![]() |
Lloyd Corrigan (solda) ve José Ferrer Cyrano de Bergerac'tan bir sahne yönetmen: Michael Gordon (1950) kaynak: Wikimedia Commons |
"Bir iç dünya okulu açıp kapısına şunu yazacağım: Sanat Okulu." Max Jacob
27 Şubat 2018 Salı
Çocukluğumuzun Cyranosu José Ferrer
Edmond Rostand | Cyrano de Bergerac | I. Perde I. Sahne
EDMOND ROSTAND
CYRANO DE BERGERAC
Comédie Héroique En Cinq Actes
Librairie Charpentier et Fasquelle
Paris
1926
CYRANO DE BERGERAC
Beş Perdelik Kahramanlık Komedisi
-------------------
KİŞİLER
….
BİRİNCİ PERDE
[açıklama]
….
---------------------
BİRİNCİ SAHNE
Yavaş yavaş toplanan KALABALIK. SÜVARİLER,
BURJUVALAR, UŞAKLAR, SOYLU DELİKANLILAR, YANKESİCİ, KAPI BEKÇİSİ v.s. Bunlardan
sonra da MARKİLER, CUIGY, BRISSAILLE, BÜFECİ KIZ, KEMANCILAR v.s.
(Kapının arkasında gürültülü bir ses
duyulur, sonra bir süvari aniden içeri girer.)
KAPI BEKÇİSİ, onu takip ederek.
Hop dedik! Ücretiniz!
SÜVARİ
Bana ücretsiz.
KAPI BEKÇİSİ
Nedenmiş o?!
SÜVARİ
Kraliyet muhafız birliği hafif süvarisiyim
de ondan!
KAPI BEKÇİSİ, az evvel giren başka bir süvariye.
Ya siz?
İKİNCİ SÜVARİ
Ödemiyorum!
KAPI BEKÇİSİ
Ama böyle olur mu...
İKİNCİ SÜVARİ
İyi de silahşörüm ben.
BİRİNCİ SÜVARİ, ikincisine.
Oyun iki saate ancak başlar. Parter boş. Kılıçta
nasılız bir bakalım.
(Yanlarında
getirdikleri flörelerle kılıç talimine başlarlar.)
BİR UŞAK, içeri girerken.
Şişşşt, Flanquin!
BİR DİĞERİ, daha önceden gelmiş.
Şampanya?...
BİRİNCİSİ, pourpoint yeleğinden çıkardığı iskambil destesini göstererek.
Kağıt. Zarlar.
(Yere çöker.)
Hadi oynayalım.
İKİNCİSİ, o da aynını yapar ve
yere çöker.
Oynamayacağız da napacağız, seni şerefsiz!
BİRİNCİ UŞAK, cebinden bir parça mum çıkartır, yakıp yere yapıştırır.
Efendimden azcık aşırdım.
BİR MUHAFIZ, kendisine doğru yaklaşan bir çiçekçi kıza.
Işıklar yakılmadan burada olmak ne hoş!...
(Kızı belinden kavrar.)
KILIÇLA ÇARPIŞMA MERAKLILARINDAN BİRİ, bir darbe alarak.
Tam isabet!
KAĞIT OYNAYANLARDAN BİRİ
Sinek!
MUHAFIZ
Bir öpücük, bir öpücük!
ÇİÇEKÇİ KIZ, muhafızın elinden kurtularak.
Bakarız !..
MUHAFIZ, onu daha karanlık bir yere sürüklüyerek.
Hiç tehlike yok!
BİR ADAM, yanında yiyecek getirmiş başkaları ile yere otururken.
Erken gel, yemeğini de keyfince ye.
BİR BURJUVA, çocuğunu ardından çekiştirerek.
Şuraya geçelim, evladım.
BİR OYUNCU
Üç as.
BİR ADAM, paltosundan bir şişe çıkartıp otururken.
Bir sarhoşun yapacağı şey... (şişeyi kafaya diker)
Bourgon şarabını Bourgon Otelinde içmektir.
BURJUVA, oğluna.
Buraya gelen kendini kötü bir yerde sanmaz
mı?
(Bastonun ucuyla
sarhoşu gösterir.)
Ayyaşlar...
(Süvarilerlerden biri geri kaçarken ona çarpar.)
Kılıç meraklıları!
(Yere, kumar
oynayanların ortasına düşer.)
Kumarcılar!
MUHAFIZ, arkasındaki genç kıza takılmayı bırakmadan.
Bir öpücük!
BURJUVA, oğlunu hararetle uzaklaştırarak.
Bak şu allahın işine!
Böyle bir yerde Rotrou’yu sahneledikleri
kimin aklına gelir, evladım!
GENÇ ADAM
Corneille’i de unutma.
BİR GRUP SOYLU DELİKANLI, el ele tutuşmuş dans ederek içeri girerler.
Trallalari trallarara lallari lallarara...
KAPI BEKÇİSİ, delikanlılara sert bir tonda.
Efeler,
münesabetsizlik yapmayın!
BİRİNCİ SOYLU DELİKANLI, haysiyeti yaralanmış
bir edayla.
Aman be mösyö! Bu ne güvensizlik!...
(Kapı bekçisi sırtını döndüğünde ise,
hemencecik yanındaki ikinci delikanlıya.)
Sicimin var mı?
İKİNCİ
Var, hem de oltalısından.
BİRİNCİ SOYLU DELİKANLI
Madem öyle yukardan bir iki peruka avlayabiliriz.
BİR YANKESİCİ, görünümü tekin olmayan
çok sayıda adamı etrafında toplayarak.
Küçük
dolandırıcılar, ilk hırsızlığınızı yapacağınıza göre... Gelin de azıcık eğitim
alın.
İKİNCİ SOYLU DELİKANLI, çoktan balkonlarda
yerlerini almış diğer soylu delikanlılara.
Hey! Tüf tüf var mı sizde?
BİR ÜÇÜNCÜSÜ, yukarıdan.
Var. Bezelye de.
(Borusuna üfler ve
onları bezelye ile tarar.)
GENÇ ADAM, babasına.
Bugün ne oynayacaklar?
BURJUVA
Clorise’i.
GENÇ ADAM
Kimin eseri?
BURJUVA
Mösyö Balthazar Baro’nun. Bir piyes!... (Oğlunun koluna girer.)
YANKESİCİ, kuyruğundakilere.
Diz bağlarınızı kesin hemen, çok önemli bu.
BİR SEYİRCİ, yanındakine, yüksek bir köşe dolabını göstererek.
İnanır mısınız Le Cid’in prömiyerinde oradaydım!
YANKESİCİ, parmakları ile aşırma hareketi yaparak.
Saatler...
BURJUVA, geri aşağı inerlerken oğluna.
Çok büyük aktörler göreceksiniz.
YANKESİCİ, yapmacık hafif çarpışmalarla aşırma hareketi yaparak.
Mendiller...
BURJUVA
Montfleury...
SEYİRCİLERDEN BİRİ, en üst balkondan
bağırarak.
Avizeleri yakın artık!
BURJUVA
Bellerose, l'Epy, la Beaupré, Jodelet!
BİR SOYLU DELİKANLI, parterde.
İşte! Büfeci kız!...
BÜFECİ KIZ, tezgahının arkasında belirerek.
Portakal, süt, frambuaz suyu, hint sedresi...
(Kapıda bir gürültü
patırtı duyulur.)
FALSOLU TİZ BİR SES
Yer açın, hödükler!
BİR UŞAK, merakla.
Markiler mi? İyi de parterde ne işleri var?
BAŞKA BİR UŞAK
Sorma. Bir iki dakikaya burada olurlar.
(Genç yaşta bir grup
marki içeri girer.)
BİR MARKİ, salonun yarı yarıya boş olduğunu görerek.
Hay allah! Kumaş satıcıları gibi girdik
içeri, kimseyi rahatsız etmeden, ayaklara basmadan, yazık oldu şimdi bak!
(Kendini daha önce gelmiş
centilmenlerin karşısında bulur.)
Cuigy! Brissaille!
(Öpüşüp kucaklaşırlar.)
CUIGY
Tuttuk sözümüzü!
Ama evet, ışıklar yakılmadan evvel
gelmişiz...
MARKİ
Başka bir şey deme. Keyfim kaçtı...
CUIGY
Takma kafana marki, işte geldi ışıkçı!
SALONDAKİLER, ışıkçının gelişini
selamla karşılarlar.
A-a!...
(Yaktığı avizelerin etrafında grup grup toplanırlar. Kimi
kişiler balkonlarda yerlerini alır. Lignière, Christian de Neuvilette'in koluna
girmiş partere ilerler. Lignière, hafif hırpanidir, içkici olduğu her halinden
bellidir. Şık ancak modası geçmiş bir tarzda giyinmiş Christian'ın kafası
meşgul gibidir, gözleri localardadır.)
Robert Louis Stevenson | Dilenciler | ilk sayfalar
ROBERT LOUIS STEVENSON
BEGGARS
Scribner’s Magazine
Mart 1888
DİLENCİLER
Gençliğimde,
şirin ve havadar, tepelik geniş bir arazide has bir dilenci ile tanışma şansım
oldu. Her ne kadar ona dilenci desem de o dilenme işini (çoğu zaman ağızları açık olan)
ceketi ve ayakkabılarına devretmişti. Atletik bir adamın enkazıydı, uzun boylu,
zayıflıktan çökük yanaklı, esmer tenliydi; verem içini kemirmişti ve ölümün
çoktan darbeyi indirdiği yüzünde endişe verici bir gülümseme vardı; fakat bacaklarının
üzerinde hala sağlamdı, selam durmaya her an hazırmış gibi, askeri, çevik
tavırlarını korumuştu. Bu bölgeden üç yol geçiyordu; ben her zaman aynı yoldan
gitmediğimden öyle sanıyorum ki çoğu zaman beni boşuna beklemiş olmalı. Yine de
yeterince düzenli bir biçimde beni bulur, yeterince düzenli bir biçimde yolun
kenarında pusuya yattığı bir yerlerden bir sıçrayışta aniden önüme çıkar, derhal
aklına estiği gibi konuşmaya başlar, adımlarını benimkilere uydurur ve
ilerleyen istikamette bana eşlik ederdi. “Hafif bir sağnak riski olsa da güzel
bir sabah, bayım. Umarım sizi iyi görüyorumdur, bayım. Maalesef bayım, ben
dilediğim kadar sağlıklı hissetmiyorum kendimi, ama her zamankinden daha kötü
olacağımı da sanmıyorum artık. Yolda sizinle karşılaştığıma sevindim bayım.
İnanın o küçük sohbetlerimizden birini yad ediyordum ben de.” Kendi sesini
aşırı ölçüde seviyordu, söylediğiniz her
ne olursa olsun (ne kadar köle gibi olabileceğini gösteren bir
yumuşaklıkla) sizi tasdik etmeye daima
hazırdı, ancak sözünüzü bitirmenize asla tahammül edemezdi. En çok sevdiği
sohbet konusuna geçiş yapmak için nasıl bir bağlantı bulabiliyordu artık
hatırlamıyorum, fakat oldukça militer bir havada İngiliz şairler hakkında atıp
tutmayı yolda birlikte yürümeye başlamamızdan çok önce adet edinmiş olmalıydı. “Fikirlerinde ateizmden
izler olsa da Shelley, mükemmel bir şairdi bayım. Shelley’nin Kraliçe Mab’ı bayım, neredeyse ateist bir eserdir. Scott, bayım, çok şairane bir yazar değil.
Shakespeare’in çalışmalarını pek bilmiyorum bayım, fakat o da büyük bir şair. Keats,
- John Keats, bayım - o da büyük bir
şairdi. Bu tip mülahazalarla, bu denli alışılageldik kritiklerle, bilgi
haznesiyle gösteriş yapmaktan duyduğu neşeyle, yolu daha katlanılabilir hale
getiriyordu; sımsıkı tuttuğu değneğini yeniden büründüğü genç asker canlılığı
ile gür bir sesin çıktığı göğsüne ya da böğrüne yaslayarak ya da dengeli bir
biçimde havada tutarak koca adımlarla yokuşu tırmanıyordu, bu sırada botları
ayak parmaklarının, gömleği dirseklerinin, gülümsemesi ise ölümün ortaya
çıkmasına izin verirdi, tuhaf karkası ise öksürük nöbetleriyle sallanırdı.
Çoğu kez eve kadar bütün yolu benimle birlikte teperdi, bunu
çoğunlukla kitap ödünç almak için yapardı ve bu, her zaman bir şiir kitabı
olurdu. Sonra hemen adımını alır, cilt yırtık pırtık ceketinin cebine kaymış
halde, yolda dilenmeye dönerdi; kitap onda her ne kadar uzun, oldukça uzun bir
süre kalsa da, eninde sonunda, dilenciler alemine yaptığı seyahatten fazla acı
çekmemiş olarak bana geri dönerdi. Şüphe yok ki, bilgisi böyle zenginleşti, ilk
başta yapay ve rastgele olan eleştirileri böyle derinlik kazandı. Ancak başvurduğu
ilk kitaplık benimki değildi: ağzı, Shelley ve ateistik Kraliçe Mab’ıyla ve
“Keats, John Keats bayım”la laf yapmaya ilk karşılaşmamızdan çok önce
başlamıştı. Kendime sık sık bu bilgileri nasıl edinmiş olabileceğini sormuş, nasıl
olup da dilenciliğe kadar düştüğünü sık sık merak etmişimdir. Başka pek çok
insan gibi kimi yerlerin isimleri ve “çok zor bir işti, bayım”, “hava fena
sıcaktı” ya da biri hakkında “çok iyi bi kumandandı” haricinde bir şey
söyleyemediği tüm Hint Ayaklanması boyunca görev yapmıştı. Ama basit bir er
olarak kalamayacak kadar zeki bir adamdı, olayların doğal seyri göz önünde
bulundurulacak olursa rütbesinin yükselmiş olması gerekirdi. Ayrıca kendisine
bağlanmış bir maaş yoktu. Ne zaman bu meseleyi açacak olsam, çekingen bir
edayla bana nasihetlerde bulunmakla yetiniyordu: “Bir adam gençliğinde oldukça
temkinli olmalıdır, bayım. Eğer şöyle söylememi af buyurursanız, sizin gibi
cesur genç bir centilmen, çok daha temkinli olmalıdır. Galiba ben din-karşıtı
fikirlere meyletmiş bir hoppaydım.” Zira (bizim günümüzde kabul etmeye meyilli
olduğumuzdan çok daha derin bir içgörü
ile) agnostisizm ile vur patlasın çal oynasın tarzı yaşamayı bir tutuyordu.
Keats, - John Keats, bayım – ve Shelley en gözde ozanlarıydı. Ona hiç Rossetti’den
bahsettim mi bilmiyorum, fakat beğenisini gayet iyi bildiğimden, böyle yapsam,
eminim bu yazara hayran olurdu. Onu baştan çıkaran, ifade biçimindeki
zenginlikti; şaşırtan şeyi, beklenmedik
kelimeyi, bir cümlenin dalgalı ahengini, alfabenin basit harflerinin içinde (hiçbir
şey hakkındaki) belli belirsiz bir duyguyu: dilin büyüleyiciliğini seviyordu. Dürüst
kafasının içi neredeyse bomboştu, zekası ise bir çocuğunki kadardı, ve en
sevdiği yazarları okuduğunda okuduğunu
hemen hiç anlayamamıştı. Beğenisi sadece saf değildi, aynı zamanda kendine
hastı. Ona romanlar tavsiye etmemin yararı olmuyordu, hiçbirinin yüzüne bakmadı;
şu anlamadığı romantik dil haricinde hiçbir şeye ehemmiyet göstermiyordu.
Bu durum sandığımızdan çok daha yaygın olabilir. Bir devlet
hastanesinde arkadaşımın yatağına komşu yataktaki bir çocuğun hali aklıma
geliyor, hastaneye zaten zar zor kendini atabilmiş çocuk (belki de kalan son
parasıyla) birisini kendisine Shakespeare’in ucuz bir baskısını almaya
göndermiş. Bu arkadaşımın kulak kabartmasına yetmiş ve yeni komşusuyla hemen
sohbet etmeye koyulmuş. Kitap geldiğinde ise sıradışı bir keşif yaptığına
şaşırmamış. Zira bu yüksek edebiyat aşığı cümlelerden on ikide birini ancak
anlayabiliyormuş ve en çok sevdiği cümle en az anladığı imiş –Hamlet’te
hayaletin ağzından düşürmediği taklit edilemez palavralar. Arkadaşım bu
herkesçe sevilmiş jargonu açıklamaya giriştiğinde hastanede de güzel bir
günmüş: arkadaşımın öyle umuyorum ki yerine getirmeye son derece uygun olduğu
bir görevdi bu, zira hiç de kolay bir iş değildir. Bay Shakespeare’e, büyük
kelimelerin o aşığına, bir iki hususu sormaktan büyük mutluluk duyardım, acaba Ay’ın göz kırpmalarını
tekrar ziyaret edebilmiş miydi, ya da ben kendi kendime Elizabeth’in o
ferah günlerine uzanan geçmişe doğru bir tırmanış gerçekleştirebilir miydim? Fakat
bu konuda, Blackfriars tiyatrosunda yerimi almak için soruşturmamı
ertelerdim,
….
21 Şubat 2018 Çarşamba
Bir Apartman Dairesi Etrafında Yolculuk, Les Annales'ta öykünün ilk sayfası
Bir Apartman Dairesi Etrafında Yolculuk, Les Annales Politiques et Littéraires 1.Mayıs 1928 sayısı; Kaynak: Gallica Özgün metnin devamı için tıklayınız |
Emmanuel Bove | Bir Apartman Dairesi Etrafında Yolculuk | [1]
EMMANUEL BOVE
VOYAGE AUTOUR D’UN APPARTEMENT
Les Annales Politiques et Littéraires,
1 Mayıs 1928.
BİR
APARTMAN DAİRESİ ETRAFINDA
YOLCULUK
[1. kısım]
Çalışmaya
başlamak Pierre Vilbert için her zaman sorun olmuştu. genç adam kararsız
adımlarla dairesinde bir oraya bir buraya gider kâh sigara yakmak kâh sabah
hareketinin henüz başlamadığı çamurlu Observatoire Bulvarı'na bakmak kâh
uyandığı anlaşılsın diye arada bir uzun uzun gerinmek için olduğu yerde
dururdu. Günün ilk saatlerini böyle öldürüyordu.
Vilbert
ve karısı Margueritte bu daireye bir kaç ay önce, yıldönümünü kutladıkları
evliliklerinin hemen akabinde yerleşmişlerdi. Evi bulduklarında henüz
bekârdılar, ama alışlagelmediği üzere tutmakta güçlükle karşılaşmadılar.
Pierre Vilbert
otuz yaşındaydı. Pek çok dergi ve gazeteye öykü ve makale yazıyordu. Sakin bir
taşra kentinde geçen gençliği, ona kalıt olarak yapmacıksız bir hava ve en
bayağı, en sıkıcı manzaraları kıpır kıpır, kocaman kentlere dönüştürmeye yarayan
müstesna bir hayalgücü bırakmıştı. Çocukken sıradan bir halı Pierre’in
gözlerinde uçsuz bucaksız bir çöl haline gelirdi; küçük çocuk kendini o koca
sonsuzlukta nokta gibi küçülmüş, nereye gittiğini bilmeden dolaşırken görürdü.
Şimdi elbette yaşı gereği o kadar küçülemiyordu. Ama hayallere dalmayı
bırakmamıştı, bakışlarını herhangi bir eşyaya sabitlediğinde bu eşya olmadık
şekiller almakta gecikmezdi. Böylece kulaklarını bir uğultu kaplar, hafif bir
sis gözlerinin önünde dalgalanmaya başlardı. Böyle anlarda hanımı onu rahatsız
etmekten mutlaka kaçınmalıydı, zira Pierre Vilbert’e göre bu haller
yaracıtılığı körükleyen sıradışı bir sayrılıktan önce geliyordu.
Pierre
Vilbert durmadan sigara yakar, hole gidip gelirdi. Yapacak bir şeyi olmadığı
zamanlar, kitapların arasında tembellik etmeyi, kâğıt küreği ayıklamayı,
içerideki eşyaların yerini değiştirmeyi severdi. Ağzı açık, bakır bir fıçı şemsiyelik
görevi görüyordu. Bu fıçı Güney Fransa’ya yaptıkları bir seyahatte karısının
aldığı çerçeveli duvar saatinin yanında hayli kaba duruyordu. Hol dairenin
ortasındaydı. Her odanın girişi buradandı, odalar arasında başka bağlantı
olmadığından genç evliler her an holden geçmek zorunda kalıyorlardı.
Dolayısıyla evin bu giriş bölümü öte beriyle dolup taşmakta gecikmedi. Yerine
götürmekte tembellik ettikleri her şeyi buraya bırakıyorlardı. Askılı bir fener
elektrik ampulünü maskelemekteydi. Eşyadan geçilmiyordu; ziyaretçiler
paltolarını nereye bırakacaklarını bilemezlerdi. İçi kutularla dolu bir bröton
dolabı duvarlardan birini tamamen kaplamıştı ve yatak odasının girişine
taşıyordu, ne mutlu ki odanın kapısı içeri açılıyordu. Uzun ince bir halı,
mutfak ve yemek odası arasında kısa bir patika meydana getirmişti.
Marguerite elektrikli kapı zili yerine, farklı
farklı sesler çıkartan bir dizi zil istemişti. Misafir, kordonu çektiğinde,
ziller çınlamaya başlıyor, git gide zayıflayan bu ses olağanüstü yumuşaklıkta
bir tonla sona eriyordu. Dolabın altına,
kalıplarının nikel kaplamaları karanlıkta kıymetli objeler gibi parıldayan altı
çift ayakkabı sıralanmıştı. Ufak etajere konulmuş porselen bir vazoda
çabonpüskülleri dallarını uzatıyordu. Bu dallardan kimi zaman kırmızı, buruşmuş
bir meyve yatay bir çizgi izleyerek aşağı düşer, bir kaç kere zıplasa da yerde temas
ettiği ilk noktada hareketsiz kalırdı.
***
René Daumal | Büyük İçki Alemi | Önsöz ve ilk sayfalar
RENÉ DAUMAL
LA GRANDE BEUVERIE
NRF (Gallimard)
1938
BÜYÜK
İÇKİ
ALEMİ
Kullanma
Kılavuzu Maiyetinde
ÖNSÖZ
Açık bir düşüncenin dile getirelemez
olabileceğini kabul etmiyorum. Yine de işin görünürü bana karşı çıkıyor, zira nasıl
ki bedenin bir raddeden sonra umursamadığı belli bir acı yoğunluğu varsa, ki
beden o şiddetindeyken acıya iştirak
etse, belki de tek hıçkırıkta küle dönerdi, acının da kendi başına uçup gittiği
nihai bir nokta vardır, düşünce de böyle, kelimelerin artık yer almadığı, belli
bir yoğunluğa sahip. Kelimeler düşüncenin belli bir kesinliğine karşılık gelir,
gözyaşlarının acının belli bir seviyesine karşılık gelmesi gibi. En belirsiz
olan adlandırılamayandır, en belirgin olan
ise dile sığmaz. Ancak burada bahsettiğimiz esasında sadece görünürden ibaret. İfade
biçimi düşüncenin ancak ortalama bir yoğunluğunu dile getiriyorsa, bu, insanlığın
ortalamasının bu yoğunluk seviyesinde düşünmesindendir; onun yetindiği
yoğunluk, benimsediği kesinlik derecesi budur. Dolayısıyla anlaşılmayı bir
türlü beceremiyorsak, burada suçlanması gereken kullandığımız araç değildir.
Açık bir ifade biçimi üç koşul
gerektirir: ne demek istediğini bilen bir konuşmacı, uyanık haldeki bir
dinleyici, ve bunların ortak oldukları bir dil. Fakat bu ifade biçiminin,
cebirsel bir önermede olduğu gibi açık ve net olması yeterli değildir. Sadece mümkün
olmayan, gerçek olan bir içeriğe de sahip olmalıdır. Bunun için de dördüncü bir
unsur olarak, konuşan ve dinleyenler arasında bahsi geçen mevzu ile ilgili
ortak bir deneyim olması gerekir. Bu ortak deneyim kelime dediğimiz paraya bir
değiş-tokuş değeri katan bir altın rezervidir; bu ortak deneyim rezervi olmadan
tüm sözlerimiz karşılıksız birer çek gibidir; cebir, tam anlamıyla, entelektüel,
büyük bir kredi işleminden başka bir şey değildir, sahte-paracılığın yasal olanıdır
çünkü kabul görmüştür: herkes onun bir amacı olduğunu ama kendinden başka bir
anlamı da olduğunu bilir, ki bu anlam da aritmetikseldir. Ancak ifade biçimi “o
gün yağmur yağıyordu” ya da “üç iki daha beş eder” dediğimde olduğu gibi, aritmetiksel
olmakla, halen açıklık ve içerik kazanmaz; çünkü halihazırda bir amacı ve
gerekliliği olması gerekir.
Şöyle diyecek olursak, ifade
biçiminden konuşmaya, konuşmadan gevezeliğe, gevezelikten, boş laf kalabalığına
düşeriz. İfade biçimlerinin bu karışıklık ve anlaşılmazlığı içinde, insanlar,
her ne kadar ortak deneyimleri olsa da, meyvelerini değiş-tokuş edebilecekleri
bir dile artık sahip değillerdir. Ayrıca ne zaman ki bu karmaşa çekilmez bir
hal alır, kelimelerin artık hakiki bir deneyimin altınını muhafaza etmeyen
sahte paralar oldukları, açık ama boş, evrensel diller icat ederiz; bu diller
sayesindedir ki, çocukluğumuzdan itibaren boğazımıza kadar yanlış bilgilerle
dolarız. Babil karmaşası ve bu steril Esperanto arasında seçim yapmak mümkün
değil. Burada anlaşmazlığın bu iki biçimini, özellikle de ikincisini betimlemeye
çalışacağım.
BİRİNCİ
BÖLÜM
KELİMELERİN GÜCÜ
VE DÜŞÜNCENİN ZAYIFLIĞI ÜZERİNE SIKINTILI BİR DİYALOG
I
İçtiğimizde
vakit geçti. Hepimiz başlamak için tam da zamanı diye düşünüyorduk. Önceden
olanlar, artık hatırlanmıyordu. Sadece, vakit geç olalı çok oldu deniyordu. Kimin
nereden geldiği, yerkürenin hangi noktasında olduğumuz, buranın gerçekten
yerküre olup olmadığı, (lâkin herhalükârda bir noktada değildik) hangi senenin
hangi ayının hangi gününde olduğumuz tahayyülümüzün dışındaydı artık. Susadığınızda
böyle sorular sormazsınız.
Susadığınızda, içmek için fırsat kollarsınız, bunun
dışındaki her şeye ise sadece dikkat ediyormuş gibi görünürsünüz. Sonradan
sonraya, yaşadıklarınızı tam olarak anlatabilmek işte bu yüzden hayli zordur.
Geçmişte meydana gelmiş olayları aktarırken ne açıklığa ne de düzene sahip olan
o ana açıklık katmak, onu bir düzene sokmak hayli iştah kabartıcıdır. İştah
kabartıcı ve tehlikelidir. İşte vaktinden önce filozof böyle olursunuz. İmdi,
olanları, söylenenleri ve düşünülenleri, olduğu gibi, anlatmaya çalışacağım. Tüm
bunlar ilk başta sizlere kaotik ve kapalı gelirse cesur olun: akabi sadece
fazlasıyla düzenli ve açık olacak. Anlatımın
açıklığı ve düzenini o haliyle de somutluktan uzak bulursanız, içiniz yine
rahat olsun: yüreğe su serpen kelimelerle bitireceğim.
II
Yoğun
bir duman tabakasının içindeydik. Şömine kötü çekiyordu, aşırı yaş odunun ateşi
can sıkıyordu, kandiller havada yağlı bir duman bırakmaktaydı, tütün bulutları
mavimrak katmanlar halinde ve yüz hizasında enine uzuyordu. On kişi miyiz, bin
kişi miyiz artık belli değildi. Kesin olan tek şey vardı, o da yalnızdık. Şu da
var, çalı çırpının ardından gelen koca ses, o geceye özgü içici ağzında sese
böyle diyorduk, biraz yükselmişti. Basbayağı bir çalı çırpı yığının, ya da
bizküvi kutularının arkasından geliyordu, duman ve yorgunluk nedeniyle bundan
emin olmak zordu; ve şöyle diyordu:
—
Yalnız olduğunda, mikrop (insan diyecektim), kardeş bir ruh ister, ona eşlik
etsin diye durmadan ağlanıp sızlanır. Kardeş ruh gelirse, iki olmaya
dayanamazlar ve iç münakaşalarının nesnesi ile bir olabilmek için her ikisi de alev gibi tutuşmaya başlar. Sağduyu yok:
biri, iki olmak, ikisi ise bir olmak
istiyor. Kardeş ruh gelmezse, o da ikiye bölünür, kendine şöyle der: naber
moruk, kendi kendinin kollarına atılır, iç
dış olur ve kendini bir şey veyahat kimse sanar. Aranızda ortak olan tek şey
var, o da yalnızlık; yani her şey de hiçbir şey de size bağlı.
Bu
sözler yerinde bulundu fakat kimse konuşanı görmeyi dert etmiyordu. İçmekten
başka bir şey düşünmüyorduk. Henüz, bizi daha çok susatan berbat bir boğma
rakıdan başka bir şey de içmemiştik.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)