27 Şubat 2018 Salı

Robert Louis Stevenson | Dilenciler | ilk sayfalar

ROBERT LOUIS STEVENSON
BEGGARS
Scribner’s Magazine
Mart 1888

DİLENCİLER


Gençliğimde, şirin ve havadar, tepelik geniş bir arazide has bir dilenci ile tanışma şansım oldu. Her ne kadar ona dilenci desem de o dilenme işini (çoğu zaman ağızları açık olan) ceketi ve ayakkabılarına devretmişti. Atletik bir adamın enkazıydı, uzun boylu, zayıflıktan çökük yanaklı, esmer tenliydi; verem içini kemirmişti ve ölümün çoktan darbeyi indirdiği yüzünde endişe verici bir gülümseme vardı; fakat bacaklarının üzerinde hala sağlamdı, selam durmaya her an hazırmış gibi, askeri, çevik tavırlarını korumuştu. Bu bölgeden üç yol geçiyordu; ben her zaman aynı yoldan gitmediğimden öyle sanıyorum ki çoğu zaman beni boşuna beklemiş olmalı. Yine de yeterince düzenli bir biçimde beni bulur, yeterince düzenli bir biçimde yolun kenarında pusuya yattığı bir yerlerden bir sıçrayışta aniden önüme çıkar, derhal aklına estiği gibi konuşmaya başlar, adımlarını benimkilere uydurur ve ilerleyen istikamette bana eşlik ederdi. “Hafif bir sağnak riski olsa da güzel bir sabah, bayım. Umarım sizi iyi görüyorumdur, bayım. Maalesef bayım, ben dilediğim kadar sağlıklı hissetmiyorum kendimi, ama her zamankinden daha kötü olacağımı da sanmıyorum artık. Yolda sizinle karşılaştığıma sevindim bayım. İnanın o küçük sohbetlerimizden birini yad ediyordum ben de.” Kendi sesini aşırı ölçüde seviyordu,  söylediğiniz her ne olursa olsun (ne kadar köle gibi olabileceğini gösteren bir yumuşaklıkla)  sizi tasdik etmeye daima hazırdı, ancak sözünüzü bitirmenize asla tahammül edemezdi. En çok sevdiği sohbet konusuna geçiş yapmak için nasıl bir bağlantı bulabiliyordu artık hatırlamıyorum, fakat oldukça militer bir havada İngiliz şairler hakkında atıp tutmayı yolda birlikte yürümeye başlamamızdan çok  önce adet edinmiş olmalıydı. “Fikirlerinde ateizmden izler olsa da Shelley, mükemmel bir şairdi bayım. Shelley’nin Kraliçe Mab’ı bayım, neredeyse ateist bir eserdir. Scott, bayım, çok şairane bir yazar değil. Shakespeare’in çalışmalarını pek bilmiyorum bayım, fakat o da büyük bir şair. Keats, - John Keats, bayım -  o da büyük bir şairdi. Bu tip mülahazalarla, bu denli alışılageldik kritiklerle, bilgi haznesiyle gösteriş yapmaktan duyduğu neşeyle, yolu daha katlanılabilir hale getiriyordu; sımsıkı tuttuğu değneğini yeniden büründüğü genç asker canlılığı ile gür bir sesin çıktığı göğsüne ya da böğrüne yaslayarak ya da dengeli bir biçimde havada tutarak koca adımlarla yokuşu tırmanıyordu, bu sırada botları ayak parmaklarının, gömleği dirseklerinin, gülümsemesi ise ölümün ortaya çıkmasına izin verirdi, tuhaf karkası ise öksürük nöbetleriyle sallanırdı.
Çoğu kez eve kadar bütün yolu benimle birlikte teperdi, bunu çoğunlukla kitap ödünç almak için yapardı ve bu, her zaman bir şiir kitabı olurdu. Sonra hemen adımını alır, cilt yırtık pırtık ceketinin cebine kaymış halde, yolda dilenmeye dönerdi; kitap onda her ne kadar uzun, oldukça uzun bir süre kalsa da, eninde sonunda, dilenciler alemine yaptığı seyahatten fazla acı çekmemiş olarak bana geri dönerdi. Şüphe yok ki, bilgisi böyle zenginleşti, ilk başta yapay ve rastgele olan eleştirileri böyle derinlik kazandı. Ancak başvurduğu ilk kitaplık benimki değildi: ağzı, Shelley ve ateistik Kraliçe Mab’ıyla ve “Keats, John Keats bayım”la laf yapmaya ilk karşılaşmamızdan çok önce başlamıştı. Kendime sık sık bu bilgileri nasıl edinmiş olabileceğini sormuş, nasıl olup da dilenciliğe kadar düştüğünü sık sık merak etmişimdir. Başka pek çok insan gibi kimi yerlerin isimleri ve “çok zor bir işti, bayım”, “hava fena sıcaktı” ya da biri hakkında “çok iyi bi kumandandı” haricinde bir şey söyleyemediği tüm Hint Ayaklanması boyunca görev yapmıştı. Ama basit bir er olarak kalamayacak kadar zeki bir adamdı, olayların doğal seyri göz önünde bulundurulacak olursa rütbesinin yükselmiş olması gerekirdi. Ayrıca kendisine bağlanmış bir maaş yoktu. Ne zaman bu meseleyi açacak olsam, çekingen bir edayla bana nasihetlerde bulunmakla yetiniyordu: “Bir adam gençliğinde oldukça temkinli olmalıdır, bayım. Eğer şöyle söylememi af buyurursanız, sizin gibi cesur genç bir centilmen, çok daha temkinli olmalıdır. Galiba ben din-karşıtı fikirlere meyletmiş bir hoppaydım.” Zira (bizim günümüzde kabul etmeye meyilli olduğumuzdan  çok daha derin bir içgörü ile) agnostisizm ile vur patlasın çal oynasın tarzı yaşamayı bir tutuyordu.
Keats, - John Keats, bayım – ve Shelley  en gözde ozanlarıydı. Ona hiç Rossetti’den bahsettim mi bilmiyorum, fakat beğenisini gayet iyi bildiğimden, böyle yapsam, eminim bu yazara hayran olurdu. Onu baştan çıkaran, ifade biçimindeki zenginlikti;  şaşırtan şeyi, beklenmedik kelimeyi, bir cümlenin dalgalı ahengini, alfabenin basit harflerinin içinde (hiçbir şey hakkındaki) belli belirsiz bir duyguyu: dilin büyüleyiciliğini seviyordu. Dürüst kafasının içi neredeyse bomboştu, zekası ise bir çocuğunki kadardı, ve en sevdiği yazarları okuduğunda okuduğunu hemen hiç anlayamamıştı. Beğenisi sadece saf değildi, aynı zamanda kendine hastı. Ona romanlar tavsiye etmemin yararı olmuyordu, hiçbirinin yüzüne bakmadı; şu anlamadığı romantik dil haricinde hiçbir şeye ehemmiyet göstermiyordu.
Bu durum sandığımızdan çok daha yaygın olabilir. Bir devlet hastanesinde arkadaşımın yatağına komşu yataktaki bir çocuğun hali aklıma geliyor, hastaneye zaten zar zor kendini atabilmiş çocuk (belki de kalan son parasıyla) birisini kendisine Shakespeare’in ucuz bir baskısını almaya göndermiş. Bu arkadaşımın kulak kabartmasına yetmiş ve yeni komşusuyla hemen sohbet etmeye koyulmuş. Kitap geldiğinde ise sıradışı bir keşif yaptığına şaşırmamış. Zira bu yüksek edebiyat aşığı cümlelerden on ikide birini ancak anlayabiliyormuş ve en çok sevdiği cümle en az anladığı imiş –Hamlet’te hayaletin ağzından düşürmediği taklit edilemez palavralar. Arkadaşım bu herkesçe sevilmiş jargonu açıklamaya giriştiğinde hastanede de güzel bir günmüş: arkadaşımın öyle umuyorum ki yerine getirmeye son derece uygun olduğu bir görevdi bu, zira hiç de kolay bir iş değildir. Bay Shakespeare’e, büyük kelimelerin o aşığına, bir iki hususu sormaktan büyük mutluluk duyardım, acaba Ay’ın göz kırpmalarını tekrar ziyaret edebilmiş miydi, ya da ben kendi kendime Elizabeth’in o ferah günlerine uzanan geçmişe doğru bir tırmanış gerçekleştirebilir miydim? Fakat bu konuda, Blackfriars tiyatrosunda yerimi almak için soruşturmamı ertelerdim, 
….

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder