Buradan
itibaren belgelerim seyreliyor, hatıralarım da. Ayrıca, ben de herkes gibi olup
bitenler hakkında sadece kısıtlı bilgiye sahiptim; çoğunlukla şaşılacak
derecede eş zamana rastlamaları yahut ultra-hızlı art arda gelişleri artık
neden sonuç ilişkilerini tespit etmeye izin vermiyor. Bu noktadan itibaren
devamını getiremeyeceğim birkaç genel bakıştan başka bir şey sunamayacağım -kötü
bir Kodak’tan alınan şipşak fotolar gibi…- Öyle anlar oldu ki alet artık
çalışmak istemedi, yahut klişeler iç içe geçti, kimileri de barok bir şekilde
üst üste bindi, ve belgelendirmede sayısız boşluk oluştu.
Kabaca
tüm söyleyebileceğim, bir birinci periyot olduğu, tahminimce üç hafta kadar
sürdü (ama belki üç ay, ya da üç gündür), bu periyotta savaş bildiğiniz savaş
gibi, yani 1914’teki gibiydi. Öldürmek için neredeyse aynı ya da aynı menşeeden
yöntemler uygulanıyordu. Mutlu bir tesadüf eseri, Loraine ovası semalarında
Fransız ve Alman uçakları karşılaştı, ve birbirlerini karşılıklı neredeyse
topyekün yok ettiler. Her iki tarafta da yeni uçakların imalatına yoğunlaşılan
kısa bir duraklama devri oldu… Duraklama dönemi derken… Bu kara zırhlıları
arasında geçen bir dev muharebeler dönemiydi. Gazeteler, ağır toplarla
donatılmış bu tür süper tanklara böyle diyordu; neredeyse hiçbir silah bunlara
işlemezdi, o zamana değin görülmedik bir yıkım gücüne sahiplerdi. Bu çelik
leviathanlar toprağın altını üstüne getiriyor, ancak önemli bir sonuç elde
edemeden üç eyaletlik bölgeyi hepten sallıyorlardı. Paris’te şampanyanın önü
arkası kesilmiyordu. Ünlü bir düşes kadınlar için, kısa şort ve sütyensiz,
yarıçıplak gezinme modası başlattı, bele de aksesuar niyetine, baldırlar
üzerinde sallanıp duran gaz maskesi kutusu takılıyordu. Bunun diğer savaşlar
gibi bir savaş olacağı kanısı yerleşmeye başladı, yani son savaş gibi, gece
kulüplerinde işler tıkırındaydı.
Pek çok
ulus hâlâ kararsızdı. Bildiğim kadarıyla, İtalya seferberlilk ilan edecek vakti
son anda buldu, ancak savaşa doğrudan katılmadı. İngiltere hâlâ tereddütteydi,
hangi gruba dahil olacağını bilemiyordu. Aptalca bir olay onu Fransa’ya karşı kışkırttı.
Hamburg’u yerle bir etmekle görevli bir filoya ait bir bombardıman uçağı yoğun
bulut nedeniyle yolunu kaybetmiş, Kuzey Denizi ve Manş üzerinde uzun süre
başıboş dolaştıktan sonra, sabahın ilk ışıklarında, benzini tükenince
Folkestone’a düşmüştü. Taşıdığı son model bombalar neredeyse tüm şehri harabeye
çevirdi. Bu kaza, dumanı tüten yıkıntıların ve başsayfanın tam ortasında
tanınmayacak haldeki üç aylık bir bebeğin fotoğraflarını yayınlayan Rothermere
basınınca bile isteye düzenlenen bir düşman saldırısıymış gibi gösterildi. Tüm
Birleşik Krallığı bir korku ve ürperti dalgası kapladı, Fransız canavarlara
zaten bilenecekleri kadar bilenmişlerdi, çok geçmeden savaş ilan ettiler. Bir
İngiliz filosu, Calais’deki bebeklerin Folkestone’dakilerle aynı kaderi
yaşamalarını sağladı. Ancak İngilizlerin daha fazlasını yapmaya vakti olmadı.
Doğrusu
ikinci döneme giriliyordu. Kısa oldu, ve tüm umutlara son bir nokta koydu. Bu
umutların hepten çılgınca olduğunu söyleyemeyiz… Gerçekten de düşünmeye
başlanmıştı, savaşan birlikler dostluk kuruyordu, ve eğer… Ama şimdi tüm
bunlardan konuşmak neye yarar? Yıkım kuvvetleri çoktan işe koyulmuştu. Dünyayı
yok etme formülü çoktan hasta bir Demiurgus’un beyninde tasarlanmıştı. Bundan
bahsediliyordu, ve önceden de üstü kapalı bir biçimde çokça bahsetmişlerdi.
Savaş ilanlarının öncesinde bile… Bir Japon’du. Adı Tokuko Hayashi idi. İcadı, daha
doğrusu icatları, zira iki icadı vardı; işte bunlar birbirini tamamlıyordu…
Az önce
gözüm karardığı için kesmem gerekti. Metabolizmamda bozulan bir şeyler var.
Ciğerler mi, beyin mi? Muhtemelen ikisi de… Ama uzun sürmedi. Şimdi kâğıdımın
başındayım.
Nerede
kalmıştım? –Ha, evet! Tokuko Hayashi. İzomer bileşikleri olan ağır bir gaz icat
etmişti –herhalde şöyle diyorlardı- azot protoksit…
Şakaklarım
nasıl zonkluyor. Sisin içinde yazıyorum. Can yakan elektrik dalgaları alnıma
alnıma vuruyor. Her neyse, Hayashi’nin gazı; bunu sınırsız miktarda üretiyor, oksijen
ve hava azotuyla kombine ediyordu. Aslında, onun yöntemiyle, reaksiyona
fitilini takmak yeterliydi, bundan sonrası kendi yolunu takip edecekti, ama
nereyse muallak bir biçimde. Atmosferimizi oluşturan oksijen ve azot ansızın teneffüs
edilemez bir kimyevi bileşiğe dönüşüyordu, üstelik bu bileşiğin elmacık kaslarını geren –yani
güldüren- tuhaf bir özelliği vardı, ya da en azından surata gülümseyen bir
ifade veren. İşte insanlar bu şekilde ölmek zorunda kalacaklardı, zira gülmek
insana özgüdür.
Tüm
bunlar gazete ve dergilerde epeyce açıklandı, ancak fantastik bir varsayım
formunda… Meseleyi ciddiye almaya yanaşmıyorlardı. Ancak üretim yöntemi bal
gibi de oturmuştu. Japonlar buna hemen başvurmadılarsa, sebebi büyük ihtimalle
insani bir çekingenlik değil, Almanlarla yapılan bir antanttı. Meşhur formül,
düşmanlıklar başgösterir göstermez, yakıt ikmali yapmadan nerdeyse sınırsız
mesafe kat edebilecek bir süper-alman-denizaltısına emanet edildi. Neu Breslau
(Birinci Dünya Savaşı’ndan bir denizaltının görkemli hatırasını yaşatmak için
bu ad konmuştu) genç bir mühendis Kurt von Rechbein tarafından kumanda
ediliyordu. Denizaltı ayrıca küçültülmüş bir modeli ve telemekanik bir torpilin
planlarını taşıyordu; doğrusu, torpilin Hayashi’nin değil, Rechbein’in icadı
olduğu söylentisi çoktan yayılmıştı.
Denizaltının,
sadece tahminlere indirgenen dönüş yolculuğu, hayli uzun sürecekti. Suyun
altında hızı hayli düşürüldü. Fakat sonrasında olanlar gösteriyor ki, bağlı
olduğu limana varır varmaz, Japon ve Alman iki kurmay heyeti, özenle çalışılmış
ve odaklanılmış bir plan uyarınca hareket ettiler. Sabit tarih ve saatlerde
telemekanik hava torpillerini taşıyan çok sayıda küçük donanmayı harekete
geçirdiler. Menzillerinin sonuna gelince torpiller alçalıyor, açılıyor ve
ayrışmaya, ya da daha doğrusu atmosferi yeniden oluşturmaya başlıyor, her bir
ünite için binlerce on bin metrekarelik engin bir alana etki ediyordu. Sadece
yüksek dağ zincirleri etki alanlarını kısmen kesintiye uğratıyor ya da
sınırlıyordu.
Tokyo’dan
iki ayrı donanma grubu hareket etti, biri Asya’ya biri de Amerika’ya doğru.
Berlin kendininkileri özellikle Rus steplerine fırlattı, ancak bunlardan
düşmeyip başıboş yoluna devam edenler yahut rotasını İngiltere’ye, İrlanda’ya,
kuzey kutbuna, Afrika’ya doğru şaşıranlar oldu. Yavaş gidiyorlardı. Onlar
hedeflerine varmadan, fırlatılış haberleri bir efsane gibi radyo ve telgrafta
henüz hâlâ dönüp dururken, bir Amerikan filotillası sürat yapıp onları
yakaladı, ve Tokyo’nun tamamını, Japonya’nın diğer önemli şehirlerini de
bilindik yöntemlerle yok etti. Tokuko Hayashi yurttaşlarıyla birlikte icadının
başarısını göremeden can verdi.
Sonra
neler olduğuna gelirsek; yarım yamalak bir genel bilgiden ve tahminlerden başka
bir şeyim yok. Doğruluğu kesin son haberler engin Asya kıtasını içeriyordu. Çin
ve Hindistan ovalarında torpillerin yerle buluşmasını, ani ve tam etkileri
takip etti. Nedenini bilmeden, anlamadan, sarı yığınlar, uyuşuk çeltik
tarlalarında, dev ırmaklar boyunca, soludukları havanın aniden boğucu hale
geldiğini hissettiler. Elmacık kemikleri aniden çıkkınlaştı, gözleri kısıldı
kısıldı, eğik bir çizgi haline geldi, Moğol çehreleri sonsuz bir sırıtış ile
gerildi. İnsanlar biçilmiş ekin demetleri gibi ovalara saçıldı ve büyük
şehirlerin kalabalıkları ölü kalabalıklar oldu.
Birleşik
Devletler’de benzer olayların gerçekleşip gerçekleşmediği hakkında sadece
varsayım üretilebilir. Her türlü iletişim aniden kesildi. Yeni kıta büsbütün
sessizliğe büründü.
Felaket
herhangi bir tedbir almaya fırsat kalmadan Avrupa ve Afrika’yı dövmeye çoktan
başlamıştı. Cehennemlik kimya mucitlerinin öngörmüş olması lazım gelen bir geri
tepme şoku sonucu, Rus steplerinde başlatılan atmosferik ayrışma Avrupa ovalarına
yayıldı, ve sadece gitgide daha da büyüdü. Almanya, Fransa, İspanya, İngiltere,
havalarının güldürücü gazla zehirlendiğini gördüler. Ve her yerde, vadilerde
yahut zirvelerde, sokaklarda ya da caddelerde, köylerde ya da metropollerde,
gölge düşmüş tarlalarda yahut ışıldayan plajlarda, yüzü kırışmış, eller, hava
geçişini –artık olmayan bir havanın geçişini- genişletmek içinmiş gibi boğazda,
insanlık sırıtarak öldü.
Aynı
zamanda, beklenmedik olaya insanlık tarihinde görülmedik şiddette atmosferik
felaketler eşlik etti. Esasında meşhur gaz, hava ile aynı yoğunlukta değildi. Atmosfer
tabakalarında ani basınç ve basınç
azalması oluşturduğu ya da oluşturmaya başladığı her yerde havaya akın
ediyordu. Birden ortaya çıkan geniş hava boşlukları, devasa hava uçurumları gazdan
okyanusu aniden kesiyordu; henüz yok olmamış hava tabakaları ise bir volkandan
püsküren lavların şiddetinde bunları doldurmak için içlerine hızla hücum
ediyorlardı, hem de bir volkan ordusunun gürültü patırtısıyla. Görülmedik hızda
ve şiddette kiklonlar
bütün okyanuslarda baş gösterdi, ve jeolojik dönemlere denk bir kuvvette deniz
baskınlarına yol açtı. Nerdeyse bütün kıyılar sular altında kaldı, ve elbette,
ne kadar büyük olursa olsun, tek bir gemi bile böylesi fırtınalarda bir atom
taneciğinden daha ağır çekmedi. Adaların nüfusları şüphesiz ki tamamen
üzerlerinden yıkandı. Ancak şu da doğal ki, Amerika ile iletişim kesildiğinden
beri yerkürenin büyük bir kısmında neler olduğunu tam olarak öğrenebilecek
hiçbir vasıtam yoktu. Belki, bir yerlerde, Avustralya’da, Afrika’da, Güney
Amerika’da –kimbilir belki daha yakında- tıpkı şu an benim parçası olduğum
topluluk gibi, barbarlık içinde sefil bir hayatı devam ettirmeye çalışan insan
topluluğu kalıntıları vardır.
Sıra
geldi hangi kozmik ve ironik kaza eseri hayatta kaldığıma… Kuşkusuz Avrupa’da
tekim, bir grup çocukla birlikte.
Şu an
dikkatimi kendi yazgıma vermeliyim, zavallı kafam bir kez daha kazan gibi
oluyor. Tek olduğumu gayet net hissediyorum. Yalnız mıyım deli miyim? Önemi
yok. İkisi de aynı şey değil mi?
Lozère’deki
kasaba, adı neydi şunun? Herhalükârda, bir önemi var mı? Gene de beni
delirtiyor. Dağın yamacına iyi yere konmuş bir otel vardı, yanından bir korniş
yol
geçiyordu. Charles’a, iki erkek kardeşten küçüğü, yükseklik terapisi tavsiye
edilmişti. Biraz tüberkülozu vardı. Anlaşıldığı kadarıyla, bölge bu tür
hastalıklar için mükemmeldi. Otelin biraz yükseğindeki zirvenin tepesinde,
çocuklar için bir preventoryum vardı, ve o zaman pek kalabalık sayılmazdı.
Galiba otuz çocuk kadardılar. Belki daha fazla. Kim bilir? Bu çocuklar tarihte
bir rol oynamak zorunda kalacaklardı. Göreceksiniz.