3 Mart 2018 Cumartesi

Robert Desnos | Yas İçin Yas | ilk sayfalar


ROBERT DESNOS
DEUIL POUR DEUIL
(Les Cahiers Nouveaux IV.)
Éditions de Sagittaire
1924

YAS İÇİN YAS*

Harabeler dolambaçlı bir ırmağın kıyılarında bulunuyor. Şehir ilkçağlarda bir dönem öneme sahip olmuş olmalı. Anıtsal yapılar, bir yeraltısuyu şebekesi, tuhaf ve değişik bir mimaride kuleler varlıklarını sürdürmeye devam ediyor. Bu ıssız, güneş ışığıyla yıkanmış yerlerde korku bizi ele geçirdi. Endişemize rağmen, kimse, kimse karşımıza çıkmadı. Bu harabelerde yaşanmıyor. Güney-batıda kafes oymalı metalik bir konstrüksiyon var, oldukça yüksek ve ne için kullanıldığını saptayamadık. Yıkılmak üzereymiş gibi bir hali var zira epey bel vermiş ve ırmağa doğru çıkıntı yapıyor:
“Tuhaf hastalıklar, acayip âdetler, yenilmek bilmeyen serseri aşkı, daha ne kadar yolumu şaşırtacaksınız? Bu taşların arasında arayıp durduğum şeyden hiçbir iz bulamıyorum. Ardına geçilmez, her zaman yeni olan ayna kendimden başka bir şey göstermiyor. Büyük karşılaşma mantıken böyle ıssız bir yerde, bir sahrada mı gerçekleşmek zorunda? Uzakta, develeri ve altın taşıyan hamallarıyla şerit gibi dizilmiş kervanlarında güzel milyonerleri gördüm. Telaşsız ve tedirgin onları bekledim. Henüz yanıma varmadan, kısa boylu, toz tutmuş yaşlı kadınlara, ganaj kremasından devecilere dönüştüler. Katıla katıla gülme alışkanlığını bana manzara görevi gören cenaze töreninden kaptım. Maden yataklarında, karanlık dar boğazlarda sonsuz hayatlar yaşadım. Kavgaları beyaz mermer vampirlerine bıraktım, ama gerçekte, ustalıklı nutuklarım olsa da, hayali kalçaları kendime dilediğimce yad ettirmek için yumuşak duvarlar karşısında alabildiğine sert beynimin şok ateşini boş yere uyandırmaya çabaladığım kapitone hücremde, daima yalnızdım.
Bilmediğim şeyse, hücremi on sekiz ayarlık bir Amerika’dan yahut bir el arabasından daha iyi icat ettiğimdi. Aşk! Aşk! Seni tasvir etmek için bundan böyle havacılık motorlarının gürüldeyen sıfatlarını kullanmayacağım. Senden bayağı bir biçimde bahsedeceğim zira şefkatli sözler çağından bu yana hazırladığım olağanüstü ama türünü bilmediğim macerayı belki de bayağı olan sunacak bana. Öğrettim, ki öyle gerekiyordu, ihtiyarlara, kara saçlarıma, kadınlara, kollarıma bacaklarıma, hayran olmayı; ama o kadınlardan daima korudum, uzaktan piramit şeklinde, yüksek ve anlaşılmaz konstrüksiyonun metalik izlerini durmadan karşımda bulduğum, engin sarı sahamı. Aşk, beni bu harabelerden yüzümü yontacağım kil bir gülle meydana getirmeye mahkum mu ettin, yoksa onu silah olarak gözlerimden çıkartmak mı zorundayım? Şu halde, acaba hangi gözümü kullanmalıyım, körü körüne ırzına geçeceğim aşık bir çiftin yeniden yaratımında iki gözümden de faydalanmam menfaatime olmaz mı, yeni Homeros Sanatlar köprüsünde, silahların ölmüş nöbetçilerin nöbetini tuttuğu bu sarı ve güneşle yıkanmış, uçsuz bucaksız arazide ayaklarıma yol gösteremeden, kimsesiz kalma tehlikesi ile karşı karşıya, bu köprünün kemer ayaklarını el yordamıyla aşındırmak zorunda olacağım. Aşk, beni bu harabelerin iblis koruyucusu olmaya mı mahkum ediyorsun, aydan, beyaz yıkıntıların aradan görmeme izin vereceği sonsuz bir gençlik mi yaşayacağım bundan böyle?”
İşte o anda ortaya çıktılar. Pilotsuz uçaklar dumandan halkalarla, büyük işaret kulelerinin ve değişken biçimlerdeki sığ kayalıkların üzerine tören yelpazesi halinde tünemiş kıpırtısızların etrafında çember çizdiler. İşte o anda ortaya çıktılar.
Birincinin alkışçı şapkası, siyah habiti, beyaz yeleği vardı, ikincisi dirsek üstü kabarık kollu, medici yakalıydı, üçüncüsü ise durmadan soldan sağa, sağdan sola kayarak hafif yanık bir aklıktaki omuzları göğüs başlangıcına kadar ortaya çıkaran, yakası oval biçimde genişçe açık, siyah ipek gömlekliydi.
Cinsiyetimin övüncüne nihai ölçüde sahibimdir. Bir erkeğin kadın önünde alçalması beni kâh günlerce sıkboğaz ve hasta eder, kâh kimi hayvanın, kimi eşyanın üzerinde ustalıkla uygulayarak yatıştırdığım temiz bir öfkeye iter; yine de kulaklarımı tıkamama, gözlerimi kapatmama sebep olan bu öfkelendirici gösterileri hasretle arıyorum.
Tanrı’ya inanmam. Ama onu sonsuzluktan hissederim. Kimsenin benden daha dinsel bir ruhu yoktur. Durmadan çözülmez sorulara çarparım. Üzerime alayım dediğim soruların hepsi çözülmezdir. Başka sorularsa hayalgücü olmayan varlıklar tarafından sorulmaktan başka bir şey bilemez dolayısıyla beni ilgilendiremez.
Bu harabeler dolambaçlı bir ırmağın kıyılarında bulunuyor. Burada iklimin hiçbir özelliği yok. Güney-batıda kafes oymalı metalik bir konstrüksiyon var, oldukça yüksek ve ne için kullanıldığını saptayamadık.

***

Bir gün, bir gece ya da başka bir şeyde kapılar kapanacak. Her ruhun anlayabileceği düzeyde tahminler. Kayın ağacından bir göğün altında, yeşil tarlaların arasındaki siyah yolun dönemecinde peygambere pusu kurmuş bekliyorum.  Uygun biçimde giyinmiş, traş olmuş, eldiven takmış bir halde ortaya çıkıyor.
- Büyük göç, yarından sonra. Ekliptik, küçük mor bir spiral haline gelecek. Tabutlar başlayacak. Kıtaları, denizleri aşacaklar. Dieppe yakınlarında birlikte karşıt yöne doğru yol alan bankizle ve aysberglerle burun buruna gelecekler; sonra sarmaşanlar menekşelerle etrafa yayılacak. Dünyanın yeşillikten iki saç topuzu ve  buzdan bir bekâret kemeri olacak.
Fakat bu mineral ve bitkisel harekete geçişler karşısında insan, bir kasırganın en gülünç bahsinin ve de ötümlü kelimeleri birbirinden ayıran boşluklar ve en küçük elementler arasındaki evlilik akdinin dengesiz oyuncağı, ne diyecek?
Zaman sarmal bir yay gibi, sıkışıyor ve şarkı söylüyor ve fotografik plakalarını üst üste karıyor. Behey, Théroigne de Méricourt’un saçı, karanlık âşıklarınca ne kadar da sevilir.
Bir kaç yeşil hatmi gününden beri yapmacık okların, karakteristik tıslamaları uzak şehrin merkezinde, bilinmeyen caddede yolunu kaybetmiş maceracılara, vücudunun üst kısmının kadifesine karış gibi açılmış iki delik sayesinde çıplak kalmış göğüslerinin etrafında aziz Pierre ve Paul haleleleriyle, giysileri gök mavi rengi kadının yüksek topuklarına rağmen hızla yaklaştığını haber veren balon pilotu küçük yılanların en büyük sevinçleri için rengarenk Arap süsleri çizdiği hayali havasahasına ve kırlangıçlara bakıyorum.
Kırlangıçların, okların ve uçan yılanların gök mavisi elbiseli kadınla münasebetleri, güneşin, değerli madenlerden aynalardan yansıyan üç ışınının çekim noktasına benzer. Parmağınızı noktaya götürürseniz, yuvarlak bir yanık solmaz toz yumacağını üzerine yapıştırır. Fakat o, gök mavi elbiseli kadın mı? (hep aynısı) Onun hakkında konuşmaktan ve ayaklarının yerini almış mor istakoz kıskaçlarını gözlerinizden  saklamaktan henüz bıkmadım.
Küçük yılancıklar kulağıma tısladı; rastgele iki harf teleffuz ettim, çıplak göğüslü, ayak yerine istakoz kıskaçlı gök mavi elbiseli kadının baş harflerini.
Caddeye döndüğümde uzun zamandır tanışmayı arzuladığım Charles Quint’le karşılaştım.
Siyah kadifeden bir habit içinde yanımdan geçti. Sağ elinde cinsini, apartmanlık bir cins mi, kanarya mı, albatros mu kestiremediğim ölü bir kuş tutuyordu; sol elinde ise minik bir latinçiçeği saksısını sıkıyordu.
Yaklaştığında bana şöyle dedi:
- Dostlarının bir vuruşta un ufak olacağı gün! Ya da yerin ve yerin senin haricinde üzerinde taşıdıklarının bir vuruşta un ufak olacağı gün! Yalnız kaldığında, öldüğüne inanacaklar; biz de öyle. Her ölüşünde bir insanın evren de ölür, fakat insanların içinde bir insana ne de az rastlanır. Gök mavisi elbiseli kadın yaklaşıyor, o kadın da başka kadınlar gibi; mümkün olduğunca çabucak yeterince kadının olacak, koşacak ve yapay yerçekiminden kurtulacak vaktin var.”
Latinçiçekleri derede çiçek açıyor.
Mücevherler, hançerler yağıyor.
Bir zamanlar bir timsah vardı. Bu timsah siyah mayolu yüzücülerle besleniyor, pembe mayolu yüzücülerinse canlarını bağışlıyordu. Bu timsah aynı zamanda bir bileziktir. Bu bilezik, onu gök mavisi elbiseli kadına verdim. Karşılığında o da bana giysilerini. Ağaçların arasından, gecenin içine giderken onu seyrettim.

***

“Mumların geçici ışığına kendini asla kaptırmadı.” Bossuet’nin toplu eserlerinin otuz ikinci sayfasına yazılmış bu cümleyi uzun zaman okudum ve vâizin ağırbaşlı bir sadelikteki fizyonomisi hayalgücümün prizmatik ikizi karşısında beyaz penguen kanatlarıyla boy gösterdi. Bir kaç gün sonra, bir kafenin terasında, sağ gözümle bankizler kraliçesi gibi beyaz ve pembe bir kadını, sol gözümle, garans kırmızısı bir kağıda yazılmış bir mektubu okuyan, gözleri ışıltılı, Venedik buzu gibi beyaz dudaklı, Prusya mavisi bir kadını incelerken, alkol içiyordum.
Ressamlara göre, henüz ortak bir alan edinememiş renklerin büyüsü küçük kaşığıma sığıyordu. Esasında hayalgücümü birinci kalitede petrolün içine batırıp çıkartmıştım. Renkler özlerinde sihirlidir ve bu sadece palet kazıyıcısının fazileti sayesinde değildir. Bu konu üzerine bir makale yazmayı tasarladım fakat soldaki kadının geniş ve işlemeli Malines yakalı sevimli bir kuzu budu haline geldiğini gördüğümde makaleyi ezoterik bir bakış açısıyla yazmaya karar verdim. Telaşsız bir adam, budu kesiyordu. Süt gibi ak bununla birlikte elmas gibi parlak dereler taze etten aşağı akıyor ve bir şampanya flütünü dolduruyordu. Zaman aşımına uğramış bu kap, sıvı, kap dibinde asla bir damla su bulundurmamış gibi akacak ve kabın yontulduğu yüzlerin her birinde yansıyacak şekilde büyüyordu. Güneşin sayesinde tüm bu olası görüntüler yüzümü ve sağdaki kadının koyu mavi çorabının içinde bir ayağı temsil ediyordu. Her şey büyük ölçüde biçim değiştirmeden, camın büyümesini takip ederek büyüyordu, dokunmak için yeterince hoş ve göreceli olarak tatlı olan tenimin, doğasının büyüklüğünün, bu safhada katı bir çeliğin görünümünü aldığını gözlemledim. Sağdaki kadın ayağa kalktı. Onu takip etmek için ben de ayağa kalktım fakat sarhoştum ve yüzümün yansıları görünmez avcıların yaylım ateşinden çıkan mermiler kadar çok sayıda önümde dans ediyordu. Takip ettiğim kadın hafif topallıyordu. Yine de aramızdaki mesafeyi açtı. Yokuş yukarı yükselen caddenin tepesinde gözden kayboldu. Koştum. Yokuşun en üst noktasına vardığımda yokuş aşağı inen caddenin sonunda onu bir nokta gibi hayal meyal görebildim. Biraz ilerledi ve enine giden bir yola döndü. Yeşil bir sokak lambasının pırıldadığı bu dört yol ağzını incelemek için orada öylece kaldım. Bir otobüs geçti. Tamamiyle boştu. Bekleyen kimse olmamasına rağmen durdu.  Biletçi çınladı, yatışmış motor daha bir kuvvetle gürüldedi ve araç alacakaranlıkta, ışıklar saçarak, o da ortadan kayboldu.
