RENÉ DAUMAL
LA GRANDE BEUVERIE
NRF (Gallimard)
1938
BÜYÜK
İÇKİ
ALEMİ
Kullanma
Kılavuzu Maiyetinde
ÖNSÖZ
Açık bir düşüncenin dile getirelemez
olabileceğini kabul etmiyorum. Yine de işin görünürü bana karşı çıkıyor, zira nasıl
ki bedenin bir raddeden sonra umursamadığı belli bir acı yoğunluğu varsa, ki
beden o şiddetindeyken acıya iştirak
etse, belki de tek hıçkırıkta küle dönerdi, acının da kendi başına uçup gittiği
nihai bir nokta vardır, düşünce de böyle, kelimelerin artık yer almadığı, belli
bir yoğunluğa sahip. Kelimeler düşüncenin belli bir kesinliğine karşılık gelir,
gözyaşlarının acının belli bir seviyesine karşılık gelmesi gibi. En belirsiz
olan adlandırılamayandır, en belirgin olan
ise dile sığmaz. Ancak burada bahsettiğimiz esasında sadece görünürden ibaret. İfade
biçimi düşüncenin ancak ortalama bir yoğunluğunu dile getiriyorsa, bu, insanlığın
ortalamasının bu yoğunluk seviyesinde düşünmesindendir; onun yetindiği
yoğunluk, benimsediği kesinlik derecesi budur. Dolayısıyla anlaşılmayı bir
türlü beceremiyorsak, burada suçlanması gereken kullandığımız araç değildir.
Açık bir ifade biçimi üç koşul
gerektirir: ne demek istediğini bilen bir konuşmacı, uyanık haldeki bir
dinleyici, ve bunların ortak oldukları bir dil. Fakat bu ifade biçiminin,
cebirsel bir önermede olduğu gibi açık ve net olması yeterli değildir. Sadece mümkün
olmayan, gerçek olan bir içeriğe de sahip olmalıdır. Bunun için de dördüncü bir
unsur olarak, konuşan ve dinleyenler arasında bahsi geçen mevzu ile ilgili
ortak bir deneyim olması gerekir. Bu ortak deneyim kelime dediğimiz paraya bir
değiş-tokuş değeri katan bir altın rezervidir; bu ortak deneyim rezervi olmadan
tüm sözlerimiz karşılıksız birer çek gibidir; cebir, tam anlamıyla, entelektüel,
büyük bir kredi işleminden başka bir şey değildir, sahte-paracılığın yasal olanıdır
çünkü kabul görmüştür: herkes onun bir amacı olduğunu ama kendinden başka bir
anlamı da olduğunu bilir, ki bu anlam da aritmetikseldir. Ancak ifade biçimi “o
gün yağmur yağıyordu” ya da “üç iki daha beş eder” dediğimde olduğu gibi, aritmetiksel
olmakla, halen açıklık ve içerik kazanmaz; çünkü halihazırda bir amacı ve
gerekliliği olması gerekir.
Şöyle diyecek olursak, ifade
biçiminden konuşmaya, konuşmadan gevezeliğe, gevezelikten, boş laf kalabalığına
düşeriz. İfade biçimlerinin bu karışıklık ve anlaşılmazlığı içinde, insanlar,
her ne kadar ortak deneyimleri olsa da, meyvelerini değiş-tokuş edebilecekleri
bir dile artık sahip değillerdir. Ayrıca ne zaman ki bu karmaşa çekilmez bir
hal alır, kelimelerin artık hakiki bir deneyimin altınını muhafaza etmeyen
sahte paralar oldukları, açık ama boş, evrensel diller icat ederiz; bu diller
sayesindedir ki, çocukluğumuzdan itibaren boğazımıza kadar yanlış bilgilerle
dolarız. Babil karmaşası ve bu steril Esperanto arasında seçim yapmak mümkün
değil. Burada anlaşmazlığın bu iki biçimini, özellikle de ikincisini betimlemeye
çalışacağım.
BİRİNCİ
BÖLÜM
KELİMELERİN GÜCÜ
VE DÜŞÜNCENİN ZAYIFLIĞI ÜZERİNE SIKINTILI BİR DİYALOG
I
İçtiğimizde
vakit geçti. Hepimiz başlamak için tam da zamanı diye düşünüyorduk. Önceden
olanlar, artık hatırlanmıyordu. Sadece, vakit geç olalı çok oldu deniyordu. Kimin
nereden geldiği, yerkürenin hangi noktasında olduğumuz, buranın gerçekten
yerküre olup olmadığı, (lâkin herhalükârda bir noktada değildik) hangi senenin
hangi ayının hangi gününde olduğumuz tahayyülümüzün dışındaydı artık. Susadığınızda
böyle sorular sormazsınız.
Susadığınızda, içmek için fırsat kollarsınız, bunun
dışındaki her şeye ise sadece dikkat ediyormuş gibi görünürsünüz. Sonradan
sonraya, yaşadıklarınızı tam olarak anlatabilmek işte bu yüzden hayli zordur.
Geçmişte meydana gelmiş olayları aktarırken ne açıklığa ne de düzene sahip olan
o ana açıklık katmak, onu bir düzene sokmak hayli iştah kabartıcıdır. İştah
kabartıcı ve tehlikelidir. İşte vaktinden önce filozof böyle olursunuz. İmdi,
olanları, söylenenleri ve düşünülenleri, olduğu gibi, anlatmaya çalışacağım. Tüm
bunlar ilk başta sizlere kaotik ve kapalı gelirse cesur olun: akabi sadece
fazlasıyla düzenli ve açık olacak. Anlatımın
açıklığı ve düzenini o haliyle de somutluktan uzak bulursanız, içiniz yine
rahat olsun: yüreğe su serpen kelimelerle bitireceğim.
II
Yoğun
bir duman tabakasının içindeydik. Şömine kötü çekiyordu, aşırı yaş odunun ateşi
can sıkıyordu, kandiller havada yağlı bir duman bırakmaktaydı, tütün bulutları
mavimrak katmanlar halinde ve yüz hizasında enine uzuyordu. On kişi miyiz, bin
kişi miyiz artık belli değildi. Kesin olan tek şey vardı, o da yalnızdık. Şu da
var, çalı çırpının ardından gelen koca ses, o geceye özgü içici ağzında sese
böyle diyorduk, biraz yükselmişti. Basbayağı bir çalı çırpı yığının, ya da
bizküvi kutularının arkasından geliyordu, duman ve yorgunluk nedeniyle bundan
emin olmak zordu; ve şöyle diyordu:
—
Yalnız olduğunda, mikrop (insan diyecektim), kardeş bir ruh ister, ona eşlik
etsin diye durmadan ağlanıp sızlanır. Kardeş ruh gelirse, iki olmaya
dayanamazlar ve iç münakaşalarının nesnesi ile bir olabilmek için her ikisi de alev gibi tutuşmaya başlar. Sağduyu yok:
biri, iki olmak, ikisi ise bir olmak
istiyor. Kardeş ruh gelmezse, o da ikiye bölünür, kendine şöyle der: naber
moruk, kendi kendinin kollarına atılır, iç
dış olur ve kendini bir şey veyahat kimse sanar. Aranızda ortak olan tek şey
var, o da yalnızlık; yani her şey de hiçbir şey de size bağlı.
Bu
sözler yerinde bulundu fakat kimse konuşanı görmeyi dert etmiyordu. İçmekten
başka bir şey düşünmüyorduk. Henüz, bizi daha çok susatan berbat bir boğma
rakıdan başka bir şey de içmemiştik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder