Gelelim
meşhur güne, öfke gününe… bir dakika, bunu daha önce nerede duymuştum? Aklıma
gelmiyor. Öfke günü dağdaki serinlikleri, kireçtaşından ilginç oluşumları ile bilinen
mağaralara yapılan bir gezinti günü olmalıydı. Her şey çok hızlı gelişti,
birdenbire, pek çok insan günlük rutinlerinin teker izinde telaşsızca
ilerlemeye devam ediyordu. Koruyucu
Melek’e tam da Doğu’da işler kötüye gitmeye başladığı anda varmıştık (hah
işte, otelin adını hatırladım), ilk kınamaların kabalığı ve sertliği, genel
belirsizlik, bizi başka planlar yapmaktan caydırdı. Lord Clendennis ne
mektuplarıma ne de telgraflarıma yanıt vermişti. Sanırım sansüre takıldılar.
Belki de lord, kayıptı ya da ölmüştü. Bununla birlikte yaşım göz önüne
alınırsa, harekete geçmek için bir emir almak zorundaydım. Ama emir memir
gelmedi. Her şey çok çılgıncaydı, aptalca ve çılgınca… Ama tüm bunlar şimdi az,
çok az önem arz ediyor. Sonrası için de. Doğrusu, bir ya da ikinci üçüncü bir
hamle, bir ya da ikinci üçüncü bir yer, hangisinin ne önemi olabilir ki… Peh!
Böylece,
toparlanıp mağara akınına katıldık. Yalnız değildik. Devrinin izcileri gibi
giyinmiş, yirmi yaşlarında bir kılavuzun yol gösterdiği, preventoryumdan çocuklara
katıldık, sayıları bir düzine kadardı. İzcinin ne olduğunu açıklamak için çok
yorgunum. O delikanlı kocaman gözlükleriyle hâlâ gözümün önüne geliyor, zayıf
yüzlüydü, yürek şeklinde boynu kızıl fularından çıkıyordu. Ufaklıkları militer
bir biçimde yönetiyor, hırlayarak, onlara durmadan kısa buyruklar yöneltiyordu.
Bölgede meşhur olan mağaralara ziyaretçileri götürmeyi alışkanlık edinmişti. Tatilimizin
başından itibaren böyle bir gezi yapmayı planlamıştık. Işıl ışıl bir gündü.
Kahvaltı yaparken yalnızca son cümlesini hatırladığım bir ajansı dalgınca
dinledikten sonra: “Afrika artık yanıt vermiyor”, sıcaktan sakınmak için sabah
erkenden çıkmıştık. Yeterince trajikti. Ama trajik haberlere çoktan fazlasıyla
alışmıştık, her ne kadar çoğunlukla ertesi gün yalanlansalar da. Dünyanın sonunun
programda o sabaha yazıldığına dair hiçbir şüphe ya da fikir yoktu. Dies irae, dies illa… şimdi bu ilahi söyleniyordu,
eskiden küçükken, bilmiyorum nerede… Peh!
Böylece yola çıktık. Çocuklar neşeyle gevezelik ediyordu; patikanın çakılları ayaklarının altında yuvarlanmaktaydı, bayırların aromatik otları havaya kokularını yayıyordu. Bir çeşit su yolunu takip ediyorduk, dağın, nadir ve bodur bitki örtüsüyle kaplanmış çıkıntı ve kolları sağımızda solumuzda uzanıyordu. İniş ve çıkışlarla geçen bir ya da iki saatten sonra, yolumuz dikine bir faleze yanlamasına yaklaşan, yığma toprağa benzeyen bir şekil aldı. Mağaraların girişi, orada, kayaların eteğindeydi. Giriş yolunu destekleyen yamaçlar büyük ölçüde sunniydi. Doğal mağaraların ilk kâşifleri falezi dolaşmak ve yukarıdan halatla girişe kadar sarkmak zorunda kalmış olmalıydılar. Charles ve Ratbert diğer çocukların içine karışmıştı, içlerinde bir kız da vardı, ve neşe içinde çeneçalıp duruyordu. Ben arkadan yürüyordum, düşüncelerimle bir başımaydım, kılavuzla sohbet etmek hiç içimden gelmiyordu. Üstelik savaşı düşünmüyordum. Kafam, Biarritz’te, aralık ayında bulmayı umduğum, Elena Bubulco’daydı… Yazık! Elena şimdi nerede? O artık, sadece benim telaffuz edebildiğim ve benimle birlikte yok olacak bir isim ve hecelerden ibaret. Peki Biarritz? Deniz belki de gazinonun enkazından yüzlerce metre yüksekte gürüldüyor.
Neşeli
topluluk mağaradan içeri girdi, dönüş yoluna geçmeden önce burada piknik
yapılacaktı. Düzen verilmiş olmasına rağmen, bu mağara, bu mağaralar dizisi,
başka pek çok ünlü mağara gibi daimi bir bekçiye sahip değildi. En arkada,
ayakta girişte bekledim, bakışlarımı ufka yatırdım, kara bir nokta görür gibi
oldum, manzaraya güney ve deniz yönünde sınır çeken en sondaki şişkin dağ
yamaçlarının üzerinde…
Büyüyen,
top top olan bir noktaydı, mürekkeple lekelenmiş bir pamuk tabakasına
benziyordu.
-
Galiba fırtına kopacak, dedim kılavuza, kayıtsız bir ses tonuyla, mağaranın
içine dönerken.
-
Olabilir, diye yanıtladı, her şeyi öngörmüş bir adamın sakinliğiyle. Ama
güvendeyiz, ayrıca buralarda fırtına uzun sürmez.
Mağaranın
-mağaralar dizisinin- meşhur uçurumları bilenler için hiçbir orijinal yanı
yoktu. Ama şimdi meşhur uçurumları bilen mi var? Belki ben de onları rüyamda
görmüşümdür. Birbirinin dengi olmayan şu üç ya da dört galeriyi de belki
rüyamda görmüşümdür, hele ilk ikisi küçücük ve hiçbir özellikleri yok, yarı çukur
yarı korunağa benziyorlar, tavanları çatlak çatlak. Tavanları gayet net
görülebiliyordu. Üçüncüsü, çok daha geniş ve derindi, sadece elektrikli
lambaların ışıklarının görülmesine izin veriyordu. Bu şekilde bakıldığında, bu
belli belirsiz ışıkların dalgalı, titrek aydınlatmasında, olduğundan çok daha
geniş görünüyordu. Tavanda ayrıca yer yer ışıldayan kabartılar, sarkıt başlangıçları
vardı. Sağda da bir çatlak, gömme bir dolabı andırıyordu, daha küçük bir
mağaraya giriş sağlıyor gibiydi. Ama ziyaret edilmiş miydi? Bunun karşısında
ise dikine inen dar bir geçit, dibinden bir çağıltı duyuluyordu. Galiba bir yeraltı
nehri. Ama hiç keşfedilmemişti.
Ziyaret
hıphızlı tamamlandı, çocuklar yemek istediler. Orada ışıklı bir yerde mi
dışarıda açık havada mı yemenin daha iyi olacağına dair bir tartışma
yaşandığını hatırlıyorum. Biraz yorulduğumdan
yere, dar geçitin yakınına oturdum, gizli nehrin çağıltısına dalıp
gittim. Gözlerim açık bir düşe kendimi bıraktım, bu dekorda bir mağara adamı
olduğumu hayal etmenin tadını çıkartıyordum. Orada ateşin yanına çökmüş, ilikli
kemikleri emerken, yahut üzerimi barbarca desenlerle kaplamak veya primitf
sevgilimin yağlı tenine dövme yapmak için dumanın isiyle bir çeşit kozmetik hazırlarken…
Bana öyle geliyor ki şakacı bir demiurgos bu hayali kurarken duydu beni…
Korkunç bir gürültüyle yerimden fırladım, sersem haldeydim.
Bu
gürültünün içinde önce bir boşluk açıldı ve içi çocukların ciyak ciyak
bağırışları, küçük kızın tiz çığlığı ile doldu. Kılavuz, ilk yardım çantasını
yere bıraktıktan sonra, hafif eğilmiş, olduğu yerde kaldı, kafası çıkışa doğru uzanmıştı.
Ona
bağırdım:
- Bu da
ne? Fırtına mı? Diziler halinde patlamalar duyuluyordu, hem çok şiddetli hem de
korkunçlardı. Ama hele de vakit öğlense yaz yağmurunda da böyle yıldırımlar
düşmez mi! Tekrar ettim:
-
Fırtına mı?
Kılavuz
kafa salladı ve sendeledi.
- Pek
sayılmaz… Galiba bombardiman. Gidip bakacağım.
İlk
mağaralara, yani girişe doğru atıldı. Şaşkına dönmüş çocuklar küme küme
etrafımda toplandılar. Bir tanecik el lambası yere düştü ve içinde gölgelerin
hareket ettiği zayıf bir ışık yaymaya başladı. Gürültü bir an zayıfladı, sonra
çok daha korkunç bir hal aldı. Gümbürtü, patırtı, patlama aralıksız birbiri
üstüne yığılıyordu, duyulup duyulmadıkları anlaşılamaz hale geldi. Birden,
fenerden yayılan cansız koni ışıkta, kılavuz belirdi. Sendeledi, çene kayışı
olan bej fötrü sırtına düştü, iki eliyle boğazını tuttu. Hemen yanımdan geçti
ve niçin anlamama fırsat olmadan kaçışına devam etti – zira bu bir kaçıştı. Ve
dar geçitin girişine vardı.
Geçit
onu yuttu. Düşüşünü duymadık bile. Bedeni nereye kadar yuvarlanmıştır asla
bilemeyeceğim.
Böylece
tüberkülozlu bir avuç çocukla yıkık bir dünyada kalakaldım.