"Bir iç dünya okulu açıp kapısına şunu yazacağım: Sanat Okulu." Max Jacob
14 Mart 2018 Çarşamba
Pierre Mac Orlan | Açlık | I. kısım
PIERRE MAC ORLAN
....
LA FAIM
BIFUR, II. Sayı, 1919
AÇLIK
Açlığı sosyal bir güç olarak görmemeliyiz. Açlık, beslenmenin klasik prosedürü sayesinde yatıştırıldığı anda bile sadece anımsama ile
harekete geçebilir. Açlığın bir isyan
esincisi olduğuna inanmak doğruluğu kanıtlanmış popüler bir hatadır.
Gerektiğinde, açlık son derece şiddetli bir isyan hissi esinleyebilir ancak
gecikmeyle. Bir kaç ay aç kaldığımız için bir kaç yıl sonra isyan ederiz. Kötü
günlerin hatırası yüzümüze kan yürütür iyi ya da kötü takdiri biri ötekinin
yerine geçebilecek eylemleri provoke edebilir.
Ama bununla
birlikte, açlık, şöyle bir ölçüp biçilmesi gereken tüm insan hareketlerinin
çoğunu domine eder. İyi ya da kötü, insanlığı yükselten her şey, zamanın
lütfuyla, açlıkların, alkolle zenginleşmiş eski bir hatırasıdır.
İnsanın
hayatında en az bir aylık bir fasılada aç olması gerekir. Açlık yoksulluktan
kaynaklandığında bize acı vermez, ancak aşçı kahvaltı ya da yemek için geç
kaldığında korkunç canımızı yakar.
İki çeşit açlık
vardır.
Zengin açlık,
çoğunlukla çocuksu bir nedenle aniden tırmanan bir iştah nöbetinden başka bir
şey değildir. Bu iğrenç bir açlıktır. Sakin bir adamı boğadan daha kızgın hale
getirebilir.
Yoksul açlığı
daha yumuşak ve sinsidir. Fiziksel acıyı yatıştırır: daha kesin bir dille
fiziksel acıyı kolay ufalanır parçalara ayırır. Bu nedenle, ona sahip olanı
küçültme eğilimi vardır. Yine de tesirleri geçici olan bu küçülmelerin önemini
abartmamak gerekir.
İyi organize
edilmiş her hayat gemi bölmelerine benzeyen kısımlardan oluşur.
Kendi
hayatının, her bir bölmeyi temsil eden farklı etaplarına bağlı olmak şart
değildir. Yirmi yaşındaki adamın on yaşındaki çocukla artık ortak hiçbir yanı yoktur,
ve imrenilecek bir araba sürmekte olan kırklık da, başkasına kapı açan ya da ıslak
yollarda bambaşka şekillerde sürten on sekizlikle.
Makul bir hayat
süren biri, bu da yetmiş yaşlarına tekabül ediyor, örneğin, ardı ardına ölerek
bir başkasına doğum veren çok sayıda bireyin bir sonucudur. Bu bireylerin her
biri hatıralardan bir mirası halefine devrederler. Bu da yedi ya da sekiz
baklalık bir zincir meydana getirir. Bu zincir bir aile adı taşır, bir soyadı
ve kimi zamanlar da yeniyetmelik çağı arkadaşların gözlem ruhuna tanıklık eden
bir lâkabı olur. Bu lakaplar çoğu kez, açlığa ithaf edilen dönemlerde doğar.
Lâkaplar daima, insanlığın barındırabileceği aşağılık hıncın en alçakgönüllü
ifadesi olmuşlardır.
Aç olmuş hemen
her insan, olayların keyfi aracılığı ile, bir lâkapla taçlanmıştır. Dünyaya
kalsa silinip gider, ancak akademisyen, adalet bakanı yahut milyoner ressam
olmadan önce, tüm İspirtocular koleksiyonu içinde kaybolmuş bir İspirtocu, bir
Toto, Dipsoman, Tanaka, Muhallebici v.s. olmuş birinin loş hafızasında
silinmez, bu v.s nin zenginliğinin sınırsız olduğuna inanmanızı rica edeceğim.
Açlık, bir
kişinin mevkiisini, derecesini düşüren bu dekoratif açlık, zengin bile olsa o bilmeden,
usul usul serpilen bir hastalık çeşitidir.
10 Mart 2018 Cumartesi
Yayınladığım son kayıtlarla ilgili kısa bir not
Geçtiğimiz haftalarda eski bilgisayarlarımdan birini açmayı başardım, 'sandık' sayfasına eklediğim son kayıtlar buradan çıkma. (k.e.)
Mars Mahkumu | éditions Albert Méricant, coll. Le Roman d'aventures n° 4
![]() |
kapak resmi ve ilüstrasyonlar : Henri Thiriet (1908) kaynak: www.noosfere.org |
Gustave Le Rouge | Mars Mahkumu | ilk sayfa
GUSTAVE LE ROUGE
Le prisonnier de la planète Mars
Albert Mericant
Paris,
1909.
MARS MAHKUMU
BİRİNCİ
BÖLÜM
Gizemli
Bir Mesaj
— Beni
sormaya gelen kimse olmadı mı, miss Hobson?
— Kimse gelmedi.
— Peki ya bir mektup, mektup da
mı yok?
— Yok.
Tabelesında İskoç Silahları yazan tavernanın
sahibesi miss Hobson, doğası gereği pek de konuşkan değildi. Muhatabının konuyu
açma arzusuna rağmen, katı ve kararlı küçük bir hareketle gereksiz laflarla
vakit kaybetmeye hiç de can atmadığını belli ederdi. Tezgâhının ardında, kalaylanmış
bira maşrapaları, kanlı koca rozbif
dilimleri, turşu şişeleri etrafını sarmış bir halde çay saatine hazırlık
yaparken, sabah yaptığı işi hesap ederken, nakit çekmecesindeki paraları bir
şilin ve altı sentlik eşit kümelere ayırırken işi başından aşkınmış gibi görünüyordu.
Günün o saati tamamen
boş olan salonun diğer ucunda, kılık kıyafeti şık genç bir adam sırılsıklam
olmuş giysilerinden kalın bir buhar tabakasının yükselmesine sebep olan kömür
sobasının yanında oturmaktaydı.
Zaman zaman ayağa
kalkıyor, pencereye gidiyor yağmurla kaplı camın ardından duman rengi
gökyüzünün altına sıralanmış yüzlerce yolcu gemisinin karaltılarının sarımtrak
sisin içinde kederli figürler çizdiği Tamise rıhtımları açıklarını süzüyordu.
Genç adam az sonra ambarları
dolduracak göz alabildiğine uzanan kömür yığınlarını, sonsuz sayıda vagonun birbiri
ardına bağlandığı tıknefes lokomotiflerin gelip gidişini iyice seyrettikten
sonra melankolik bir edayla geri yerine geçiyor, buharlı gemilerin
homurtularından başı şişmiş, içerinin nemli sıcaklığından uyuşmuş bir halde
gözlerini yarı yarıya kapatıyordu.
....
Yves Dermèze | Dünya-dışı Bir Çevirmenden Bir Fransız Bilim-Kurgu Yazarına Mektup
YVES DERMÈZE
LETTRE D'UN TRADUCTEUR EXTRA-TERRESTRE À UN AUTEUR FRANÇAIS DE SCIENCE-FICTION
UNIVERS/O8
Éditions j'ai Lu,
1977
Dünya-dışı
Bir Çevirmenden Bir Fransız Bilim-Kurgu Yazarına Mektup
Üstad;
Saygıdeğer
yayıncınızdan, Kiss Singer takmaadınız altında çıkan SÖKME MAKİNASI romanınızın temel Altarien
dilinde tercüme yayın haklarını aldıktan sonra kimi zorluklarla karşılaştım.
Sigma
Beteljöz'de karşılaşmalarımızın alternatif akımında, sevimsiz görevimde bana
yön verme lütfünde bulunmayi arzu etmiştiniz. Öncelikle bunun için size
teşekkür ederim.
Birinci
bölümün birinci cümlesinde sendeleyip durmaktayım; daha öne gitmeden hemen önce
motorize görüşünüzü almayı çok isterdim.
"Hava bu sabah güzel gidecek"
yazmışsınız. Ne kadar ahenkli, hoş bir cümle. Ama kanı yakalayamıyorum. İkircikliğimin
alabildiğine uzanan büyük demirli yollarını size sergilemek isterim. 1) "Hava".
Üç farklı tercüme mümkün:
— ya bu "Hava"
dünya-dışı, örneğin Alteria'da. Böyle ise şöyle çevirirdim: "Hava bu sabah
güzel gidirtilecek." Bildiğiniz gibi Alterialılar, hava tahminlerini modifiye
etme yeteneğine sahipler.
— ya da bu
"Hava" bir insan. O halde şöyle yazardım: "Hava bu sabah güzelce gidecek."
— ya da bu
"Hava" bir hayvan. Tercümesi
şunu gerektirir: "Hava bu sabah güzelleşecek."
2)
"Gidecek": "gitmek" fiili. Bir yerden bir yöne doğru
hareket etmek, kıpırdamak. "Güzel" burada bir iyilik ifadesi dile
getiriyor: O halde şöyle diyemez miyim: "Hava
bu sabah iyiye doğru hareket edecek." ?
3)
Ancak "güzel gidecek" beni endişelendirmeye devam ediyor. "Güzelgidecek"
elbette siz Dünyalılarda timsah dediğiniz sürüngen, ve de salyongoz dediğiniz
kabuklu anlamına gelmiyor. Ayrıca kan, siyasi
rejimler bakımından aynı değil. (Dünya siyasetini çokinçledim, ancak bizimkiler
gibi sıradan zihinlerin kavrayış
düzeyinin çok ötesinde). "Güzel gidecek" S.S.C.B'de zorunlu olarak
A.B.D'deki ile aynı şeye işaret etmiyor;
ve tam tersi de.
Yoksa
İngilizce "gazelle": ahu, kelimesiyle ilgili bir kelime oyunu mu var,
ahu, ceylan? 4) temel Alterian diline bulaştıramadığım asıl ifade ise "bu sabah". Bizde üç güneş var.
Dolayısıyla üç de sabah. Sizce hangisini seçmeliyim? Mavi sabahı mı, pembeyi mi,
sarıyı mı?
Kıymetli
Üstad, posta iadesinden bir cevap umuduyla, hayranlığımın çukurunun derinliğine
inanmanızı rica ediyorum.
P.S. Sabırsızlık beni
kemiriyor. Şaheserinizin ikinci cümlesinin kuvvetini somutlaştırmak için acele
etmekteyim.
....
BİR SONRAKİ BÖLÜMDE: Fransız yazarın
cevabı. (k.e.)
Türkçe çevirmenin notu: Orjinal metinde,
burada sondan üçüncü paragrafta, Fransızca "faire beau" ile İngilizce
"ferry-boat" (tr. feribot)kelimesi ilişkilendiriliyor; kelime oyununu
ing. "gazelle" ile tr. "güzel" kelimeleriyle vermeye çalıştım.
Petrus Borel | GOTTFRIED WOLFGANG | ilk sayfalar
PÉTRUS BOREL
GOTTFRIED WOLFGANG
Troisième Caché de Vulturne
Paris,
1941.
[ilk basım, 1843]
I
Bir
süredir Boulogne’da bulunuyordum, şehirden ayrılma vaktim yaklaştığından bir
sabah otelcim kibarca yanıma geldi, bana oldukça kabarık bir tomar kağıt sunarak
şöyle dedi:
– Buyrun beyfendi, size bunları takdim etmeme izin verin, elbette
siz bunların içinden en işe yararlarını çıkartmayı benden daha iyi bilirsiniz.
Oldukça sessiz, epey garip genç bir İngiliz burada kalıyordu: iki yıl önceydi
bu söylediklerim. Bir akşam dışarı çıktı; dalgakırana doğru gittiğini
görmüşler, o zamandan bu yana kendisinden tek bir haber alamadım. Bu kağıtlar
benim himayemde kaldı, kişisel tüm eşyaları da, aman ne eşya, hepsi küçük bir
bavula rahatlıkla sığar... Zavallı genç
adam, gecesini gündüzünü düşünmek ve yazmakla geçirirdi!
Parlak ve zaferlerle dolu bir kariyerden sonra, nice başkası
gibi, şüphe yok ki tatlı bir ölümü hayal etmiş bu genç yabancının tuhaf sonu, sırrını
sadece yok olmaya gittiği denizin dalgalarının bildiği bu oldukça ayrıksı,
anlaşılması güç acı, beni fazlasıyla etkilemişti; içimde hüzünlü bir heyecan
hissediyordum; odama kapandım, ve az önce bana teslim edilmiş kağıtları, kavgada
yenik düşmüş - geri dönmemek üzere kaybolmuş, yitip gitmiş - bir zihnin hüzünlü
son kalıtlarını, hayal kırıklığına uğramaya hazır bir ruh haliyle, ancak bitmek
bilmez bir iştahla karıştırmaya başladım. Kendime şöyle diyordum: önümdeki sayfaların
bir kaç tanesini unutulmaktan kurtarma imkanım olursa bu, talihsiz genç adamın
hayali için en azından bir teselli olurdu, bu hayal, beni ardında bıraktıklarına
el sürecek kadar gözüpek bularak, o an mutlaka etrafımda dönüyor olmalıydı!...
Üstünkörü düzeltilmiş şiirlerden bir yığının ortasında, birbiriyle
alakasız ve devamı gelmeyen, fakat daima ulu ve batıl, belli bir karakterde
izler taşıyan her türde elyazması parçalarının içinde tarihsiz ve başlıksız
küçük bir defteri keşfetmekte gecikmedim, bu deftere, neredeyse okunmaz bir
tarzda aşağıdaki tuhaf hikaye yazılmıştı.
Bu garip kompozisyon acaba bilinmeyen genç adama mı aitti? Bir
Alman’ın yahut Fransa’dan gelmiş birinin dumanlı beyninin eseri olan, ve genç
adamın hasta ruhunu cezbetmiş olması muhtemel akılalmaz bir metinden yaptığı
bir imitasyon ya da çeviri olabilir miydi? Bilmiyorum... Talih onu ellerimin
arasına bıraktıysa ben de aynen aktarıyorum. – Bu, hangi kaçığa aitse,
açıklasın. – Açıklasın ki bir an önce
cezasını bulsun.
II
Fransız
Devrimi zamanlarıydı. Fırtınalı bir gece, herkesin uygunsuz olarak
nitelendirebileceği bir saatte, genç bir Alman eski Paris’i arşınlayarak sessizce
evine dönüyordu; şimşekler gözünü almaktaydı, gök gürlemeleri, yıldırım sesleri
her yeri inletiyor, bitik semtin
kıvrımlı sokaklarında yankı buluyordu. Fakat öncelikle genç Saksonyalım
hakkında bir kaç şeyden bahsetmeme izin verin.
Gottfried Wolfgang iyi aileden gelen genç bir adamdı. Bir
süre Gottingen’de okudu, fakat acayip düşüncelere meyilli, kendinden geçmeye
her an hazır olduğundan Alman gençliğini pek çok kez yoldan çıkarmış spekülatif
öğretilere kendini kaptırmıştı. Sürdüğü münzevi hayat, dikkatinin sürekli bir
şeylerde olması ve araştırmalarının kendine has doğası ahlaki ve fiziksel tüm
yetilerini usul usul etkilemeye başlamıştı. Sağlığı bozulmuştu, hayalgücü ise
artık hastaydı. Soyut hayallerine ruhani temeller tayin edecek kadar ileri
gitmişti, sonunda Swedenborg gibi etrafında boy atan ideal bir dünya meydana
getirdi; böylece bu şuurunu kaybetmişliği içinde onu yok etmek için fırsat
kollayan kötü bir gücün, ölümcül bir ruhun durmadan başının üzerinde döndüğüne
hükmetti. Melankoliye çoktan teslim olmuş mizacına tesir eden bu ipe sapa
gelmez fikir en acınacak neticeleri de beraberinde getirdi. Artık yabanileşmiş,
iç karartıcı bir yılgınlığa kapılmıştı; maruz kaldığı mental hastalık açığa
çıkmakta gecikmedi, ve yer değiştirmek bu endişe verici hali için en etkili
ilaç olabileceğinden, eğitimini tamamlamak için Paris fırtınasının ve
ihtişamının göbeğine yollandı.
Wolfgang başkente vardığı sırada, devrimcilerin ilk
ayaklanmaları patlak vermişti. Zamanın siyasi fikirleri ve felsefelerince ele
geçirilmiş, kendinden geçmiş zihni ilk başta bu popüler çılgınlığın tarafında
saf tuttu. Fakat sonradan vuku bulan kanlı sahneler, zaten hassas olan, dünyadan
ve toplumdan bıkmış tabiatını hayli yaraladı, böylece keşişlere özgü
alışkanlıklarına geri döndü ve öğrenci mahallesinin merkezinde, eski Sorbonne’a
pek de uzak olmayan
karanlık bir sokaktan seçtiği ıssız bir eve kapandı. Wolfgang bir kez
daha gözde kurgularını dizginleyemiyordu. Arada bir aziz hücresinden dışarı
çıkıyorsa bu sadece günler boyunca, Paris’in koca kitap ambarlarına, yazarların
o nem kapmış yeraltı gömütlerine, düşüncenin o yeraltı Romalarına kapanmak içindi,
buralarda adeta hastalıklı ruhunun açlığını gidermek için besin peşinde en
tozlu yazmaların, miyadı dolmuş büyücü kitaplarının sayfalarını huşu ile çeviriyordu. Öğrencimiz (bu zevkten yoksun
tâbirimden dolayı beni mazur görün)
ölmüş bilimin ve bozulmuş edebiyatın kemiklik mahzeninde git gide şişmanlayan bir
çeşit edebi vampir gibiydi.
İnzivaya olan eğilimine rağmen Gottfried coşkulu ve tat
almayı bilen bir mizaca sahipti, ama bu ancak ruhu üzerinde etkisini
gösterebiliyordu. Cinsellikte ilerleyebilmek için oldukça içine kapalı ve
tecrübesizdi, ancak tutkulu bir güzellik hayranı olduğunu kabul ediyordu. Çoğu
zaman gördüğü formlar ve figürler ile ilgili bitmek bilmez hülyalara dalıyordu; hayalgücü
her türlü gerçekliğe üstün gelen yüksek niteliklerle süslediği idoller
yaratıyordu.
….
7 Mart 2018 Çarşamba
6 Mart 2018 Salı
Félix Vallotton (1865-1925)
![]() |
kendi portresi (1895) kaynak: commons.wikimedia.org |
![]() |
Femme couchée dormant (1899) kaynak: commons.wikimedia.org |
5 Mart 2018 Pazartesi
Félix Vallotton | günlüğünden bir parça
CHARLES
FEGDAL
"MAITRES
DE L'ART MODERN"
VALLOTTON
Les
Éditions
Rieder
Paris
1931
22 Aralık 1921
“Hayat çok çetinleşti, günü kurtarmak artık öyle bir mesele
haline geldi ki alınlardan kırışık eksik olmuyor, herkes öncelikle
kendini koruma derdinde, çıkarını gözetmek, menfaat umarak hareket etmek hiç
olmadığı kadar yaygınlaştı. Zihinden hesapla bu senenin bir bilançosunu
çıkarttım. Bahsettiğim genel havaya rağmen fena iş çıkarmamışım, kısacası halen direniş belirtileri gösteriyorum. Sağlığım eskisinden iyi değil, bazen endişeye kapılıyorum; bunaklığa sürüklenen zavallı Cottet’nin acı sonu aklıma
geldikçe içim ürperiyor… Beş gün sonra elli altı yaşına basmış olacağım. Bu her anlamda yamacın diğer tarafı demek. “Küçük Vallotton” diye çağrıldığım günlerden başka bir şeyim kalmadı gibi. Hayat bir
duman; mücadele ediyorsun, kendini kandırıyorsun, elinin altından uçup giden hayallere tutunuyorsun, - ölümse
orada…”
3 Mart 2018 Cumartesi
Yas İçin Yas | Prova baskısı ve Desnos'un el yazısı ile Breton'a ithafı
![]() |
Kaynak : http://www.andrebreton.fr tamamını görüntülemek için tıklayınız: "Deuil Pour Deuil" prova baskısı |
Robert Desnos | Yas İçin Yas | ilk sayfalar
ROBERT DESNOS
DEUIL POUR DEUIL
(Les Cahiers Nouveaux IV.)
Éditions de Sagittaire
1924
YAS
İÇİN YAS*
Harabeler dolambaçlı bir ırmağın
kıyılarında bulunuyor. Şehir ilkçağlarda bir dönem öneme sahip olmuş olmalı. Anıtsal
yapılar, bir yeraltısuyu şebekesi, tuhaf ve değişik bir mimaride kuleler
varlıklarını sürdürmeye devam ediyor. Bu ıssız, güneş ışığıyla yıkanmış
yerlerde korku bizi ele geçirdi. Endişemize rağmen, kimse, kimse karşımıza
çıkmadı. Bu harabelerde yaşanmıyor. Güney-batıda kafes oymalı metalik bir
konstrüksiyon var, oldukça yüksek ve ne için kullanıldığını saptayamadık.
Yıkılmak üzereymiş gibi bir hali var zira epey bel vermiş ve ırmağa doğru
çıkıntı yapıyor:
“Tuhaf
hastalıklar, acayip âdetler, yenilmek bilmeyen serseri aşkı, daha ne kadar
yolumu şaşırtacaksınız? Bu taşların arasında arayıp durduğum şeyden hiçbir iz bulamıyorum.
Ardına geçilmez, her zaman yeni olan ayna kendimden başka bir şey göstermiyor.
Büyük karşılaşma mantıken böyle ıssız bir yerde, bir sahrada mı gerçekleşmek
zorunda? Uzakta, develeri ve altın taşıyan hamallarıyla şerit gibi dizilmiş
kervanlarında güzel milyonerleri gördüm. Telaşsız ve tedirgin onları bekledim.
Henüz yanıma varmadan, kısa boylu, toz tutmuş yaşlı kadınlara, ganaj
kremasından devecilere dönüştüler. Katıla katıla gülme alışkanlığını bana
manzara görevi gören cenaze töreninden kaptım. Maden yataklarında, karanlık dar
boğazlarda sonsuz hayatlar yaşadım. Kavgaları beyaz mermer vampirlerine
bıraktım, ama gerçekte, ustalıklı nutuklarım olsa da, hayali kalçaları kendime
dilediğimce yad ettirmek için yumuşak duvarlar karşısında alabildiğine sert
beynimin şok ateşini boş yere uyandırmaya çabaladığım kapitone hücremde, daima
yalnızdım.
Bilmediğim
şeyse, hücremi on sekiz ayarlık bir Amerika’dan yahut bir el arabasından daha
iyi icat ettiğimdi. Aşk! Aşk! Seni tasvir etmek için bundan böyle havacılık
motorlarının gürüldeyen sıfatlarını kullanmayacağım. Senden bayağı bir biçimde
bahsedeceğim zira şefkatli sözler çağından bu yana hazırladığım olağanüstü ama
türünü bilmediğim macerayı belki de bayağı olan sunacak bana. Öğrettim, ki öyle
gerekiyordu, ihtiyarlara, kara saçlarıma, kadınlara, kollarıma bacaklarıma, hayran
olmayı; ama o kadınlardan daima korudum, uzaktan piramit şeklinde, yüksek ve
anlaşılmaz konstrüksiyonun metalik izlerini durmadan karşımda bulduğum, engin sarı
sahamı. Aşk, beni bu harabelerden yüzümü yontacağım kil bir gülle meydana
getirmeye mahkum mu ettin, yoksa onu silah olarak gözlerimden çıkartmak mı zorundayım?
Şu halde, acaba hangi gözümü kullanmalıyım, körü körüne ırzına geçeceğim aşık
bir çiftin yeniden yaratımında iki gözümden de faydalanmam menfaatime olmaz mı,
yeni Homeros Sanatlar köprüsünde, silahların ölmüş nöbetçilerin nöbetini
tuttuğu bu sarı ve güneşle yıkanmış, uçsuz bucaksız arazide ayaklarıma yol
gösteremeden, kimsesiz kalma tehlikesi ile karşı karşıya, bu köprünün kemer
ayaklarını el yordamıyla aşındırmak zorunda olacağım. Aşk, beni bu harabelerin
iblis koruyucusu olmaya mı mahkum ediyorsun, aydan, beyaz yıkıntıların aradan görmeme
izin vereceği sonsuz bir gençlik mi yaşayacağım bundan böyle?”
İşte o anda
ortaya çıktılar. Pilotsuz uçaklar dumandan halkalarla, büyük işaret kulelerinin
ve değişken biçimlerdeki sığ kayalıkların üzerine tören yelpazesi halinde
tünemiş kıpırtısızların
etrafında çember çizdiler. İşte o anda ortaya çıktılar.
Birincinin alkışçı
şapkası, siyah habiti, beyaz yeleği
vardı, ikincisi dirsek üstü kabarık kollu, medici
yakalıydı, üçüncüsü ise durmadan soldan sağa, sağdan sola kayarak hafif yanık
bir aklıktaki omuzları göğüs başlangıcına kadar ortaya çıkaran, yakası oval
biçimde genişçe açık, siyah ipek gömlekliydi.
Cinsiyetimin
övüncüne nihai ölçüde sahibimdir. Bir erkeğin kadın önünde alçalması beni kâh günlerce
sıkboğaz ve hasta eder, kâh kimi hayvanın, kimi eşyanın üzerinde ustalıkla
uygulayarak yatıştırdığım temiz bir öfkeye iter; yine de kulaklarımı tıkamama,
gözlerimi kapatmama sebep olan bu öfkelendirici gösterileri hasretle arıyorum.
Tanrı’ya
inanmam. Ama onu sonsuzluktan hissederim. Kimsenin benden daha dinsel bir ruhu
yoktur. Durmadan çözülmez sorulara çarparım. Üzerime alayım dediğim soruların
hepsi çözülmezdir. Başka sorularsa hayalgücü olmayan varlıklar tarafından
sorulmaktan başka bir şey bilemez dolayısıyla beni ilgilendiremez.
Bu harabeler
dolambaçlı bir ırmağın kıyılarında bulunuyor. Burada iklimin hiçbir özelliği
yok. Güney-batıda kafes oymalı metalik bir konstrüksiyon var, oldukça yüksek ve
ne için kullanıldığını saptayamadık.
***
Bir gün, bir
gece ya da başka bir şeyde kapılar kapanacak. Her ruhun anlayabileceği düzeyde
tahminler. Kayın ağacından bir göğün altında, yeşil tarlaların arasındaki siyah
yolun dönemecinde peygambere pusu kurmuş bekliyorum. Uygun biçimde giyinmiş, traş olmuş, eldiven
takmış bir halde ortaya çıkıyor.
- Büyük göç,
yarından sonra. Ekliptik, küçük mor bir spiral haline gelecek. Tabutlar başlayacak.
Kıtaları, denizleri aşacaklar. Dieppe yakınlarında birlikte karşıt yöne doğru yol alan bankizle
ve aysberglerle burun buruna gelecekler; sonra sarmaşanlar menekşelerle etrafa
yayılacak. Dünyanın yeşillikten iki saç topuzu ve buzdan bir bekâret kemeri olacak.
Fakat bu
mineral ve bitkisel harekete geçişler karşısında insan, bir kasırganın en gülünç
bahsinin ve de ötümlü kelimeleri birbirinden ayıran boşluklar ve en küçük
elementler arasındaki evlilik akdinin dengesiz oyuncağı, ne diyecek?
Zaman sarmal
bir yay gibi, sıkışıyor ve şarkı söylüyor ve fotografik plakalarını üst üste
karıyor. Behey, Théroigne de Méricourt’un saçı, karanlık âşıklarınca ne kadar da sevilir.
Bir kaç yeşil hatmi gününden beri
yapmacık okların, karakteristik tıslamaları uzak şehrin merkezinde, bilinmeyen
caddede yolunu kaybetmiş maceracılara, vücudunun üst kısmının kadifesine karış
gibi açılmış iki delik sayesinde çıplak kalmış göğüslerinin etrafında aziz
Pierre ve Paul haleleleriyle, giysileri gök mavi rengi kadının yüksek
topuklarına rağmen hızla yaklaştığını haber veren balon pilotu küçük yılanların
en büyük sevinçleri için rengarenk Arap süsleri çizdiği hayali havasahasına ve
kırlangıçlara bakıyorum.
Kırlangıçların, okların ve uçan yılanların gök mavisi elbiseli kadınla
münasebetleri, güneşin, değerli madenlerden aynalardan yansıyan üç ışınının
çekim noktasına benzer. Parmağınızı noktaya götürürseniz, yuvarlak bir yanık solmaz toz yumacağını
üzerine yapıştırır. Fakat o, gök mavi elbiseli kadın mı? (hep aynısı) Onun
hakkında konuşmaktan ve ayaklarının yerini almış mor istakoz kıskaçlarını
gözlerinizden saklamaktan henüz
bıkmadım.
Küçük yılancıklar kulağıma tısladı; rastgele iki harf teleffuz ettim, çıplak
göğüslü, ayak yerine istakoz kıskaçlı gök mavi elbiseli kadının baş harflerini.
Caddeye döndüğümde uzun zamandır tanışmayı arzuladığım Charles Quint’le
karşılaştım.
Siyah kadifeden bir habit içinde
yanımdan geçti. Sağ elinde cinsini, apartmanlık bir cins mi, kanarya mı,
albatros mu kestiremediğim ölü bir kuş tutuyordu; sol elinde ise minik bir
latinçiçeği saksısını sıkıyordu.
Yaklaştığında bana şöyle dedi:
- Dostlarının bir vuruşta un ufak olacağı gün! Ya da yerin ve yerin senin
haricinde üzerinde taşıdıklarının bir vuruşta un ufak olacağı gün! Yalnız kaldığında,
öldüğüne inanacaklar; biz de öyle. Her ölüşünde bir insanın evren de ölür, fakat
insanların içinde bir insana ne de az rastlanır. Gök mavisi elbiseli kadın
yaklaşıyor, o kadın da başka kadınlar gibi; mümkün olduğunca çabucak yeterince
kadının olacak, koşacak ve yapay yerçekiminden kurtulacak vaktin var.”
Latinçiçekleri derede çiçek açıyor.
Mücevherler, hançerler yağıyor.
Bir zamanlar bir timsah vardı. Bu timsah siyah mayolu yüzücülerle
besleniyor, pembe mayolu yüzücülerinse canlarını bağışlıyordu. Bu timsah aynı
zamanda bir bileziktir. Bu bilezik, onu gök mavisi elbiseli kadına verdim. Karşılığında
o da bana giysilerini. Ağaçların arasından, gecenin içine giderken onu
seyrettim.
***
“Mumların geçici ışığına kendini asla kaptırmadı.” Bossuet’nin toplu eserlerinin otuz ikinci
sayfasına yazılmış bu cümleyi uzun zaman okudum ve vâizin ağırbaşlı bir
sadelikteki fizyonomisi hayalgücümün prizmatik ikizi karşısında beyaz penguen
kanatlarıyla boy gösterdi. Bir kaç gün sonra, bir kafenin terasında, sağ
gözümle bankizler kraliçesi gibi beyaz ve pembe bir kadını, sol gözümle, garans kırmızısı bir
kağıda yazılmış bir mektubu okuyan, gözleri ışıltılı, Venedik buzu gibi beyaz
dudaklı, Prusya mavisi bir kadını incelerken, alkol içiyordum.
Ressamlara göre, henüz ortak
bir alan edinememiş renklerin büyüsü küçük kaşığıma sığıyordu. Esasında
hayalgücümü birinci kalitede petrolün içine batırıp çıkartmıştım. Renkler
özlerinde sihirlidir ve bu sadece palet kazıyıcısının fazileti sayesinde
değildir. Bu konu üzerine bir makale yazmayı tasarladım fakat soldaki kadının
geniş ve işlemeli Malines yakalı sevimli bir kuzu budu haline geldiğini
gördüğümde makaleyi ezoterik bir bakış açısıyla yazmaya karar verdim. Telaşsız bir adam, budu
kesiyordu. Süt gibi ak bununla birlikte elmas gibi parlak dereler taze etten
aşağı akıyor ve bir şampanya
flütünü dolduruyordu. Zaman
aşımına uğramış bu kap, sıvı, kap dibinde asla bir damla su bulundurmamış gibi
akacak ve kabın yontulduğu yüzlerin her birinde yansıyacak şekilde büyüyordu.
Güneşin sayesinde tüm bu olası görüntüler yüzümü ve sağdaki kadının koyu mavi
çorabının içinde bir ayağı temsil ediyordu. Her şey büyük ölçüde biçim
değiştirmeden, camın büyümesini takip ederek büyüyordu, dokunmak için yeterince
hoş ve göreceli olarak tatlı olan tenimin, doğasının büyüklüğünün, bu safhada
katı bir çeliğin görünümünü aldığını gözlemledim. Sağdaki kadın ayağa kalktı.
Onu takip etmek için ben de ayağa kalktım fakat sarhoştum ve yüzümün yansıları
görünmez avcıların yaylım ateşinden çıkan mermiler kadar çok sayıda önümde dans
ediyordu. Takip ettiğim kadın hafif topallıyordu. Yine de aramızdaki mesafeyi
açtı. Yokuş yukarı yükselen caddenin tepesinde gözden kayboldu. Koştum. Yokuşun
en üst noktasına vardığımda yokuş aşağı inen caddenin sonunda onu bir nokta
gibi hayal meyal görebildim. Biraz ilerledi ve enine giden bir yola döndü. Yeşil
bir sokak lambasının pırıldadığı bu dört yol ağzını incelemek için orada öylece
kaldım. Bir otobüs geçti. Tamamiyle boştu. Bekleyen kimse olmamasına rağmen
durdu. Biletçi çınladı, yatışmış motor daha bir kuvvetle
gürüldedi ve araç alacakaranlıkta, ışıklar saçarak, o da ortadan kayboldu.
Bossuet! Bossuet! Bunamış bir metafiziğin ve yaşlı bir dinin keyfi
bulmacalarından çok bireyin çözülmez gizleriyle meşgul olan yürekli bir ahlakı
öğütlemek yerine, gürleyen ve pes sesini gaddar bir gücün ve kof ilkelerin
hizmetine sunmasaydın şüphe yok ki fena bir tip olmazdın. Büyük bir rüzgâr bir
kadın bacağının üzerinde aralanan mor bulutların üzerine esiyor; ve arada
sırada, uyuyan, kandiliyle ya da elektrikli lambasıyla geceyarısı uyanıyor. Debeleniyor
ve çatırdıyor. Kendi kendine yanıyor. Adam bir müddet duvarına başka bir biçim
veren gölgelere bakıyor, ayağa kalkıyor, pijamasının üzerine aceleci bir palto
geçiriyor ve sağdaki, bir hırsız gibi güzel kadının kaybolduğu dörtyol ağzına
doğru çekip gidiyor. Şafağa dek boş otobüslerin geçişini seyrediyor. En
acelecisi, delici gözlü olanı vatmanın üzerinde gidiş yönünü gösteren ışıklı
yazıyı heceliyor. Okuyor: “KORİDOR.” Eğer kalbi ve endişesi varsa susacak, aşk
saatinde bile, aksi takdirde hayallerin açıklamasında gece macerasına işe yarar
bir açıklama bakacak. Uzun zaman hazineyi bekleyecek ya da onu, “Koridor’a
doğru giden boş omnibüslerin yolunun otuz ikinci döşeme taşının altına okült
bilginlerce saklanmış hazineyi oluşturan ışıltılı parçaları bitirmemecesine
sayıyor olmamdan şüphelenmeden, şehrin ötesinde arayacak. Arkasında, beyaz deve
ve havagazı tepesinin üzerinde Bossuet beyaz işaret parmağını yıldırıma doğru
kaldırıyor. Kimi zamanlar beyaz saçlarından feyzalınarak biçim verilmiş yüksek
bir şapka taktım. Rüzgâr sadece kapalı yolların küçük fenerlerinin kızıl
ışıklarını söndürmeden esiyor. Gece
yolcusu endişe etmeden yürüyebilir. Bir sonraki dönemeçte onu öldürmezsem,
rahat uyuyacak ya da barış
içinde gülünç eşiyle döllenecek. Ve muhtemelen saçı ayın sekiz ışığından
biriyle tarazlanmış soylu piskoposu asla bilmeyecek.
Bana karşılık verecek gözünüz dişiniz var mı? Dünyada hiçkimse bana göze
göz dişe diş karşılık veremez.
*Proustlardan sonra çalıştığım en zor metin; kitabı çalışmaya başladığımda internetten bulduğum orjinal metinde imla ve yazım hataları olduğunu ilk
sayfalarla epeyce uğraştıktan sonra fark ettim, dadacı-gerçeküstücü bir metinde
bir tanımlık ya da virgül eksikliğinin çevirmene neler yaşattığını tahmin
edebilirsiniz :))orjinal metni ararken Andre Breton'la ilgili bir sitede kitabın
prova baskısı jpglerini bulmuştum, çeviride bu dosyaları kullandım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)