8 Ağustos 2019 Perşembe

Régis Messac | Esnek Ayna | ilk sayfalar

Régis Messac
Le Miroir Flexible
(Colombus North takma ismiyle)
Primaires, 1933-1934





Esnek Ayna

Yazarın notu: Olanların üzerinden birkaç yıl geçti, ben de pek çok hemşerim gibi Boston’un kasvetinden, New York’un eğlencesinden kaçmak için Fransa’ya gelmiştim. İçki yasağının ve belanın zamanıydı. Esterel’de gözlerden uzak hayli sakin bir aile pansiyonu seçmiştim. Pansiyonerlerin hemen hepsi önemsiz kişilerdi, onlardan uzak durmaya da özellikle özen gösteriyordum. Sadece, pek yaşlı görünmese de “ihtiyar hanım” denilen bir kadın dikkatimi çekti. Sessiz ve kendi halinde, hafif çekingendi, içe kapanık bir yaşam sürüyordu. İki etkenin, somurtkan hali ile moda ve şıklığı asla önemsememesinin onu yaşlandırmak üzere birleştiğini fark etmekte gecikmedim; halbuki otuz beş kırkında ya var ya yoktu. Biraz güç de olsa yabaniliğini kırmayı başardım, ve uzun süre A.B.D’de yaşadığını öğrendim. Hatta memleketliydik, babası yurttaşlığa alınmıştı. Ancak onu konuşturmaya yönelik her türlü girişimime büyük direnç gösterdi, ne kadar çabalasam da sonuç elde edemedim; öyle ki zamanla diğer pansiyonerler ihtiyar hanıma âşık olduğumu sanmaya başladı. Gizemli bir şeyler olduğunu sezinliyordum, ancak bir süre sonra bunu aydınlatma ümidimi tamamen kaybettim. Güzel bir gün Miss Favannes’i (ihtiyar hanımın adı buydu) hareketsiz, can çekişir halde götürdüklerinde vaziyetler işte böyleydi. Boş arazide ağustos böceklerini dinlemek için biraz fazla vakit geçirmiş, başına güneş çarpmış. Bu sıradan, ahmakça kaza, tekdüze, gereksiz bir ömre yaraşır bir sondu sanki. İlk heyecan geçti, ihtiyar hanım akıllara geldiyse de konu çabuk değişti. Yaşamı, sıkıcı bir vaaz gibi dümdüzdü, ölümü ise başka bir olay oldu. Zira bir şeyler gün yüzüne çıkmaya başladı.Ölümünden kısa bir süre önce Miss Geneviève Favannes’in bilinci yerine geldi ve beni yanına çağırttı. Sıradan bir günde olduğundan daha endişeli görünmüyordu ve sadece birkaç kelime telaffuz etti. Yatağının başucundan, tek ayaklı-yuvarlak masanın üzerine konmuş bir tomar kağıdı göstererek, sakin bir tonda bana şöyle dedi: “Şüphelendiğiniz serüvenlerin hikâyesi bu kâgıtlarda. Buradaki zamanımı yazmaya ayırmıştım. Artık yok olup gitmek benim için en iyisi. Zaten elimden başka ne gelir.” Başka bir veda sözcüğü etmeden gözlerini kapattı. Beni salıverdiğini anladım, ve kağıt tomarını aldığım gibi, kimseye gözükmeden ortalıktan kayboldum. Bugün yayınladığım işte bu elyazması. Bunu yapmakla öfkeleri ve memleketlilerimin zaruri tedbirlerini, iyilikten yana olduğunu iddia edenlerin kınamalarını üzerime çekeceğimin farkındayım. Geneviève Favannens soğuk, özelliksiz dış-görünümünün altında, az rastlanır bir manevi hürlüğü gizliyordu, ki kimileri bunu korkunç bulacaktır. Kimi aklıbaşında hemşerimse kesinlikle insan kılığına girmiş şeytanla ya da bir türeviyle haşır neşir olduğuma hükmedecektir. Ancak dileğim şu ki, Geneviève Favannens’in öyküsü kimilerini de sadece öfkelendirmez, düşündürür de.
– Colombus North.

I

Bu hikâye her şeyiyle bir romana, özellikle de fantastik bir romana benziyorsa, bu benim hatam değil. Edebi eser meydana getirmek için yazmam, asla bir roman yazmadım, yazmayacağım da. Ayrıca bu konuda yeteneksizim de. Ayrıca edebiyat kadınlarından da korkarım. Tanrı korusun da asla hayatımı bu şekilde kazanmak zorunda kalmayım (ne de olsa tanrı bizi bir şeylerden korur.)
Korkunç şartlar altında can vermiş, cahil, batıl inançlı bir mahlukâtlar takımı tarafından katledilmiş babamın hatırasını temize çıkarmak için yazıyorum; kıskanç ve embesillerin bu hatırayı lekemek için uydurduğu aptalca onca ithamın, akıl almaz onca masalın üzerine bir çizgi çekmek için.
Babam Joseph Favennens, orta Fransa’da doğdu. Amerikan vatandaşlığına geçmişti, talihsiz adam, ne yazık ki bu pek de işine yaramadı. Ben de Fransa’da, küçük bir kasabada, Ardeche’te doğdum. Doğumumdan kısa süre sonra annemi kaybettim. Böylece babam için berbat bir sonla karşılaşacağı, Alabama’nın ücra bir köşesinde noktalanıncaya dek sürecek uzun, gezgin bir hayat başladı. Babam bir mucitti. Açlıktan ölen pek çok mucize nazaran mutlu mesuttu, geliştirmeye devam ettiği birkaç icat ve akla yatkın olarak, gülünç oyuncaklar sayesinde para kazanmayı başarmıştı: bir basmalı anahtar modeli, seçkin marka likör ve ilaçlar için madeni tıpalama sistemi, ki önemli ölçüde hilenin önüne geçiyordu, dolayısıyla büyük pek çok şirket tarafından kullanılmaya başlandı, ve bunun gibi şeyler… Refaha erişir erişmez saçma sapan işlerle uğraşmayı bıraktı. Beratlarından birini görüşmek üzere Amerika’ya geldi, bu ülkenin mucitlere sunduğu onca rahatlığa kapıldı: örneğin, kimi mekanik parçaları üretme ya da temin etme kolaylığı, Alabama’da bir mülk satın aldı ve bahsettiğim gibi burada trajik koşullar altında can verdi.
Öncelikle, elimden geldiğince açık biçimde, bu koşullardan söz etmem, sonrasında da destekli kanıtlarla babamın ne bir büyücü, ne bir suçlu ne de bir Şeytan ortağı  (he ne kadar Şeytan diye biri olsa da) ne de gözü dönmüş bir cani olduğunu göstermem gerekiyor.
Evimiz Tawasentha şehrine biraz uzaktaydı, en uç yerleşimler ve sefil bir köye hemen hemen aynı mesafedeydi, burada sadece siyahlar ve melezler yaşıyordu ve adı Ole March’tı.
Tawasentha’nın bir çeşit Amerikan kasabası olması dışında bir özelliği yoktu, özellikle zaman zaman başıboş zenginleri kendine çeken demirli su kaynakları ile biliniyordu (tabii biliniyorsa). Tüm korkunçluğu içinde yankilerin küçük taşra şehri, saygınlıkları ile şişinen seçkinleri, zengin çiftçi Tucson’un bir ineğinin doğum yapmasının önemli bir olay gibi duyurulduğu yerel gazetesi, ufak tefek dalavereleri, yobazları, dedikoduları… Bir şekilde iyi halde tutuluyordu ve tüm ulusal önyargılar, özellikle de başka renkten olan insanlara karşı horgörü sofuca bir huşu içinde besleniyordu.


....

Régis Messac | Quinzinzinzili | I. Bölüm | ilk sayfalar

Bendeniz, Gérard Dumaurier…

Bu kelimeleri yazınca şimdi gerçekliklerinden şüphe ettim. İşaret ettikleri varlığın gerçekliğinden demek istiyorum: yani kendimden. Var mıyım? Yoksa sadece bir hayal miyim; yahut bir kâbus mu? Düşüncelerimden çıkardığım en makul cevap: deli olduğum.

Evet, mağarada yazı çiziktiren, dış dünyanın gerçeklerinden habersiz, zavallı bir deliyim. Doktorlar sonradan karalamalarını inceleyebilmek ve bilgiç psikiyatri kitaplarına konu çıkartabilmek için önüne kağıt kalem bırakmış. Öyleyse, durum daha iyi. Bana hatıra gibi gelen bu korkunç kâbusları yaşamaktansa (yaşamış olmaktansa) duvarları kapitone kaplama bir zindanın dibinde zırdelinin teki olmayı yüz bin kere yeğlerdim.

Hatıralar, korkunç hatıralar, keşke sadece hayal olsanız…

Hekimler, usta doktorlar delilik perdemin benden gizlediği ne biliyor musunuz: sizler için yazıyorum. Eğer varsanız, en azından bu saçma sapan sözlerim şahitlere sahip olacak; sempatik ve belki de… beni kısmen anlayacak şahitlere.

Ama yoksanız…

Yanlış yapıyorum, dileğime sahip çıkmam, varolduğunuza inanmam lazım. Aksi takdirde devam edecek cesareti asla bulamam.

Bu yüzden senelerin tüneline yeniden girmem -  yaşadığım, tutarlı düşündüğüm zamanlara dek gitmem gerek. O zamanlar şimdi ne kadar da uzak!

O zamanlar Gérard Dumaurier’dim. Şimdi ise o muyum değil miyim bilmiyorum. Benliğim un ufak oldu, eriyip gitti, felaketlerin koçbaşıyla darmadağın edildi, mental şokların dinamitleriyle parçalandı. Atomlarımın ürkünç bir dünyada kozmik bir yalnızlığın asitiyle ayrıştığını, etrafa saçıldığını hissediyorum.

Bir zamanlar Gérard Dumaurier’dim. Somunun vidaya uyduğu gibi kendi için yaratılmış bir dünyada güvende, yerini yurdunu bulmuş biriydim. Susuzluğum için kafe terasları, giyinmem için terziler, ısınmam için radyotörler, gülümsemem için harika pudralar süren hanımlar vardı. Bugünse… Ama artık bugünü düşünmek istemiyorum. Artık istemiyorum… Yahut henüz hâlâ… Mutlaka bir…


 

Lord Clendennis’in çocuklarının özel öğretmeniydim. Bildiğiniz arpalık[1], o zamanlar böyle derdik. Çok çalışma istemiyordu. Asıl adı Isaac Fungo olan Lord Clendennis, spencervari, aristokratik soyismine rağmen servetini doğrultmuş bir ordu müteahitiydi. Bir baronluk satın almıştı. Bu bugün hâlâ yapılıyor mu? Günümüzde hâlâ lordlar var mı, doktor?... Ne önemi var ki… Eğer deliysem doktorun cevabını anlayamayacak durumdayım demektir. Peki ya değilsem…

Nerede kalmıştım? – Haa, evet! Ratbert ve Charles. Benim iki öğrencimdi. İşim spor yaparlarken, oyun oynarlarken onlara göz kulak olmak, şöyle böyle kafalarına biraz bilgi aşılamaktı. Ratbert hemen hemen on dördündeydi, Charles ise on buçuk yaşındaydı. On buçuk muydu on bir mi? Belki biraz daha fazla, bilemiyorum şimdi… Üçümüz çok gezerdik, senyörlerini, o zamanlar öyle denirdi, pek tasa etmeden. Senyörleri! Ha ha ha… Bir de lady Clendennis vardı, ama ayrılmışlardı. Ona ne oldu bilmiyorum. Galiba bir yerlerde bir villada, Fransız Rivierası’nın azur rengi kavanozunda  salamuraya yatmıştı. Atlantik kıyısını bir ucundan diğerine turlayıp duruyorduk, ki öğrencilerimin keyfine diyecek yoktu. Hollanda, Ostende, ya da Gaskonya körfezi, nadiren de Britanya. Bazen Lord Clendennis, Bask kıyısında bize katılırdı, şimdi adını hatırlayamadığım meşhur bir otelin gazinosu onu hemen kendine çekmekte gecikmezdi.  Bir düşüneyim… Bir savaşın adıyla kafiye yapıyordu, savaş: Austerlitz… Buldum, buldum! Biarritz!! Elena Bubulco’yu orada tanıdım. Romen olduğunu iddia ediyordu. Ama tüm bunların ne önemi var?  Artık ne Romanya, ne Biarritz, ne gazinolar, ne Fransa, ne de başka bir şey var, prehistorik bir mağaranın dibinde bunları karalıyorum, kısala kısala sonu gelmiş bir kurşun kalemle, tesadüfen bulunmuş bir çamaşırcı defterine. Ne zaman mı? Fakat ne zaman olduğundan emin değilim. Belki de bir deliler yurdundayım, başka pek çoğuna yapıldığı gibi, ne yazmışım görmek için bana kağıt kalem verilmiş…  Başka? Öncelikle… kafayı yedim. Yurt veya mağara… Peh!

Hikâyeme geri dönelim. Her halükârda, zihnimi meşgul etmeyi bırakmayacak. Talebelerimin babası, çocuklarının fransızca konuşmasını oldukça önemsiyordu. Nihayetinde fransızcayı ingilizceden daha iyi konuştular. Başka da hemen hiçbir şey bilmiyorlardı. Böylesi daha iyi oldu - çünkü işlerine yarayabilirdi. Savaş zamanı, deniz kıyısında değildik. Charles hükümetinin telaşa düşürdüğü hekimlerin tavsiyeleri doğrultusunda, Lozère’e bağlı ücra bir kasabada yükseklik terapisi yapmaya gittik. Kasabanın adı… Neydi? Şimdi hatırlayamıyorum. Şu kesin ki hava mükemmeldi. Bir prevantoryuma yerleştik, hastalıklarına rağmen bir şekilde yaşamda kalma becerisi göstermiş çocuklardan -kimileri hâlâ yaşadığına göre fazla yadırgamamak lazım- oluşan bir koloni vardı burada.

O zamanlar şimdi ne kadar uzakta… O kasaba ne kadar da uzakta... Başka bir dünyada… Yine de gülünç bir şey var; o kasabayı düşündüğümsıra oraya çok yakın olmalıyım… Yer değiştirmedik, neredeyse hiç. Hep Lozère’deyiz. Yerleşkeye çok yakınız. Ama bununla birlikte artık Lozère diye bir yer yok… Kasaba da. O kadar kaybolmuş ki adını bile hatırlamıyorum. Adlar! Kendiminkini de sonuna kadar hatırlayabilecek miyim? Ben, Gérard Dumaurier…

Gérard Dumaurier! Gérard Dumaurier! Bu adı yüksek sesle tekrar ediyorum, suda boğulan biri bir dala nasıl tutunursa ben de ona öyle, sımsıkı tutunuyorum. Ve daha şimdiden bu ad fazla bir anlam ifade etmiyor. Benliğimin benden kurtulduğunu, eriyip yok olduğunu hissediyorum. Dünyada Gérard Dumaurier diye biri hiç oldu mu? Dünyada hiç biri oldu mu?...

 

Geçen gün yazmaya ara vermem gerekti, düştüğümü hissettiğim uçurum, derinliği git gide artarak önümde açılıyordu. Bilincimde bir oyuk. Bu böyle ne kadar devam etti bilmiyorum. Günler - belki de aylar. Bunu nereden bilebilirim? Günler- doğrusu, bunun ne anlama geldiğini az buçuk biliyorum, ama aylar, aylar! Bu çok karmaşık bir düşünce, ve ona, yaşayanlar içinde galiba sade ben sahibim. Benimle birlikte kimbilir kaç karmaşık ve gereksiz düşünce çürüyüp yok olacak.

Belki hepsi değil, bu kâğıtlar benden sonra yaşamaya devam ederse… Bu boş umut, zaman zaman beni yazmam için cesaretlendiriyor. Yazıyorum –bana geleceğin insanlığı için yazıyormuşum gibi geliyor– gelecekte hâlâ bir insanlık olursa elbette. Tarihçi bir eser meydana getireceğim. Şüphesiz, asla okuru olmayacak bir hikâye.

Yine de bu görev için takım taklavatı fena düzmedim. Eski meşgalelerimin beni çok fazla tarih kitabı okumaya sevk etmiş olmasından başka, eğer şimdiden –he ne kadar hatırlamasam da– bir yığın olay, isim ve tarih varsa bir nedeni de savaştan önceki günlere dair oldukça net bir hafıza muhafaza etmemdir. Her şeye rağmen, başlıca olayları iyi akılda tuttum. Ve dahası, hâlâ belgelerim var. Paha biçilmez, geleceğin müze ve arşivlerinin bekçilerini, yöneticilerini gururdan titretecek belgeler: sandviç sarılan, lekeli, yağlı, yırtık pırtık eski gazeteler; eski konserve kutuları, sardalye salamuraları… Ne var ki şimdi boşlar, ama olmayan bir şeyler daha var, görkemli bir geçmişin, biricik şahitleri…

Yeterince düşünceye daldım. Bugün havanın güzel olmasını ve kanlı canlı hissetmeyi, eskiden olduğu gibi yazmayı, eskinin insanları için yazıyormuş gibi yazmayı, yazdıklarımı anlayabilecek eğitimli, uygar insanlar hâlâ varmış gibi yazmayı diliyorum.

Ama yine de! Yazacaklarım uygarlığın koca çılgınlığının en büyük kanıtı olmayacak de ne olacak! – Fakat bu kadar yeter. Akıl deliliğin zirvesi ise, son derece akıllı olmak istiyorum.


 



[1] İşi az, parası çok iş. (ç.n.)

3 Ağustos 2019 Cumartesi

David Goodis | Mavi Sevgili | [X]


….

Clayton, içeri gözü dönmüş bir boğa gibi dalmıştı. İki yumruğunu birden Hagen’in suratına indirdi. Hagen düştü düşecek, doğrulmaya çalışırken geri çekildi. Sonra sağ elini küçük bir balta gibi indirip, Hagen’in sol gözü üzerinde ıslaklığıyla hemen parlayan, cırtlak kırmızı, geniş bir çizgi açtı.
Hagen inledi, yeni bir doğrulma girişiminde bulundu, Clayton bir adım geri çekildi, aynı göze bir mızrak daha indirdi, sonra da çenede patlayan bir aparkat çıkardı. Cüsseli adam tik ağacından masanın altına yuvarlandı, masayı, yüksek bir dalganın gemiyi kaldırması gibi kaldırıp geri devirdi. Clayton sağını solunu tuttu sonra da bu işe bir son vermek için ileri hamle yaptı.
Ancak Hagen’in hâlâ canı vardı. Bir sıçrayışta doğrulup, Clayton tam da üzerine atlamışken onu yakaladı, kollarını kapıp kaldırdığı gibi midesine bir kafa indirdi. Clayton yere düşer düşmez kaburgalarına bir tekme indirdi. Clayton ayağa kalkmaya çalışırken bir tekme daha çıkardı. Ancak Clayton onun bileğini yakalamak için bir hamle yaptı, yakaladı da, vargücüyle kendine çekip Hagen’i yere savurdu. Bir anda, yere serilen Hagen’in üzerine çullandı. Ve son darbeyi indirmek için kolunu iyice geri çekti. Ancak yumruğu hedefine yollayacak yeterli zamanı olmadı.
Kapı açıldı, dört adam içeri hücum etti. İyice yaklaşmışlardı ki Clayton cebindeki silahı hatırladı; ancak ateş etmek için hiç de uygun bir saat olmadığı aklına geldi. Adamlar, onu yüzüstü yere serdi, tek kolunu sırtının üstünde büktükleri gibi iyice yukarı, kürek kemiklerinin ortasına kadar kastırdılar. Ağır bir ayakkabı çenesinde patladı, Hagen kendini kızıl şeritlerin dalgalandığı bir sis kütlesinin içinde buldu, ve kendine alayla, bu gece Hagen’in gecesi dedi…
Sis uzun sürmedi. Clayton, bir kaç dakika içinde gözlerini odaklayabilecek hale geldi, yüzü zemine yaslıyken, odada neler olduğunu görebildiği berrak bir bakış açısı yakaladı. Masaya oturmuş Hagen’i gördü, kanayan kaşına bir mendil basıyordu. Dodsley onun ağzının köşesine yara bandı yapıştırmaktaydı. Diğer dört adam sigaralarını yakmış, ellerinde kadehler yeni emirleri bekliyorlardı. Alma ayaktaydı, sırtını duvara yaslamış, yüzünde sert bir ifadeyle tik ağacından masaya bakıyordu. Silah samanın üzerindeydi. Hagen’in eli tembelce uzanıp onu aldı, namluyu sallayarak işaret etti.
İşaret Hagen’e yerden kalkmasını ve masaya oturmasını söylüyordu. Clayton kalktığı anda silah da göğsüne nişanlandı.
“Belki de şimdi işini bitirmem lazım,” dedi Hagen.
“O halde yolculuk yapmaya hazırlan,” diye yanıtladı Clayton.
Hagen gülümsedi. “Sanmıyorum. Buralarda saygın bir adamım.  Polisin gözünde, her şeyiyle yasal bir teşebbüsüm sahibiyim. Ofisimi soymaya gelen bir hırsızı vurmaya her zaman hakkım var.”
Clayton cüsseli adamın gülüşünü kopyaladı. “Ne diye seni soymak isteyim ki? Ben de zengin biriyim, hem de kendi çabamla zengin oldum. Taşı herkes biliyor. Ne kadar büyük olduğunu ve ederini de.”
Hagen düşünceli, somurttu. “Doğru,” diye homurdandı. “Doğru sayılır.” Sonra aynı gülüş tekrar suratında belirdi. “Hadi şu taş hakkında konuşalım. Safir hakkında.”
“Anlaşma yok.”
“Anlaşma olmak zorunda,” dedi Hagen. “Fiyatını belirt.” Sonra Alma’ya bir bakış atıp şöyle dedi, “Karşılığında paradan başka bir şey de alabilirsin. Ayrıca senin için… pazarlık edilecek bir gün değil.”
Clayton, Alma’ya baktı, güzel bedeninin baştan aşağı kaskatı kesildiğini fark etti. “İstiyor musun?” diye sordu ona.
Alma yanıt vermedi. Yüzü ifadesizdi.
Clayton’un vücudundaki tüm lifler Alma’ya doğru gerildi; sert bir sesle: “Safire karşılık sen, kabul ediyor musun?”
Hagen hafifçe gülüyordu. “Zihnini toparlaması için hanıma süre tanıyalım. Nihayetinde kararı o verecek.”
Yanıt vermek isteyen Alma’nın dudakları aralandı. Clayton kalbinin küt küt attığını hissetti; onun sesini duymayı beklerken nefes almak aklına bile gelmiyordu. Genç kadının gözlerindeki parıltıyı görünce sevinçten neredeyse yerinden sıçrayacaktı; zira bu pırıltı onu artık kollarına alabileceği anlamına geliyordu, hayatta başka ne isteyebilirdi ki… Ancak Alma’nın bakışı aniden donuklaştı, Clayton’a bakmıyordu bile. Onu Hagen’in yanına yürürken gördüğünde Clayton damarlarındaki kanın donduğunu hissetti.
Alma, dudaklarında yarım bir gülümsemeyle Hagen’in yanında ayakta durdu, elini adamın geniş omzuna koydu. Parmakları takım elbisenin pahalı kumaşı üzerinde tıpırdadı. “Güzel takım,” diye mırıldandı. “İpek, öyle değil mi?” Gülümsemesini, Clayton’a çevirdi: “İpeği severim. Dokunması çok tatlı bir duygu verir. Ama ipekten aşağısı hiç de bana göre değil,”
“Akıllı kız,” dedi Hagen alayla. Alma’nın elini tutup parmaklarını öptü. Alma, onu okşadı, dizlerine oturmak için usulca yaklaştı.
Clayton başını öne eğdi, acı tüm ağırlığıyla kalbinin derinliklerine çöküyordu. Aklı bir karış havada, aptalın tekiydi, muhakeme gücü bunu anlamaya şimdi fazlasıyla yetiyordu. Kıymeti olmayan bir şeyin özlemini çekmişti. Bu özlem onu lime lime etmişti; yarasının tam ortasında duyduğu korkunç bir boşluk ve kayboluş hissiydi.
….