kıskaçlı gök mavi elbiseli kadının baş harflerini.
Caddeye döndüğümde uzun zamandır tanışmayı arzuladığım Charles Quint’le
karşılaştım.
Siyah kadifeden bir habit içinde
yanımdan geçti. Sağ elinde cinsini, apartmanlık bir cins mi, kanarya mı,
albatros mu kestiremediğim ölü bir kuş tutuyordu; sol elinde ise minik bir
latinçiçeği saksısını sıkıyordu.
Yaklaştığında bana şöyle dedi:
- Dostlarının bir vuruşta un ufak olacağı gün! Ya da yerin ve yerin senin
haricinde üzerinde taşıdıklarının bir vuruşta un ufak olacağı gün! Yalnız kaldığında,
öldüğüne inanacaklar; biz de öyle. Her ölüşünde bir insanın evren de ölür, fakat
insanların içinde bir insana ne de az rastlanır. Gök mavisi elbiseli kadın
yaklaşıyor, o kadın da başka kadınlar gibi; mümkün olduğunca çabucak yeterince
kadının olacak, koşacak ve yapay yerçekiminden kurtulacak vaktin var.”
Latinçiçekleri derede çiçek açıyor.
Mücevherler, hançerler yağıyor.
Bir zamanlar bir timsah vardı. Bu timsah siyah mayolu yüzücülerle
besleniyor, pembe mayolu yüzücülerinse canlarını bağışlıyordu. Bu timsah aynı
zamanda bir bileziktir. Bu bilezik, onu gök mavisi elbiseli kadına verdim. Karşılığında
o da bana giysilerini. Ağaçların arasından, gecenin içine giderken onu
seyrettim.
***
“Mumların geçici ışığına kendini asla kaptırmadı.” Bossuet’nin toplu eserlerinin otuz ikinci
sayfasına yazılmış bu cümleyi uzun zaman okudum ve vâizin ağırbaşlı bir
sadelikteki fizyonomisi hayalgücümün prizmatik ikizi karşısında beyaz penguen
kanatlarıyla boy gösterdi. Bir kaç gün sonra, bir kafenin terasında, sağ
gözümle bankizler kraliçesi gibi beyaz ve pembe bir kadını, sol gözümle, garans kırmızısı bir
kağıda yazılmış bir mektubu okuyan, gözleri ışıltılı, Venedik buzu gibi beyaz
dudaklı, Prusya mavisi bir kadını incelerken, alkol içiyordum.
Ressamlara göre, henüz ortak
bir alan edinememiş renklerin büyüsü küçük kaşığıma sığıyordu. Esasında
hayalgücümü birinci kalitede petrolün içine batırıp çıkartmıştım. Renkler
özlerinde sihirlidir ve bu sadece palet kazıyıcısının fazileti sayesinde
değildir. Bu konu üzerine bir makale yazmayı tasarladım fakat soldaki kadının
geniş ve işlemeli Malines yakalı sevimli bir kuzu budu haline geldiğini
gördüğümde makaleyi ezoterik bir bakış açısıyla yazmaya karar verdim. Telaşsız bir adam, budu
kesiyordu. Süt gibi ak bununla birlikte elmas gibi parlak dereler taze etten
aşağı akıyor ve bir şampanya
flütünü dolduruyordu. Zaman
aşımına uğramış bu kap, sıvı, kap dibinde asla bir damla su bulundurmamış gibi
akacak ve kabın yontulduğu yüzlerin her birinde yansıyacak şekilde büyüyordu.
Güneşin sayesinde tüm bu olası görüntüler yüzümü ve sağdaki kadının koyu mavi
çorabının içinde bir ayağı temsil ediyordu. Her şey büyük ölçüde biçim
değiştirmeden, camın büyümesini takip ederek büyüyordu, dokunmak için yeterince
hoş ve göreceli olarak tatlı olan tenimin, doğasının büyüklüğünün, bu safhada
katı bir çeliğin görünümünü aldığını gözlemledim. Sağdaki kadın ayağa kalktı.
Onu takip etmek için ben de ayağa kalktım fakat sarhoştum ve yüzümün yansıları
görünmez avcıların yaylım ateşinden çıkan mermiler kadar çok sayıda önümde dans
ediyordu. Takip ettiğim kadın hafif topallıyordu. Yine de aramızdaki mesafeyi
açtı. Yokuş yukarı yükselen caddenin tepesinde gözden kayboldu. Koştum. Yokuşun
en üst noktasına vardığımda yokuş aşağı inen caddenin sonunda onu bir nokta
gibi hayal meyal görebildim. Biraz ilerledi ve enine giden bir yola döndü. Yeşil
bir sokak lambasının pırıldadığı bu dört yol ağzını incelemek için orada öylece
kaldım. Bir otobüs geçti. Tamamiyle boştu. Bekleyen kimse olmamasına rağmen
durdu. Biletçi çınladı, yatışmış motor daha bir kuvvetle
gürüldedi ve araç alacakaranlıkta, ışıklar saçarak, o da ortadan kayboldu.
Bossuet! Bossuet! Bunamış bir metafiziğin ve yaşlı bir dinin keyfi
bulmacalarından çok bireyin çözülmez gizleriyle meşgul olan yürekli bir ahlakı
öğütlemek yerine, gürleyen ve pes sesini gaddar bir gücün ve kof ilkelerin
hizmetine sunmasaydın şüphe yok ki fena bir tip olmazdın. Büyük bir rüzgâr bir
kadın bacağının üzerinde aralanan mor bulutların üzerine esiyor; ve arada
sırada, uyuyan, kandiliyle ya da elektrikli lambasıyla geceyarısı uyanıyor. Debeleniyor
ve çatırdıyor. Kendi kendine yanıyor. Adam bir müddet duvarına başka bir biçim
veren gölgelere bakıyor, ayağa kalkıyor, pijamasının üzerine aceleci bir palto
geçiriyor ve sağdaki, bir hırsız gibi güzel kadının kaybolduğu dörtyol ağzına
doğru çekip gidiyor. Şafağa dek boş otobüslerin geçişini seyrediyor. En
acelecisi, delici gözlü olanı vatmanın üzerinde gidiş yönünü gösteren ışıklı
yazıyı heceliyor. Okuyor: “KORİDOR.” Eğer kalbi ve endişesi varsa susacak, aşk
saatinde bile, aksi takdirde hayallerin açıklamasında gece macerasına işe yarar
bir açıklama bakacak. Uzun zaman hazineyi bekleyecek ya da onu, “Koridor’a
doğru giden boş omnibüslerin yolunun otuz ikinci döşeme taşının altına okült
bilginlerce saklanmış hazineyi oluşturan ışıltılı parçaları bitirmemecesine
sayıyor olmamdan şüphelenmeden, şehrin ötesinde arayacak. Arkasında, beyaz deve
ve havagazı tepesinin üzerinde Bossuet beyaz işaret parmağını yıldırıma doğru
kaldırıyor. Kimi zamanlar beyaz saçlarından feyzalınarak biçim verilmiş yüksek
bir şapka taktım. Rüzgâr sadece kapalı yolların küçük fenerlerinin kızıl
ışıklarını söndürmeden esiyor. Gece
yolcusu endişe etmeden yürüyebilir. Bir sonraki dönemeçte onu öldürmezsem,
rahat uyuyacak ya da barış
içinde gülünç eşiyle döllenecek. Ve muhtemelen saçı ayın sekiz ışığından
biriyle tarazlanmış soylu piskoposu asla bilmeyecek.
Bana karşılık verecek gözünüz dişiniz var mı? Dünyada hiçkimse bana göze
göz dişe diş karşılık veremez.
*Proustlardan sonra çalıştığım en zor metin; kitabı çalışmaya başladığımda internetten bulduğum orjinal metinde imla ve yazım hataları olduğunu ilk
sayfalarla epeyce uğraştıktan sonra fark ettim, dadacı-gerçeküstücü bir metinde
bir tanımlık ya da virgül eksikliğinin çevirmene neler yaşattığını tahmin
edebilirsiniz :))orjinal metni ararken Andre Breton'la ilgili bir sitede kitabın
prova baskısı jpglerini bulmuştum, çeviride bu dosyaları kullandım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder