18 Nisan 2018 Çarşamba

Emmanuel Bove | Dinah'nın Ölümü | ilk sayfalar


LA MORTE DE DINAH
Emmanuel BOVE
Les Annales Politiques et Littéraires,
1 Ağustos 1928.

DİNAH’NIN ÖLÜMÜ



H a y r a n l ı ğ ı m ı n  b i r  i f a d e s i  o l a r a k;
J e a n  G i r a d a u x’ y a.

E.B



Güzel bir Ağustos ikindisi sonunda, Champerret istasyonunda tramvaydan inen Jean Michelez, Neuilly’deki uzun Bineau bulvarında geze geze, bulvarın sonunda boy gösteren “La Vie là” adlı villaya doğru yürümekteydi. Jean Michelez, hanımı ve iki çocuğu ile birlikte burada yaşıyordu. O gün yılın son güzel günlerinden biriydi. Güneş batmış olmasına rağmen ılık bir rüzgâr yolun tozunu hafifçe kaldırıyordu. Her şey yazın izlerini muhafaza etmişti. Ağaçların, fırtınalara rağmen tozları üzerlerinde kalmış yaprakları henüz hiç dökülmemişti. Bahçelerde yazlık oturma takımlarının üzerinde tenteler hâlâ geriliydi. Çağırmalar, sesler, konuşmalar her birinde ayrı bir tını vardı. Zaman zaman açık bir pencereden mavi gökyüzüne bir gramofon  ya da T.S.F cihazından bir şarkı yükseliyordu.
Bay Michelez saatine baktı. Yedi olmuştu. Hava çoktan kararmaya başlamıştı. Adımlarını hızlandırdı, bunun sebebi hanımını bekletme endişesi değildi, az önce tez elden evde olmak, konuşmak, ilgi görmek için dayanılmaz bir istek duymuştu. Otuz dakikadır tek kelime etmemişti. Saat altı buçukta yanında çalışanlar, kavuşacakları özgürlüğe zıt uysallıkta bir ses tonuyla ona veda etmişlerdi. Bürosu Michodière caddesindeydi, çalışanlardan az sonra Michelez de kapının iyi kapandığından emin olup çıktı. İlk başta ona hoş gelen bu kısa süreli yalnızlık ona şimdi ağır gelmeye başlamıştı. Yürürken, gençliğinde kim bilir kaç kez yalnız geçen bir akşamüstünün kendisini ne kadar derin bir yılgınlığa sürüklediğini hatırladı, gençliği sanki bitmeyecek gibi geçmişti zira bugün kırk yedi yaşındaysa da evleneli henüz üç sene olmuştu.
Jean Michelez, hayata ilk atıldığı zamanlar mimarlıkla uğraşmıştı. Mazur görülebilecek bir heves onu kendi işini kurmaya, müşterisini tutmaya, iş yaşamında ciddi, namuslu ve dürüst olmaya itti. “Müşteri aramayacağım, kendileri bana gelecek. Olmayacak vaatlerde bulunmayacağım, onlar da yaptığım işten memnun kalacak. Beni arkadaşlarına tavsiye edecekler. Böylece çekirdek yavaş yavaş büyüyecek. Kimseye bağımlı olmayacağım, kendi kendimin efendisi olacağım.” Bu sebâtkar bekleyiş altı yıl sürdü. Savaş başladı. Çürüğe ayrıldıktan hemen sonra, askerlik arkadaşı Gaston Bonelli’nin ısrarları üzerine, çok daha kârlı bir girişim için mesleği bıraktı.

17 Nisan 2018 Salı

Emmanuel Bove | Önsezi | ilk sayfalar

Emmanuel BOVE
Le Pressentiment
Les Œuvres libres n°172

ÖNSEZİ

I

13 Ağustos 1931, ikindi sonunda, elli yaşlarında bir adam Maine bulvarını çıkıyordu. Koyu renk bir takım elbise giymişti, başında ise açık gri, rengi atmış bir fötr vardı. Akşam yemeği için kestane rengi bir kâğıtla özenle sarılıp, paket ipliğiyle bağlanmış öteberi taşımaktaydı. Basit görünümü nedeniyle kimse onu fark etmiyordu. Siyah bıyığı, kelebek gözlüğü, çizgileri geniş gömleği, yüzeyi antika bir vazo gibi çatlak çatlak oğlak derisinden ayakkabıları, doğrusu kimsenin dikkatini çekmiyordu.
Bir sokak köşesinde, merakı milletin başına üşüşmesine sebep olur mu diye kendine sormadan, oynayan çocukları izlemek için dakikalarca durdu. Yüzünde oğlu ölüm tarafından elinden alınmış kederli bir babanın ifadesi vardı. Daha ileride, bir tütüncü dükkanına girmek için bulvarın karşısına geçmesi gerekti. Ama bunu bin bir ihtiyatla, bir kolu havada, bir çocuk arabasının öne çıkmasından faydalanarak ancak gerçekleştirebildi. Ağır bir hava vardı. Gökyüzü kapalıydı, bununla birlikte ışık kör ediciydi. Montparnasse garına yakın bu mahallede çokça rastlanan kamyoncular cekettiz geziyorlardı. Direksiyonları başında, nefes almak kadar doğal bir biçimde birbirlerine sataşıyorlardı, her birine genel bir aldırmazlık hakimdi. Charles Benesteau – adamın adı böyleydi – mezarlığın yukarısında sağa döndü ve Vanves caddesine girdi. İki yüz metre ilerde, ön cephesi kömür kalemiyle karaya boyanmışa benzeyen bir evin önünde durdu. Girişin kenarında bir tabela yayalara boğaz hastalıkları uzmanı, doktor Schawarz adında birinin varlığını bildiriyordu. Benesteau kapıcı kabininin kapısını çalmadan, “Benim” diyerek açtı, kendisi için küçük bir masanın üzerine bırakılmış gazeteyi aldı ve merdivenleri çıkmaya koyuldu.
Charles Benesteau karısı ve çocuklarını terk edeli, Adliye’de görülmeyeli, ailesinden, hanımının ailesinden, dostlarından kopalı, Clichy bulvarındaki apartman dairesinden ayrılalı bir yılı biraz aşmıştı. Peki ne olmuştu? Hısım akrabasının şefkatiyle, meslektaşlarının saygısı ile sarılmışken bir insanın hayatını büsbütün değiştirmesi ilk bakışta elbette anlaşılmazdır. Bu sebeple okur, Charles’ın kişiliği ve geçmişinden bahsetmekte geciktiğimiz için bizi affetsin.

***

Charles’ın hal ve hareketleri Benesteau ailesini özellikle de babasını ilk kez 1927’de şaşırtmaya başladı. Charles karamsar, alıngan ve sinirli bir hale gelmişti. İlk başta savaşın sonradan ortaya çıkan bir sonucu olduğunu sonra da bir hastalık ihtimalini düşündüler. 1928’de hanımıyla birlikte Güney Fransa’ya gitmeye karar verdi. Fakat dönüşünde, değişen bir şey olmadı. Hatta durumu daha da kötüleşmişti. Yine de düzenli bir biçimde işinin gereklerini yapmaya, çevresiyle alâkalı her şeye karşı ilgili olmaya devam ediyordu, ama bunu sırrı olan biriymiş gibi dalgın, aklı başka yerde, üzgün bir havayla yapıyordu, onu az önce, durmuş, oynayan çocukları izlerken gördüğümüze tuhaf bir biçimde benzer bir havayla. Ona bir şey sorulduğunda cevap vermiyordu, yahut omuz silkiyordu. Paskalya tatilinden sonra Adliye’ye bir daha dönmedi. Bu farkedilmekte gecikmedi ve bir aile meclisinin toplanmasına neden oldu. Ona sorular sordular, Öyle ikna edici oldular ki sonunda cevap vermeye razı oldu. Ona göre dünya kötü idi. İyilik için hareket etmek de kimsenin harcı değildi. Etrafında sonsuza dek yaşamak zorundalarmış gibi hareket eden haksız, bön, kendilerine hizmet edebilecekleri pohpohlayan, başkalarından bihaber insanlardan başka kimseyi görmüyordu. Bu şartlarda kendisine hakikaten kendisine hayatın yaşamaya değer olup olmadığını soruyordu, etrafındakileri aldatmak için başvurduğu sefil çabalara bakılınca asıl mutluluk yalnızlıkta olamaz mıydı? Bu sözleri ailesi üzerinde oldukça kötü bir etki bıraktı. Herkes şaşkınlık ve endişeyle birbirine bakındı. Charles’ın dudaklarından dökülen bu fikirler sanki bir çocuğun ağzından çıkıyordu. Şimdiği yaptığı gibi konuşmaya hakkı olmadığına, böyle sözlerin biçarelere layık olduğuna dikkatini çektiler.

13 Nisan 2018 Cuma

René Pujol | Tuhaf Dedektif

RENÉ PUJOL
Le Dédectıve Bizarre
Editions FAYARD (Collection Aventure)
1929, Paris.

TUHAF DEDEKTİF

Birinci Bölüm

SÜRPRİZ

PAULETTE yatağında doğruldu ve kulak kabarttı, zira evde tuhaf bir şeyler oluyordu. Koridorda koşuşturmalar, düzensiz aralıklarla kapılardan birine inen yumruklar ve durmadan şunları tekrar eden boğuk bir ses:
— Açın bayım!... Açın!...
Bir kaç saniye geçmesi Paulette’in tam anlamıyla uyanmasına yetti. Yere atladı ve teki yatağın altına gitmiş terliklerine bakındı.
Dışarda, bağıran başka bir ses:
— Gidin de bir çilingir bulun!...
Paulette pijamasını düzeltti, kısa saçlarına hızlı bir fırça darbesi indirdi. Sarışın, güzel bir genç kızdı, en fazla yirmisindeydi. Kalemle çizilmiş gibi kaşların kemeri altında koca gri gözleri yüzünü aydınlatıyordu. Hafif kalkık küçük burnu ve obur dudaklarıyla çocuksu ama aynı zamanda oldukça kadınsı bir havası vardı.
Odasından çıkmadan önce otomatikman saate baktı. Saat on. Normalde çok daha erken kalkardı, ancak önceki gün Opera’da bir Lohengrin temsilinden sonra, teyzesi, amcası ve arkadaşlarıyla birlikte Montmarte’a gece yemeğine gitmişti.
Holün sonunda, banyonun önünde dört hizmetli toplanmıştı. Aşçıbaşı Pierre, iki oda hizmetçisi Leontine ve Maria, ve şoför Gaston. Bıkıp usanmadan kapıya vuran işte bu sonuncusuydu, şöyle sesleniyordu:
— Açın bayım!... Açın!...
Pulette’i fark eden aşçıbaşı ona bir adım yaklaştı, genç kızın soracağı soruyu tahmin edip hemen açıkladı:
— Çok endişeliyiz küçük hanım... Beyfendi bir saatten fazladır banyodan çıkmadı... Arayan oldu, kendisini çağırmaya gelmiştim... Kapıyı çaldım, fakat yanıt vermedi... Bunun üzerine daha güçlü ve ısrarla çalmaya devam ettim, ama yine yanıt alamadım...
Genç kız kapıyı bir de kendi açmayı denedi;
— Amcamın gerçekten banyoda olduğundan emin misiniz? diye sordu.
— Evet küçük hanım... Kapı anahtarlı, içerden kilitlenmiş...
— Bir saatten fazladır içerde mi diyorsunuz?
— Evet küçük hanım, hemen hemen.
— Onu banyoya girerken gören biri oldu mu?...
— Ben gördüm, dedi hizmetçi.
— Acaba rahatsızlandı mı?...
— Ben de aynı şeyi düşündüm... Jean’ı çilingire gönderdim...
— Hanfendiye haber verdiniz mi?...
Dalgın aşçıbaşı şakaklarını ovdu:
— Ne yazık ki küçük hanım, o tarafta da... garip bir şeyler söz konusu.
— Ne oldu?... Çabuk söyleyin! dedi genç kız sabırsızlıkla.
Aşçıbaşı düşünmeden ağzından kaçırdı:
— Küçük hanım... Hanımefendi, kayboldu.
Bu beklenmedik açıklamayla irkilen Paulette:
— Ne demek kayboldu?...
— Bu doğru küçük hanım. Her yere baktık, hanımefendi evde yok.
— Ne zamandan beri?...
— Ne yazık ki küçük hanım, biz de bilmiyoruz...
— Bahçede de mi değil?...
— Bahçeye de baktık, orada da yok.
— O halde dışarı çıkmıştır!...
— Acaba nasıl çıktığını düşünüyorsunuz ?
— Kapıdan elbette.
— Öyle olmamış, küçük hanım... Kapıcılar bu konuda kesin konuştu. Kabinlerinden ayrılmazlar, kapıyı sadece onlar açar. Ne madam ne de başka biri dışarı çıkan kimse olmamış.
— Ama bu söyledikleriniz gerçeğe hiç de yakın görünmüyor, Pierre!...
— Küçük hanıma bildirmeden önce söylediğim detayların hepsinden emin oldum...
Paulette ebeveynlerinin odasına koştu. Yatak toplu değildi, eşyaların üzerine giysiler atılmıştı ve kimseler yoktu. İçeriye normal denecek kadar, kısmi bir dağınıklık hakimdi; kavga ya da boğuşma olmamıştı.
— Fakat teyzem giyinmemiş!... diye bağırdı genç kız sandalye üzerine bırakılmış bir elbiseyi kaldırarak.
Aşçıbaşı, pek emin değilmiş gibi:
— Hanımefendi galiba, bornozuylaydı...
— O halde fazla uzakta değildir... diye sonuca bağladı genç kız, mantıklı düşünmeye çabalayarak. Onu aramaya hemen başlayabiliriz ancak ilkin amcamla ilgilenmek zorundayız... Acilen banyoya girmemiz gerek... Penceresi açık değil mi?...
— Kapalı, küçük hanım. Açık olsaydı da yine bir işe yaramazdı çünkü hayli sağlam demir çubukları var... Geçmesi imkansız.
— Geçmemiz şart değil, ama en azından içeriyi, amcama ne olduğunu görebilirdik.
— Camlar buzlu, hiçbir şey görülmez.
— O halde biz de kırarız! ... diye sesini yükseltti Paulette.
— Bunu ben de düşündüm, diye yanıtladı Pierre, naifçe; fakat sorumluluğu almaya cesaret edemedim... Bu camların her bir karosu en az elli frank.
— Paranın sırası mı şimdi!...
— Pekâlâ küçük hanım, camı kırıyoruz...
Dauteriveler, Monceau parkına bakan lüks otellerden birinde yaşıyorlardı. İki katlı bu otel Louis-Philippe devrinden beri aileye aitti ve miras hilelerine rağmen asla başkalarının eline geçmemişti.
— Bahçeye bakarken, dikkatinizi çeken bir şey oldu mu?
— Hiç ama hiç bir şey dikkatimizi çekmedi, küçük hanım...
— Belki de izler vardı?...
— Herhangi bir iz olmadığından eminiz, küçük hanım... Bahçıvan gezinti yollarını daha dün akşam tırmıkla temizledi. Aramayı başlattığımızda kumun üzerinde hiçbir iz yoktu.
Son derece iyi bakılan koca bir bahçe binayı Monceau parkından ayırıyordu. Şüphe yok ki, hırsızları caydırmak için, giriş kattaki her pencereye az önce Pierre’in sağlamlıklarından dem vurduğu demir çubuklar takılmıştı; bu çubukların araları öyle dardı ki küçük bir çocuk bile geçemezdi.
Uşak efendisini seviyordu, ama onun için yaralanmayacak kadar. Yumruğuna bir havlu sardı ve yarı saydam camı kırdı.
Banyodan içeri endişeli bir bakış attı.
— Amaan!... Küçük hanım... diye kekelerken rengi solgunlaştı.
Bay Dauterive, çırılçıplak, yüzü yere yapışık, fayansların üzerinde boyluboyunca yatıyordu. Su dolu küvet baygınlığın onu tam da banyoya girecekken yakaladığına işaret ediyordu.
— Amca!... diye haykırdı, Paulette. Amcacığım, cevap ver!... Yalvarırım!...
Fakat bay Dauterive’in bedeni hâlâ hareketsizdi.
— Neyse ki çilingir geldi! dedi aniden Pierre. Beyfendiyi kurtarabileceğiz.
— Çabuk!.. Kapıyı açsın hemen!...  Çabuk olun!...
Jean’ın getirdiği çilingir kendisine verilen biraz  da aşırı önemin bilincindeydi. Pek de acele etmiyordu, ağır adımlarla yaklaşırken elinde geniş bir maymuncuk takımını şıngırdatıyordu.
— Yapmayın be! Bunun için mi çağırdınız beni, dedi ve kilide küçümseyerek baktı.
— Acele edin bayım!... dedi Paulette.
— Elbette küçük hanım, fakat öncelikle... Burası sizin kendi eviniz öyle değil mi? Kapıyı açtırmaya hakkınız var mı?...
— Evet evet, çabuk olun lütfen! Açın şu kapıyı artık!...
— Ne gerekiyorsa yapılacak!... diye temin etti sanatkâr.
Gereksiz yere kapıyı itip çekti, kilidi daha yakından inceledi ve büyük bir ciddiyetle herkesin peşinen bildiği şeyi tekrarladı:
— Anahtar üzerinde, içerden kilitlenmiş!... Öncelikle ondan kurtulmak lazım.
İpince, kolları düz bir cımbızı kilide soktu, çevirdi ve itti. Anahtarın diğer tarafta yere düştüğünü duydular.
Çilingir göz kırptı:
— İşte bu kadar, diye mırıldandı. Gerisi çocuk oyuncağı!... Bakalım ne kadar dayanabilecek!...
Gerçekten de zekice seçilen ilk maymuncukta kilidin dili hemen boşa çıktı. Buna rağmen kapı hiç açılmadı.
— Yapacak bir şey yok!... diye bitirdi çilingir. Kilidin üstünde bir de sürgü var.
— O halde kapıyı kırın, diye yalvardı Paulette, ellerini ısırarak. Bir adım uzağımızdayken amcamı kurtaramamak ne korkunç!
— Haklısınız!... diye onayladı aşçıbaşı. Uzun zamandır ben de böyle yapmamız gerektiğini düşünüyordum; kapıyı kırmak gerek!...
Güçlü kuvvetli biri olan şoför Gaston kapıya şiddetli bir omuz darbesi indirdi. Fakat kapı yerinden bile kıpırdamadı.
— Hiç çabalamayın!... dedi çilingir. Böyle bir kapıyı bu şekilde açamazsınız. Basbayağı koçbaşı lazım, ama oyuncak gibi bir şey olmayacak. Menteşeler öyle çok daha çabuk sökülür...
— Madem öyle hadi başlayın!... diye bağırdı Paulette, adamın gevezeliği onun için dayanılmaz bir hal almıştı.
Ancak çilingirin hayal kırıklığıyla of çekmesi uzun sürmedi.
— Hay aksi!... Menteşeler içerde...
Üzüntü ve şaşkınlıktan iyice çılgına dönmüş Paulette:
— Peki ne yapmak gerek?
Çilingir alnını kaşıdı:
— Yapabileceğimiz tek şey murçla kapıyı parçalamak. Allahtan yanımda var...
— Yalvarırım, acele edin!...
Çilingir, evin sesi iyi yansıtan duvarlarında yankılanan ilk çekiç darbelerini indirirken, Pierre telefonla eski aile hekimi doktor Lecourbe’a haber verdi. Şans eseri yaşlı adam evindeydi, derhal geleceğine söz verdi.
Paulette şimdi teyzesini düşünüyordu. Bayan Dauterive acaba nerede olabilirdi?... Yokluğu kesinlikle açıklanamazdı.
— Otelin her odasına dikkatle baktınız mı?... diye sordu genç kız.
— Mahzene bile gittik!... diye yanıtladı, heyecandan titreyen Maria.
Soğukkanlılığını henüz yitirmemiş aşçıbaşı onu payladı:
— Bir yatak hazırlasanız!... Örtüleri ısıtsanız... Sıcak su torbalarını doldursanız... Doktor geldiğinde her şeyi hazır bulmalı...
İki hizmetçi kadın ne yapacaklarını pek de bilemeden, kafaları meşgul uzaklaştı.
En sonunda çilingir kapıdan bir levha ayırmayı başardı. Açılan boşluktan kolunu geçirdi ve sürgüyü çekti.
— Pek hoş bir iş değil!... dedi alnını silerken. Pekâlâ, artık içeri girebilirsiniz!... Bundan sonrası beni ilgilendirmiyor.
Paulette ve Pierre içeri atıldı. Aşçıbaşı bedeni çevirdi ve aceleyle üzerine bir havlu örttü.
— O nasıl, Pierre?...
Hizmetli kafasını salladı:
— Zannederim, küçük hanım...
Sözlerinin anlaşılması için uzatmasına gerek yoktu.
— Aman Tanrım!... diye kekeledi Paulette, içini zapteden  dehşeti bastıramayarak.
Daha önce hiç ceset görmemişti, fakat yarı aralık dudakların ve donuk gözlerin ne anlama geldiğini biliyordu.
O an koridorda aceleyle yaklaşan adımların sesi duyuldu:
— Yoksa teyzem mi?... diye sordu Paulette.
— Hayır küçük hanım... gelen doktor...
Nefes nefese kalmış Doktor Lecourbe baskın yapar gibi içeri daldı:
— Neler oluyor?... O nerede?... Korkma Pauletteçiğim... Galiba...
Bitiremedi. Bir profesyonel olduğu üzere ölümün resmini gayet iyi biliyordu. Bay Dauterive’in gövdesi önünde diz çökmüş nabız yokluyor, kalbi dinlemek için eğiliyor, kanın çekildiği dudaklara ayna tutuyordu.
Ayağa kalktığında Paulette’in bakışlarından kaçınmak için yönünü değiştirdi.
— Onu yatağına götürün, dedi kısaca.
Aşçıbaşı çabalamaya devam ediyordu:
— Tuz getirelim ister misiniz, doktor?... Ya kan çekici?... Jean, ecza çantasını getirin!...
Fakat doktor Lecourbe kafa salladı:
— Gereği yok!... Üzerine bir şeyler giydirirseniz iyi olur...
— Galiba ölmüş, diye teşhiste bulundu çilingir, kasketini çıkararak.
Paulette tasa içinde, eski dostunun avcuna dokundu:
— O ölmedi, değil mi?... Bana onun ölmediğini söyleyin!...
Lecourbe babacan bir edayla onu kollarına bastırdı:
— Cesur olun, küçük kızım... Maalesef... Zavallı Dauterive artık hayatta değil.
 Paulette gençliğin verdiği canlılıkla, şiddetle karşı çıktı:
— Yanılıyorsunuz!... Bu mümkün olamaz!... Daha dün gece ne kadar neşeliydi, sağlığına diyecek yoktu!...
— Ömür kısa, bizler de kelebekler kadar naziğiz, diye iç çekti doktor.
— Fakat ölmesinin sebebi ne?...
— Kan akını, yahut atardamar tıkanması... kim bilir... Bayan Dauterive nerede?...
— Kayboldu...
Doktor şaşkınlıktan kelebek gözlüğünü öne düşürdü.
— Kayıp mı oldu?... Bu da ne demek?...
— Ona ne olduğunu bilmiyoruz...
— İnanılır gibi değil!...
— Evet öyle fakat doğru, diye yanıtladı aşçıbaşı.
Pierre ve şoförün taşıdıkları bedeni takip ederek, kuyruk halinde çamaşır odasından geçtiler.
— Bayan Dauterive’in yokluğundan ne zaman haberdar oldunuz?...
— Bu sabah, doktor...
— Yürüyüş yapmaya ya da giysi provasına gitmiştir, kim bilir ...
— Kapıcı kesin konuştu: madam kapıdan çıkmamış.
— Pencereden gitmiş olabilir demeyeceksiniz, umarım...
Ansızın odanın bir duvarını kaplayan gardroplardan birinin kapağı açıldı. İnce, kıza boylu, ürkek yüzlü bir kadın dolabın içinden çıktı ve kendisi kadar hayretler içindeki ziyaretçilere sordu:
— Bu şaka da ne oluyor böyle?!...
Bu bayan Dauterive’di.

Max Jacob | Şiir Sanatı | ilk sayfalar

MAX JACOB
ART POETIQUE
-Şiir Sanatı –
Emile-Paul Freres,
1922.


                                                                                                                                                  Büyük sözleri
Büyük adamlar yaşar.
Daha küçükleri yazar.


Güzel bir edebi eser, bir fikrin yazar yoluyla bütünüyle anlaşılmasıdır. Bir eserse ancak herhangi bir şeyin anlaşılmasıdır.
. Herkes yakın ilişkilerinde iki çeşit insan bulur: verdikleri ve ona verenler, insan böylece kimleri seçtiğinden yola çıkarak kendi hakkında fikre varabilir.
. Sahip olmadığımız bir şeye pek de hayranlık beslemeyiz. XIX. yüzyıl sonlarının yazarları, etkileyici olmanın hakkını veriyorlardı. Ancak hakkını verdikleri bu etkileme gücü, zevkleri arttırıyor, yani zayıflığı.
. Zengin olmak zordur. İncelikle vermek de zordur. Kim diyor bunu? Çok kalburüstü ve bunu çok daha keskin bir biçimde  söylemiş olabilecek dilenci bir şair.
. Aldırmazlık, katılık, hükümlerde hızlılık konuşmaların genel bir kuralıdır. En iyi konuşmalar yüzeysel bir acımayı ya da meşguliyeti kural olarak benimser. Sempatik bir eleştirinin olmayışı halkın beğenisinin gelişmesinde bir duraklamaya neden olur.
. Alıcı ve aktif olmak üzere iki çeşit zihin vardır. Esine inanmak istiyorsak, alıcılar dehalardır. Dehaların gözle görülür budalalıkları mesihliklerini beklemelerinden ileri gelmektedir. Ziyaret ne kadar sıklaşırsa, budala görünüm de o kadar sıklaşır. Bu budala görünümü pek almayan dehalar dünyada daha çok ses getirir.
. Paul Verlaine romantiklerden biridir. Romantiklerden en geniş rengi almıştır, gün batımlarına, gecelere, eski tablolara boya vurur. Fakat ifadelerinin netliğinde öncüllerini ve takipçilerini geride bırakmıştır.
. İtibarlarını pekiştirmek için anlaşılması güç havalar takınan yazarlar evet istediklerini elde ederler ama başka bir şey elde edemezler.
. Gerçek güzeli bir kez anlayan gelecekteki sanatsal sevinçlerinin hepsini tatmıştır.
. Mutlu olan seviliyor mu bilmez, der Latin bir şair. Rousseau da şöyle der: Mutlu olan sevmeyi bilmez. Sanat aşktır.
. Yöntemler zihni tembelliğe götürür. Eski yollarsa yöntemlere. Gökteki ruhların İsa Mesih’in, onun ilahi Saltanatınınsa Tanrı’nın hizmetinde olduğu doğruysa, esin kaynağı olan dehaların  yeni yollar aratması doğal değil midir?
. Sanat yalandır, ama iyi bir sanatçı yalancı değildir.

....




11 Nisan 2018 Çarşamba

Charles Cros | Yeşil Gün | birinci kısım


La journée Verte
Charles Cros
"Saynètes  et Monologues" başlıklı derlemeden
Éd. Tresse, 1881.

Yeşil Gün
Monolog
Charles Cros
Kişi
Yeşil Adam ……………. M. Galipaux

__________________

Elinde küçük bir aynalı tarak sahneye girer. - Kendine bakar.


Yooo, akşam görülmez. (Seyirciye). Akşam görülmez, öyle değil mi? Anlamadım? Ne mi görülmez? Tabii ya! Başıma ne geldiğini söylemedim ki size.
Öncelikle, ben bir, memurum. Nerede memurum… Bilmeseniz daha iyi, çünkü idareye dedikodumu yaparsınız. Her neyse, ben bir memurum, başka işim yok, oldum olası otururum, tatilim de olmaz. Geçen pazartesi de yine böyleydi, Oscar (benimle aynı dairede) bana şöyle dedi: "Bir daha fırsatımız olmaz, istersen yarın kıra gezmeye gidelim. Kırdan güzeli mi var!" Oscar bunları söylerken heyecandan burun delikleri şişiyordu, oldukça büyük burun delikleri vardır. "Pekâlâ, yarın sabah görüşürüz, saat sekizde garda… Gecikme yok!" Hangi gar olduğunu söylemeyim, çünkü idareye dedikodumu yaparsınız. Ertesi gün, saat yedide, yatağımdan sıçradım. Hava güzeldi (soğuktu). Daha ne olsun! Her şey yolunda, hava, yeşillik, koşmak, sıçramak, dans etmek, şakımak, tri li çekmek, hafif giysiler, panamam, düştüm yola!
Gara yaklaşırken Oscar ve hanımını fark ettim. Gülünç görünüyorlardı! Oscar, ingiliz-işi, yeşil bir peçe takmıştı, hanımı da yeşil bir şal, (ama nasıl desem öyle güzel bir yeşil değil). Onlara katıldım; Oscar üzerime atladı, panamama bir tül taktı, (hem güneş de hem de tozda iyi olur). Oscar beni çok sever.
"Yeşil bezelye! Yeşil bezelye!" Bu ses de ne? Bayan Oscar'n vücudundan geliyora benziyordu. Havaya sıçradım; bir esinti hanımın yeşil şalını havalandırdı; keyifsiz bir gaga gördüm, - papağan gagası.

….