Bossuet! Bossuet! Bunamış bir metafiziğin ve yaşlı bir dinin keyfi bulmacalarından çok bireyin çözülmez gizleriyle meşgul olan yürekli bir ahlakı öğütlemek yerine, gürleyen ve pes sesini gaddar bir gücün ve kof ilkelerin hizmetine sunmasaydın şüphe yok ki fena bir tip olmazdın. Büyük bir rüzgâr bir kadın bacağının üzerinde aralanan mor bulutların üzerine esiyor; ve arada sırada, uyuyan, kandiliyle ya da elektrikli lambasıyla geceyarısı uyanıyor. Debeleniyor ve çatırdıyor. Kendi kendine yanıyor. Adam bir müddet duvarına başka bir biçim veren gölgelere bakıyor, ayağa kalkıyor, pijamasının üzerine aceleci bir palto geçiriyor ve sağdaki, bir hırsız gibi güzel kadının kaybolduğu dörtyol ağzına doğru çekip gidiyor. Şafağa dek boş otobüslerin geçişini seyrediyor. En acelecisi, delici gözlü olanı vatmanın üzerinde gidiş yönünü gösteren ışıklı yazıyı heceliyor. Okuyor: “KORİDOR.” Eğer kalbi ve endişesi varsa susacak, aşk saatinde bile, aksi takdirde hayallerin açıklamasında gece macerasına işe yarar bir açıklama bakacak. Uzun zaman hazineyi bekleyecek ya da onu, “Koridor’a doğru giden boş omnibüslerin yolunun otuz ikinci döşeme taşının altına okült bilginlerce saklanmış hazineyi oluşturan ışıltılı parçaları bitirmemecesine sayıyor olmamdan şüphelenmeden, şehrin ötesinde arayacak. Arkasında, beyaz deve ve havagazı tepesinin üzerinde Bossuet beyaz işaret parmağını yıldırıma doğru kaldırıyor. Kimi zamanlar beyaz saçlarından feyzalınarak biçim verilmiş yüksek bir şapka taktım. Rüzgâr sadece kapalı yolların küçük fenerlerinin kızıl ışıklarını söndürmeden esiyor.  Gece yolcusu endişe etmeden yürüyebilir. Bir sonraki dönemeçte onu öldürmezsem, rahat uyuyacak ya da barış içinde gülünç eşiyle döllenecek. Ve muhtemelen saçı ayın sekiz ışığından biriyle tarazlanmış soylu piskoposu asla bilmeyecek.
Bana karşılık verecek gözünüz dişiniz var mı? Dünyada hiçkimse bana göze göz dişe diş karşılık veremez.


*Proustlardan sonra çalıştığım en zor metin; kitabı çalışmaya başladığımda internetten bulduğum orjinal metinde imla ve yazım hataları olduğunu ilk sayfalarla epeyce uğraştıktan sonra fark ettim, dadacı-gerçeküstücü bir metinde bir tanımlık ya da virgül eksikliğinin çevirmene neler yaşattığını tahmin edebilirsiniz :))orjinal metni ararken Andre Breton'la ilgili bir sitede kitabın prova baskısı jpglerini bulmuştum, çeviride bu dosyaları kullandım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder