20 Kasım 2023 Pazartesi

Chateaubriand - Atala çevirim Opera Kitap'tan çıktı

 

                                                                   

                                         Chateaubriand - Atala






Ilarie Voronca | Sahte Bir Ruhun İtirafı | Birinci Bölüm

 

Ilarie Voronca

La Confession D’Un Âme Fausse

Éditions du Méridien

1942


1

GARİP BİR CERRAH

Ruhunuzu kaşla göz arasında çekip çıkartan garip bir cerrahtı. “Canınız yanmayacak,” derdi, “koltuğa güzelce yaslanın.”  Ve şurdan burdan bahsetmeye koyulurdu. Havaların güzelleşmesinden, operadaki son gösteriden, gizli barış görüşmelerinden. Tabiidir, çünkü savaştaydık. Barış sürekli tehdit altındaydı. Dolayısıyla ruhunuz kâh bir savaş alanında kâh şehrin yanan caddelerinde geziniyordu. Ve o cenahlarda en ufak bir duraksama anınızda, bu becerikli kişi ruhunuzu sizden söküp alıveriyordu. “Görüyorsunuz ya,” diyordu tebessüm ederek, “ölmediniz.” Bu kadar. Ve size küçük bir kerpetenin ucunda, kan damlayan, beyaz bir şey gösteriyordu.

Kendi adıma, yaşadığım bir başdönmesiydi. El yordamıyla kapıya yöneldim. “Çıkmadan önce biraz dinlenin,” dedi sökücü. Yine de o sırada çoktan beni unutmuş, diğer hastalarla ilgilenmeye koyulmuş, bunlardan birini muayenehanesinden içeri buyur etmişti.

Bekleme salonu insanla doluydu. Kimi gazete sayfalarını çeviriyor, kimi hükümet-karşıtlarına özgü bir edayla sohbet ediyordu.

“Kötü değilsiniz ya?” diye sordu  bir beyefendi, boyalı saçları, gençlik havası verilseler de epey ilerlemiş bir yaşı gizlemekteydi. Son derece önemli bir hikâyeyi yarıda kesmiş olmalı ki cevabımı beklemeden komşularına dönüp devap etti: “Sahi söylüyorum. Şemsiye benim diyecek kadar pişkindi. Ama şemsiyemi hemen tanıdım. Rehin versin diye haber yolladığım teyzem, (bizde hizmetçi  olarak çalışmıştı), bir şey demeden ikimizi izliyordu. Şemsiyeyi kaptığım gibi sordum: “Madem sizin, nereden aldınız? ― Buradan, Nice’ten elbette,” diye yanıtladı. Şemsiyeyi açtım ve kafa hizasından yukarıya tutarak  ― Bakınız, dedim, o da dipte etikette yazanları okudu: Camboulives, Marchands Caddesi, Avignon. Avignon’dan aldım ben bunu. Cambouviles’in mağazası vardı, - öbür barıştan önce (zira o sıralar vakit dilimlere ayrılmaktansa barışla ölçülüyordu) Marchands Caddesiyle Neuve caddesinin kesiştiği köşede. ― Hırsızın tekisiniz. Sanmayın ki cevap verdi. Kendini öldürdü. Şekerimi, reçelimi çalan da o.” …

O sırada kapı açıldı. Çıkan hasta sendeliyordu, hemen yanıma yığıldı. Büyük bir korkunun etkisi altına girmişti. Tüm bedeni titriyordu. Sizinkini de mi söktüler, diye sormaktan kendimi alamadım.  ― Hayır, diye yanıtladı. Bir süredir ruhumda çatlak vardı. Kötü yaşıyordum… Kendimden kaçıyordum. Bunun üzerine cerrahı görmeye geldim.Beni tamir edecek.Ama başlamak için ruhumdaki oyuğu büyütmesi gerekti. Bir dahaki sefere tıkayacak.

Bense bir dahaki sefere sıra gelmeden iyi hisssetmeye başlamıştım. Yine de büyük bir boşluk hissediyordum. Kapıları penceleri kırılmış bir ev gibiydim, ve içimde rüzgâr oradan oraya esiyordu.

Ruhu tıkatılacak adam halimi daha iyi değerlendirebilmek için beni bir müddet süzdü ve şöyle dedi: “Neden kendinize yapay bir ruh yaptırmıyorsunuz? Altından.. ama çok pahalı olur,” diye de hemen ekledi, zira yüzümde bir rahatsızlık ifadesi belirmişti, “ama daha kolay ulaşılabilir bir malzeme ısmarlayabilirsiniz, mesela kauçuk.”

Bekleyenlerden izin alarak cerrahın odasına yeniden girdim. Kendimi zorlukla ifade edebiliyordum, zira yara henüz tazeydi ve bunun ötesinde ruhum ölçütünde üretilen kelimeler, dayanak noktaları olmadığı için şimdi içimdeki oyuklarda başıboş oynuyordu.

― Benden istediğiniz, dedi cerrah, gerçekleştirilebilir, hatta size ödemede kolaylık da sağlarım. Tanrıya şükür hâlâ savaştayız ve kanlı canlı insanların ruhları her yerde bulunabiliyor. Sizinki artık kurtarılamaz. Onu olduğu gibi tutmak size büyük ıstıraplar verebilirdi ayrıca sonrasında söküm diye bir şey de mümkün olmazdı. İrinle ağırlaşmış olarak bu ruh sizi hakiki bir cehennemin en derin katlarına çekerdi. Ancak bilim ilerledi ve size söylediğim gibi, ortada savaş var. Bizi barışla tehdit eden felaket kışkırtıcıları emellerine ulaşmadıkça  güvendeyiz. Hem de her gün iyi bir ruh rekoltemiz var. Sizin de hak vereceğiniz üzere mükemmel durumda onca ruhu savaş alanlarında, cesetlerinde bıraksak yazık olurdu. Elbette bu yeterince uzun bir hazırlık çalışması gerektiriyor: ruhlar incelenmeli, montaj cihazlarına uyumlu hale getirilmeli. Bu cihazların en iyileri altından yapılıyor, ama kauçukları da var. Sizinki de bununla yapılacak. Beş altı sene rahat işinizi görür. Sonrasında muhtemelen elden geçirilmesi gerekecek. Ama siz önce yaralarınızın iyileşmesine bakın.

Kolaylıklara rağmen bir finans şirketindeki yardımcı arşivci maaşım ödemem gereken miktarın fazlasıyla altındaydı. Böylece cerraha geri döndüm.

Bana daha ucuz bir ruh bulmanın yolu yok mu? diye sordum ona. Madem ruhu taşıyan hakkında katiyen, en ufak bir bilgim ya da fikrim olmayacak, ki ayrıca ruh da görülmez olduğuna göre, bana hayvan ruhu takın olsun bitsin.

― Düşünmeyin bile, diye feryadı bastı cerrah. Hayvanların nerdeyse nesli tükendi, haberiniz yok mu? Bizlerin, bilim insanlarının hayvanlardan oldukça dirençli ruhlar edinmeyi başardığı ve bu ruhların insanlarınkine göre hiç de fena iş görmediği doğrudur. Oldukça pahalı cihazlardan çıkan bu ruhlar (ama gerektiğinde daha sıradan cihazlarla da yetinilebilirdi) en revaçta olanlardı. Domuz ruhu taşıyan yüksek tabaka insanları tanıdım. Eşek ruhundan medet uman bilginler… Her biri halinden hayli memnundu. Şu fişlere bakın, diye ekledi, bana koca bir fiş kutusu göstererek, burada öküz, kedi, köpek ruhu adapte ettiğim ünlü müşterilerim var. Ayrıca fare ruhunu da tecrübe ettim (müşterilerim arasında fare ruhu taşıyan birkaç yatırımcı bulunmakta) ancak bunlar melankoliye ve işlevlerini fazlasıyla şüpheli hale sokan bir işkence takıntısına eğilimli. O devirde farelere ihtiyacımız yoktu. O iş çok çok gerilerde kaldı. Toprak verimliydi, etrafımızda her çeşit harika hayvan, kaynıyor gibi, çok sayıda ürüyordu. Bunlara ait ruhların hepsi mutlu mesut, iyimser hayvanların ruhlarıydı. Fareler, baykuşlar, yarasalar, melankolikler, inatçı kuzgunlar, bunlardan uzak durmak gerekiyordu. Kaz ruhu, papağan ruhu edinmek için muayenehanemden geçmiş ekonomistlerin, istatistikçilerin olduğundan şüphe edilebilir mi? Bu işte günah olmadığını kabul edin lütfen. Fakat ne yazık ki öküze, ata, eşeğe, ineğe, domuza, kaza, köpeğe, kediye artık nadiren rastlanıyor. Hayvanlar yerine makinelerimiz var –tekniğimizin zaferi- tanklar, uçaklar, denizaltılar… ki bunlarla ne kadar gurur duysak yeridir. Ancak şunu da kabul etmeliyiz: bu makinelerin ne açlığımızı giderecek etleri ne de hasta ya da yıkılmış ruhların yerine geçecek ruhları var. Ama kimbilir, diye ekledi cerrah, meseleyi araştırmak gerek. Olur ya, belki o makinelerin de ruhu vardır… Öyleyse, insanlığın hizmetine sunmak için o ruh çıkartılabilir. Bir mühendise neden bir lokomotifin ruhu takılmasın, bir denizciye bir geminin, bir elektrik teknisyenine dinamonun? Tüm bunlar şimdilik düşlerin ve uzun laboratuvar araştırmalarının dünyasına ait. Size gelirsek, sizinki bir askerin ruhu olacak.


17 Eylül 2021 Cuma

Théophile Gautier | JETTATURA: Kemgöz | Googleplay'de tekrar yayında

         

                                                    


Rahat ve mutlu bir yaşamı olan, soylu bir İngiliz genç kızı Miss Alicia Ward, sağlığının ansızın bozulması nedeniyle adadan ayrılır ve amcası ile birlikte Napoli’de deniz kıyısında bir çiftlik evine yerleşir. Akdeniz’in herdaim taze, canlı tabiatı ona iyi gelir; genç kadın sağlığına yeniden kavuşmaktadır. Ancak nişanlısı, Paul d’Aspremont’un ziyarete gelmesiyle bu iyi gidiş tersine döner, genç kız tam da yaşam saçmaya başlamışken yeniden solmaya yüz tutar.

   Batıl inançları kuvvetli Napoli halkı, genç adamı daha karada görür görmez ona ‘kötü gözlü’ damgasını vurmuştur. Karşılaşmalarıyla birlikte sevgilisinin sağlığının yeniden kötüye gitmesi, tesadüfî görünse de varlığıyla rol aldığı, zincirleme sıralanan kimi kazalar, onu görünce muskalarına davranan, mistik el işaretleri yapan şehirliler, kahramanımızın kendinden şüphe etmesine, geçmişte yaşadığı kötü olayları gözden geçirmesine neden olur. Acaba gerçekten başkasına felaket getiren lanetlenmiş bir ‘kemgözlü’ müdür?

    Trajik bir aşk hikâyesini konu alan bu kısa romanda Gautier, büyüleyici bir deniz manzarasıyla başlayarak on dokuzuncu yüzyıl Napolisini tüm canlılığıyla resmediyor. 


DARALT



25 Mayıs 2021 Salı

Régis Messac | Quinzinzinzili | I. Bölüm | [son]

 

Gelelim meşhur güne, öfke gününe… bir dakika, bunu daha önce nerede duymuştum? Aklıma gelmiyor. Öfke günü dağdaki serinlikleri, kireçtaşından ilginç oluşumları ile bilinen mağaralara yapılan bir gezinti günü olmalıydı. Her şey çok hızlı gelişti, birdenbire, pek çok insan günlük rutinlerinin teker izinde telaşsızca ilerlemeye devam ediyordu. Koruyucu Melek’e tam da Doğu’da işler kötüye gitmeye başladığı anda varmıştık (hah işte, otelin adını hatırladım), ilk kınamaların kabalığı ve sertliği, genel belirsizlik, bizi başka planlar yapmaktan caydırdı. Lord Clendennis ne mektuplarıma ne de telgraflarıma yanıt vermişti. Sanırım sansüre takıldılar. Belki de lord, kayıptı ya da ölmüştü. Bununla birlikte yaşım göz önüne alınırsa, harekete geçmek için bir emir almak zorundaydım. Ama emir memir gelmedi. Her şey çok çılgıncaydı, aptalca ve çılgınca… Ama tüm bunlar şimdi az, çok az önem arz ediyor. Sonrası için de. Doğrusu, bir ya da ikinci üçüncü bir hamle, bir ya da ikinci üçüncü bir yer, hangisinin ne önemi olabilir ki… Peh!

Böylece, toparlanıp mağara akınına katıldık. Yalnız değildik. Devrinin izcileri gibi giyinmiş, yirmi yaşlarında bir kılavuzun yol gösterdiği, preventoryumdan çocuklara katıldık, sayıları bir düzine kadardı. İzcinin ne olduğunu açıklamak için çok yorgunum. O delikanlı kocaman gözlükleriyle hâlâ gözümün önüne geliyor, zayıf yüzlüydü, yürek şeklinde boynu kızıl fularından çıkıyordu. Ufaklıkları militer bir biçimde yönetiyor, hırlayarak, onlara durmadan kısa buyruklar yöneltiyordu. Bölgede meşhur olan mağaralara ziyaretçileri götürmeyi alışkanlık edinmişti. Tatilimizin başından itibaren böyle bir gezi yapmayı planlamıştık. Işıl ışıl bir gündü. Kahvaltı yaparken yalnızca son cümlesini hatırladığım bir ajansı dalgınca dinledikten sonra: “Afrika artık yanıt vermiyor”, sıcaktan sakınmak için sabah erkenden çıkmıştık. Yeterince trajikti. Ama trajik haberlere çoktan fazlasıyla alışmıştık, her ne kadar çoğunlukla ertesi gün yalanlansalar da. Dünyanın sonunun programda o sabaha yazıldığına dair hiçbir şüphe ya da fikir yoktu. Dies irae, dies illa… şimdi bu ilahi söyleniyordu, eskiden küçükken, bilmiyorum nerede… Peh!

Böylece yola çıktık. Çocuklar neşeyle gevezelik ediyordu; patikanın çakılları ayaklarının altında yuvarlanmaktaydı, bayırların aromatik otları havaya kokularını yayıyordu. Bir çeşit su yolunu takip ediyorduk, dağın, nadir ve bodur bitki örtüsüyle kaplanmış çıkıntı ve kolları sağımızda solumuzda uzanıyordu. İniş ve çıkışlarla geçen bir ya da iki saatten sonra, yolumuz dikine bir faleze yanlamasına yaklaşan, yığma toprağa benzeyen bir şekil aldı. Mağaraların girişi, orada, kayaların eteğindeydi. Giriş yolunu destekleyen yamaçlar büyük ölçüde sunniydi. Doğal mağaraların ilk kâşifleri falezi dolaşmak ve yukarıdan halatla girişe kadar sarkmak zorunda kalmış olmalıydılar. Charles ve Ratbert diğer çocukların içine karışmıştı, içlerinde bir kız da vardı, ve neşe içinde çeneçalıp duruyordu. Ben arkadan yürüyordum, düşüncelerimle bir başımaydım, kılavuzla sohbet etmek hiç içimden gelmiyordu. Üstelik savaşı düşünmüyordum. Kafam, Biarritz’te, aralık ayında bulmayı umduğum, Elena Bubulco’daydı… Yazık! Elena şimdi nerede? O artık, sadece benim telaffuz edebildiğim ve benimle birlikte yok olacak bir isim ve hecelerden ibaret. Peki Biarritz? Deniz belki de gazinonun enkazından yüzlerce metre yüksekte gürüldüyor.


Neşeli topluluk mağaradan içeri girdi, dönüş yoluna geçmeden önce burada piknik yapılacaktı. Düzen verilmiş olmasına rağmen, bu mağara, bu mağaralar dizisi, başka pek çok ünlü mağara gibi daimi bir bekçiye sahip değildi. En arkada, ayakta girişte bekledim, bakışlarımı ufka yatırdım, kara bir nokta görür gibi oldum, manzaraya güney ve deniz yönünde sınır çeken en sondaki şişkin dağ yamaçlarının üzerinde…

Büyüyen, top top olan bir noktaydı, mürekkeple lekelenmiş bir pamuk tabakasına benziyordu.

- Galiba fırtına kopacak, dedim kılavuza, kayıtsız bir ses tonuyla, mağaranın içine dönerken.

- Olabilir, diye yanıtladı, her şeyi öngörmüş bir adamın sakinliğiyle. Ama güvendeyiz, ayrıca buralarda fırtına uzun sürmez.

 

Mağaranın -mağaralar dizisinin- meşhur uçurumları bilenler için hiçbir orijinal yanı yoktu. Ama şimdi meşhur uçurumları bilen mi var? Belki ben de onları rüyamda görmüşümdür. Birbirinin dengi olmayan şu üç ya da dört galeriyi de belki rüyamda görmüşümdür, hele ilk ikisi küçücük ve hiçbir özellikleri yok, yarı çukur yarı korunağa benziyorlar, tavanları çatlak çatlak. Tavanları gayet net görülebiliyordu. Üçüncüsü, çok daha geniş ve derindi, sadece elektrikli lambaların ışıklarının görülmesine izin veriyordu. Bu şekilde bakıldığında, bu belli belirsiz ışıkların dalgalı, titrek aydınlatmasında, olduğundan çok daha geniş görünüyordu. Tavanda ayrıca yer yer ışıldayan kabartılar, sarkıt başlangıçları vardı. Sağda da bir çatlak, gömme bir dolabı andırıyordu, daha küçük bir mağaraya giriş sağlıyor gibiydi. Ama ziyaret edilmiş miydi? Bunun karşısında ise dikine inen dar bir geçit, dibinden bir çağıltı duyuluyordu. Galiba bir yeraltı nehri. Ama hiç keşfedilmemişti.

Ziyaret hıphızlı tamamlandı, çocuklar yemek istediler. Orada ışıklı bir yerde mi dışarıda açık havada mı yemenin daha iyi olacağına dair bir tartışma yaşandığını hatırlıyorum. Biraz yorulduğumdan  yere, dar geçitin yakınına oturdum, gizli nehrin çağıltısına dalıp gittim. Gözlerim açık bir düşe kendimi bıraktım, bu dekorda bir mağara adamı olduğumu hayal etmenin tadını çıkartıyordum. Orada ateşin yanına çökmüş, ilikli kemikleri emerken, yahut üzerimi barbarca desenlerle kaplamak veya primitf sevgilimin yağlı tenine dövme yapmak için dumanın isiyle bir çeşit kozmetik hazırlarken… Bana öyle geliyor ki şakacı bir demiurgos bu hayali kurarken duydu beni… Korkunç bir gürültüyle yerimden fırladım, sersem haldeydim.

Bu gürültünün içinde önce bir boşluk açıldı ve içi çocukların ciyak ciyak bağırışları, küçük kızın tiz çığlığı ile doldu. Kılavuz, ilk yardım çantasını yere bıraktıktan sonra, hafif eğilmiş, olduğu yerde kaldı, kafası çıkışa doğru uzanmıştı.

Ona bağırdım:

- Bu da ne? Fırtına mı? Diziler halinde patlamalar duyuluyordu, hem çok şiddetli hem de korkunçlardı. Ama hele de vakit öğlense yaz yağmurunda da böyle yıldırımlar düşmez mi! Tekrar ettim:

- Fırtına mı?

Kılavuz kafa salladı ve sendeledi.

- Pek sayılmaz… Galiba bombardiman. Gidip bakacağım.

İlk mağaralara, yani girişe doğru atıldı. Şaşkına dönmüş çocuklar küme küme etrafımda toplandılar. Bir tanecik el lambası yere düştü ve içinde gölgelerin hareket ettiği zayıf bir ışık yaymaya başladı. Gürültü bir an zayıfladı, sonra çok daha korkunç bir hal aldı. Gümbürtü, patırtı, patlama aralıksız birbiri üstüne yığılıyordu, duyulup duyulmadıkları anlaşılamaz hale geldi. Birden, fenerden yayılan cansız koni ışıkta, kılavuz belirdi. Sendeledi, çene kayışı olan bej fötrü sırtına düştü, iki eliyle boğazını tuttu. Hemen yanımdan geçti ve niçin anlamama fırsat olmadan kaçışına devam etti – zira bu bir kaçıştı. Ve dar geçitin girişine vardı.

Geçit onu yuttu. Düşüşünü duymadık bile. Bedeni nereye kadar yuvarlanmıştır asla bilemeyeceğim.

Böylece tüberkülozlu bir avuç çocukla yıkık bir dünyada kalakaldım.



19 Mayıs 2021 Çarşamba

Régis Messac | Quinzinzinzili | I. Bölüm | [IV]

 

Buradan itibaren belgelerim seyreliyor, hatıralarım da. Ayrıca, ben de herkes gibi olup bitenler hakkında sadece kısıtlı bilgiye sahiptim; çoğunlukla şaşılacak derecede eş zamana rastlamaları yahut ultra-hızlı art arda gelişleri artık neden sonuç ilişkilerini tespit etmeye izin vermiyor. Bu noktadan itibaren devamını getiremeyeceğim birkaç genel bakıştan başka bir şey sunamayacağım -kötü bir Kodak’tan alınan şipşak fotolar gibi…- Öyle anlar oldu ki alet artık çalışmak istemedi, yahut klişeler iç içe geçti, kimileri de barok bir şekilde üst üste bindi, ve belgelendirmede sayısız boşluk oluştu.

Kabaca tüm söyleyebileceğim, bir birinci periyot olduğu, tahminimce üç hafta kadar sürdü (ama belki üç ay, ya da üç gündür), bu periyotta savaş bildiğiniz savaş gibi, yani 1914’teki gibiydi. Öldürmek için neredeyse aynı ya da aynı menşeeden yöntemler uygulanıyordu. Mutlu bir tesadüf eseri, Loraine ovası semalarında Fransız ve Alman uçakları karşılaştı, ve birbirlerini karşılıklı neredeyse topyekün yok ettiler. Her iki tarafta da yeni uçakların imalatına yoğunlaşılan kısa bir duraklama devri oldu… Duraklama dönemi derken… Bu kara zırhlıları arasında geçen bir dev muharebeler dönemiydi. Gazeteler, ağır toplarla donatılmış bu tür süper tanklara böyle diyordu; neredeyse hiçbir silah bunlara işlemezdi, o zamana değin görülmedik bir yıkım gücüne sahiplerdi. Bu çelik leviathanlar toprağın altını üstüne getiriyor, ancak önemli bir sonuç elde edemeden üç eyaletlik bölgeyi hepten sallıyorlardı. Paris’te şampanyanın önü arkası kesilmiyordu. Ünlü bir düşes kadınlar için, kısa şort ve sütyensiz, yarıçıplak gezinme modası başlattı, bele de aksesuar niyetine, baldırlar üzerinde sallanıp duran gaz maskesi kutusu takılıyordu. Bunun diğer savaşlar gibi bir savaş olacağı kanısı yerleşmeye başladı, yani son savaş gibi, gece kulüplerinde işler tıkırındaydı.

Pek çok ulus hâlâ kararsızdı. Bildiğim kadarıyla, İtalya seferberlilk ilan edecek vakti son anda buldu, ancak savaşa doğrudan katılmadı. İngiltere hâlâ tereddütteydi, hangi gruba dahil olacağını bilemiyordu. Aptalca bir olay onu Fransa’ya karşı kışkırttı. Hamburg’u yerle bir etmekle görevli bir filoya ait bir bombardıman uçağı yoğun bulut nedeniyle yolunu kaybetmiş, Kuzey Denizi ve Manş üzerinde uzun süre başıboş dolaştıktan sonra, sabahın ilk ışıklarında, benzini tükenince Folkestone’a düşmüştü. Taşıdığı son model bombalar neredeyse tüm şehri harabeye çevirdi. Bu kaza, dumanı tüten yıkıntıların ve başsayfanın tam ortasında tanınmayacak haldeki üç aylık bir bebeğin fotoğraflarını yayınlayan Rothermere basınınca bile isteye düzenlenen bir düşman saldırısıymış gibi gösterildi. Tüm Birleşik Krallığı bir korku ve ürperti dalgası kapladı, Fransız canavarlara zaten bilenecekleri kadar bilenmişlerdi, çok geçmeden savaş ilan ettiler. Bir İngiliz filosu, Calais’deki bebeklerin Folkestone’dakilerle aynı kaderi yaşamalarını sağladı. Ancak İngilizlerin daha fazlasını yapmaya vakti olmadı.


 

Doğrusu ikinci döneme giriliyordu. Kısa oldu, ve tüm umutlara son bir nokta koydu. Bu umutların hepten çılgınca olduğunu söyleyemeyiz… Gerçekten de düşünmeye başlanmıştı, savaşan birlikler dostluk kuruyordu, ve eğer… Ama şimdi tüm bunlardan konuşmak neye yarar? Yıkım kuvvetleri çoktan işe koyulmuştu. Dünyayı yok etme formülü çoktan hasta bir Demiurgus’un beyninde tasarlanmıştı. Bundan bahsediliyordu, ve önceden de üstü kapalı bir biçimde çokça bahsetmişlerdi. Savaş ilanlarının öncesinde bile… Bir Japon’du. Adı Tokuko Hayashi idi. İcadı, daha doğrusu icatları, zira iki icadı vardı; işte bunlar birbirini tamamlıyordu…

 

Az önce gözüm karardığı için kesmem gerekti. Metabolizmamda bozulan bir şeyler var. Ciğerler mi, beyin mi? Muhtemelen ikisi de… Ama uzun sürmedi. Şimdi kâğıdımın başındayım.

 

Nerede kalmıştım? –Ha, evet! Tokuko Hayashi. İzomer bileşikleri olan ağır bir gaz icat etmişti –herhalde şöyle diyorlardı- azot protoksit…

Şakaklarım nasıl zonkluyor. Sisin içinde yazıyorum. Can yakan elektrik dalgaları alnıma alnıma vuruyor. Her neyse, Hayashi’nin gazı; bunu sınırsız miktarda üretiyor, oksijen ve hava azotuyla kombine ediyordu. Aslında, onun yöntemiyle, reaksiyona fitilini takmak yeterliydi, bundan sonrası kendi yolunu takip edecekti, ama nereyse muallak bir biçimde. Atmosferimizi oluşturan oksijen ve azot ansızın teneffüs edilemez bir kimyevi bileşiğe dönüşüyordu, üstelik  bu bileşiğin elmacık kaslarını geren –yani güldüren- tuhaf bir özelliği vardı, ya da en azından surata gülümseyen bir ifade veren. İşte insanlar bu şekilde ölmek zorunda kalacaklardı, zira gülmek insana özgüdür.

Tüm bunlar gazete ve dergilerde epeyce açıklandı, ancak fantastik bir varsayım formunda… Meseleyi ciddiye almaya yanaşmıyorlardı. Ancak üretim yöntemi bal gibi de oturmuştu. Japonlar buna hemen başvurmadılarsa, sebebi büyük ihtimalle insani bir çekingenlik değil, Almanlarla yapılan bir antanttı. Meşhur formül, düşmanlıklar başgösterir göstermez, yakıt ikmali yapmadan nerdeyse sınırsız mesafe kat edebilecek bir süper-alman-denizaltısına emanet edildi. Neu Breslau (Birinci Dünya Savaşı’ndan bir denizaltının görkemli hatırasını yaşatmak için bu ad konmuştu) genç bir mühendis Kurt von Rechbein tarafından kumanda ediliyordu. Denizaltı ayrıca küçültülmüş bir modeli ve telemekanik bir torpilin planlarını taşıyordu; doğrusu, torpilin Hayashi’nin değil, Rechbein’in icadı olduğu söylentisi çoktan yayılmıştı.

Denizaltının, sadece tahminlere indirgenen dönüş yolculuğu, hayli uzun sürecekti. Suyun altında hızı hayli düşürüldü. Fakat sonrasında olanlar gösteriyor ki, bağlı olduğu limana varır varmaz, Japon ve Alman iki kurmay heyeti, özenle çalışılmış ve odaklanılmış bir plan uyarınca hareket ettiler. Sabit tarih ve saatlerde telemekanik hava torpillerini taşıyan çok sayıda küçük donanmayı harekete geçirdiler. Menzillerinin sonuna gelince torpiller alçalıyor, açılıyor ve ayrışmaya, ya da daha doğrusu atmosferi yeniden oluşturmaya başlıyor, her bir ünite için binlerce on bin metrekarelik engin bir alana etki ediyordu. Sadece yüksek dağ zincirleri etki alanlarını kısmen kesintiye uğratıyor ya da sınırlıyordu.

Tokyo’dan iki ayrı donanma grubu hareket etti, biri Asya’ya biri de Amerika’ya doğru. Berlin kendininkileri özellikle Rus steplerine fırlattı, ancak bunlardan düşmeyip başıboş yoluna devam edenler yahut rotasını İngiltere’ye, İrlanda’ya, kuzey kutbuna, Afrika’ya doğru şaşıranlar oldu. Yavaş gidiyorlardı. Onlar hedeflerine varmadan, fırlatılış haberleri bir efsane gibi radyo ve telgrafta henüz hâlâ dönüp dururken, bir Amerikan filotillası sürat yapıp onları yakaladı, ve Tokyo’nun tamamını, Japonya’nın diğer önemli şehirlerini de bilindik yöntemlerle yok etti. Tokuko Hayashi yurttaşlarıyla birlikte icadının başarısını göremeden can verdi.

Sonra neler olduğuna gelirsek; yarım yamalak bir genel bilgiden ve tahminlerden başka bir şeyim yok. Doğruluğu kesin son haberler engin Asya kıtasını içeriyordu. Çin ve Hindistan ovalarında torpillerin yerle buluşmasını, ani ve tam etkileri takip etti. Nedenini bilmeden, anlamadan, sarı yığınlar, uyuşuk çeltik tarlalarında, dev ırmaklar boyunca, soludukları havanın aniden boğucu hale geldiğini hissettiler. Elmacık kemikleri aniden çıkkınlaştı, gözleri kısıldı kısıldı, eğik bir çizgi haline geldi, Moğol çehreleri sonsuz bir sırıtış ile gerildi. İnsanlar biçilmiş ekin demetleri gibi ovalara saçıldı ve büyük şehirlerin kalabalıkları ölü kalabalıklar oldu.

Birleşik Devletler’de benzer olayların gerçekleşip gerçekleşmediği hakkında sadece varsayım üretilebilir. Her türlü iletişim aniden kesildi. Yeni kıta büsbütün sessizliğe büründü.

Felaket herhangi bir tedbir almaya fırsat kalmadan Avrupa ve Afrika’yı dövmeye çoktan başlamıştı. Cehennemlik kimya mucitlerinin öngörmüş olması lazım gelen bir geri tepme şoku sonucu, Rus steplerinde başlatılan atmosferik ayrışma Avrupa ovalarına yayıldı, ve sadece gitgide daha da büyüdü. Almanya, Fransa, İspanya, İngiltere, havalarının güldürücü gazla zehirlendiğini gördüler. Ve her yerde, vadilerde yahut zirvelerde, sokaklarda ya da caddelerde, köylerde ya da metropollerde, gölge düşmüş tarlalarda yahut ışıldayan plajlarda, yüzü kırışmış, eller, hava geçişini –artık olmayan bir havanın geçişini- genişletmek içinmiş gibi boğazda, insanlık sırıtarak öldü.

 

Aynı zamanda, beklenmedik olaya insanlık tarihinde görülmedik şiddette atmosferik felaketler eşlik etti. Esasında meşhur gaz, hava ile aynı yoğunlukta değildi. Atmosfer tabakalarında  ani basınç ve basınç azalması oluşturduğu ya da oluşturmaya başladığı her yerde havaya akın ediyordu. Birden ortaya çıkan geniş hava boşlukları, devasa hava uçurumları gazdan okyanusu aniden kesiyordu; henüz yok olmamış hava tabakaları ise bir volkandan püsküren lavların şiddetinde bunları doldurmak için içlerine hızla hücum ediyorlardı, hem de bir volkan ordusunun gürültü patırtısıyla. Görülmedik hızda ve şiddette kiklonlar[1] bütün okyanuslarda baş gösterdi, ve jeolojik dönemlere denk bir kuvvette deniz baskınlarına yol açtı. Nerdeyse bütün kıyılar sular altında kaldı, ve elbette, ne kadar büyük olursa olsun, tek bir gemi bile böylesi fırtınalarda bir atom taneciğinden daha ağır çekmedi. Adaların nüfusları şüphesiz ki tamamen üzerlerinden yıkandı. Ancak şu da doğal ki, Amerika ile iletişim kesildiğinden beri yerkürenin büyük bir kısmında neler olduğunu tam olarak öğrenebilecek hiçbir vasıtam yoktu. Belki, bir yerlerde, Avustralya’da, Afrika’da, Güney Amerika’da –kimbilir belki daha yakında- tıpkı şu an benim parçası olduğum topluluk gibi, barbarlık içinde sefil bir hayatı devam ettirmeye çalışan insan topluluğu kalıntıları vardır.

Sıra geldi hangi kozmik ve ironik kaza eseri hayatta kaldığıma… Kuşkusuz Avrupa’da tekim, bir grup çocukla birlikte.

 

Şu an dikkatimi kendi yazgıma vermeliyim, zavallı kafam bir kez daha kazan gibi oluyor. Tek olduğumu gayet net hissediyorum. Yalnız mıyım deli miyim? Önemi yok. İkisi de aynı şey değil mi?

Lozère’deki kasaba, adı neydi şunun? Herhalükârda, bir önemi var mı? Gene de beni delirtiyor. Dağın yamacına iyi yere konmuş bir otel vardı, yanından bir korniş yol[2] geçiyordu. Charles’a, iki erkek kardeşten küçüğü, yükseklik terapisi tavsiye edilmişti. Biraz tüberkülozu vardı. Anlaşıldığı kadarıyla, bölge bu tür hastalıklar için mükemmeldi. Otelin biraz yükseğindeki zirvenin tepesinde, çocuklar için bir preventoryum vardı, ve o zaman pek kalabalık sayılmazdı. Galiba otuz çocuk kadardılar. Belki daha fazla. Kim bilir? Bu çocuklar tarihte bir rol oynamak zorunda kalacaklardı. Göreceksiniz.



[1] Hızla ve döne döne ilerleyen kasırga (ç.n.)

[2] Sahil yolu (ç.n.)


17 Mayıs 2021 Pazartesi

Régis Messac | Quinzinzinzili | I. Bölüm | [III]

 

Bilindiği ve daha önce değindiğimiz üzere, olaylar zincirinin marşına Doğu’da basıldı. Savaş ilan edilmeden önce, uzun aylar boyunca, gizli ve sessiz, için için gelişen bir savaş yürütüldü, ki hakkında sadece çelişik ve eksik bilgilere sahibiz. Bu gizli savaşlar özellikle Mançurya’da, ve de Rusya ve Japonya arasında vuku buldu. Zaman zaman bir kızıl uçağının Japonlarca düşürüldüğü bildiriliyordu, ya da tam tersi, Ruslar tarafından bir Japon filotillasının bombalandığı, tam da Doğu Çin demiryolunu bombalamaya çalışırlarken… Sonuçta bu tür haberler her zaman neye yol açarsa o oldu: yalanlana yalanlana sonunda gerçek oldular. Savaş Uzakdoğu’da bir çırpıda oldu-bittiye getirildi. Savaşı ilan etme inisiyatifini Rus Hükümeti üstlendi, ancak bu ilanın savaşa yönelik olmadığının altını çizme özeni gösterdiler, bu daha çok bir durumu kabul etme ve diğer güçlerden sonuçlarını çıkarsamalarını talep etme ilanıydı. Diğer tarafta Japonya ise Rusya’dan çok daha üst bir perdeden savaş ilan ediyordu, iyi niyet adına protesto çekti ve dünyanın gözü önünde, kendinin haksız yere saldırıya uğradığını tüm dünyaya duyurdu.

Bu iyi niyete kimse inanmadı, ancak aynı zaman diliminde gerçekleşen ya da aynı zaman diliminde açığa çıkan bir dizi olay, çok kısa bir sürede diğer güçleri de savaşın içine çekecekti. Başta Birleşik Devletler’i. Japon donanmasından genç bir subay, emir almadan ve kendi insiyatifiyle (en azından hara-kiri yapmadan önce halk önünde bildirdiği bu şekilde) gemisiyle gidip Honolulu’yu bombaladı. Doğal olarak geminin, bir deniz filosunun öncüsü olduğu düşünüldü. Amerikan donanması derhal harekete geçti. Atlantik kıyılarındaki filolara, Panama Kanalı’ndan geçerek Pasifik limanlarına ulaşmaları emri çoktan verilmişti. Ancak Amerikan gemileri henüz kanala girmişti ki önleri kesildi. Ticari bir İngiliz buharlı gemisi, steamer Banshee, kaptan Hobgoblin, bir alavere havuzunun tam da önünde ve tam da zamanında alabora olmuş, tüm trafiği aylarca tıkamıştı. Mucize eseri tüm mürettebatı ile canlı kurtarılan Kaptan Hoblogoblin, büyük bir ağırbaşlılık ve beyefendilikle Amerikanlar’a özürlerini ve kazanın istifleme hatası ve Kör Talih’ten ileri geldiğini bildirdi. Bu olay Birleşik Devletler’de vatansever bir öfke patlamasına ve İngiltere’ye karşı bir hınç dalgasına yol açtı. Kaptan Hoblogoblin herhangi bir kanıt sunulamadan, İstihbarat ajanı olmakla suçlandı. Bununla birlikte İngiltere meseleye hemen müdahil olmadı. Hükümeti, otantik parçalarla, Hobgoblin’in İrlandalı olduğunu kanıtladı ve Amerikan hükümetinden konuyu özgür İrlanda Devleti ile çözmelerini rica etti.

Ancak trajedide olay örgüsünü hızlandıracak yeni sahneler, adı hayli kötüye çıkmış Pasifik Okyanusu’nun başka noktalarında gerçekleşiyordu. Hindi-Çin’de ve Hindistan’da eşzamanlı isyanlar başgösterdi. Yerel otoriteler bu isyanları, gözleri dönmüş gibi, hayli kanlı biçimde bastırma yolu seçti. Bu tür bastırmaların daima yol açtığı protestoları yatıştırmak için vatansever Fransız basını (hangi bilgilere dayandıklarını allah bilir) isyan liderlerini Berlin’e uşaklık etmekle suçladı, en azından Tokyo dememişler. Le Matin gazetesi, Hanoi isyanları üzerine bir araştırmanın sonuçlarını yorumlarken, iri puntolarla şu manşeti taşıyan özel bir baskı yayınlıyordu:

ASİLERİN CEBİNDEN JAPON ALTINI ÇIKTI

Elbet Fransa’da bu Japon altınını hangi emareden tanıdıklarını soracak kadar meraklı yarım düzine kadar zihin vardı, ancak genel hayhuy içinde sesleri yitip gitti. Bundan sonra da Japonya’nın Fransa’ya savaş açtığı ve Hindi-Çin’e saldırdığı duyuldu. Benzer bir süreç, Hindistan’da, İngiliz kamuoyunu savaşa hazırlamak için katkı sunmalıydı. Ancak bu sefer Hindu asilerin cebinden çıkan Fransız altınıydı, kaldı ki onların değil altın, cepleri bile yoktu. Ancak, Bunau-Varilla’nın tam da dengi Lord Rotherme’nin basını, olayları ülkesinin kamuoyuna böyle yansıttı.

Ve Avrupa da çoktan çalkalanmaya başlamıştı. Hitler’in hücum kıtaları Ukrayna’ya giriyor ve Kızıl Ordu’nun büyük kısmının Uzakdoğu ile meşgul olmasından faydalanarak, buğday yurdunu zafer naraları eşliğinde işgal ediyordu. Böylece General Goering, Fransa’ya açıkça ittifak tekliflerinde bulundu; ancak ülke kamuoyu bu teklifleri kabul etmek için son derece kötü hazırlanmıştı. Yeniden güçlenmiş bir Alman’ın düşüncesi bile vatanseverleri dehşete düşürmeye yetiyordu, bu sırada solun tüm muhalefeti Japon tutumu nedeniyle veya Sovyet Rusya’yla yanaşıklığı nedeniyle tiksinti vermişti. Rastlantısal karakterde başka koşullar da şüphesiz ki ülkenin savaşa girişinin hızlanmasına katkıda bulundu. Sağlık sorunları nedeniyle görevden çekilen Cumhurbaşkanı Lebrun’un halefi, kelek adamdı (ama hangi politikacı öyle değildi ki). Kimseye belli etmeden hazineye değgin bir yolsuzluğa karışmıştı, milletin gözü önünde cezalandırılacak noktaya geldiğini görüyordu, ve yeni bir skandaldan kaçınmak için her şeye hazırdı. O ve arkadaşları yeni ve hakiki devrimin gelişini görüyorlardı. Savaşa bel bağlamayı tercih ettiler. Kısa sürede bir dizi elverişli sınır karışıklığı birbirini izledi, ve kamuoyunun seferberlik emrini kabul etmesini kolaylaştırdı, bunun hemen akabinde sıra, Rusya’nınkine benzer bir deklarasyona geldi, hatta Rus hükümetinin sözcüklerini de kullanmakta sakınca görmediler. Bu çok kısa deklarasyona, Fransız kamuoyundan türlü nüanslara karşılık gelen ve çeşitli günlük gazetede çokça yer bulan bir dizi bildiri eşlik etti. Burada başlıcalarına yer veriyoruz.

Başkentlerde basılan Echo de Paris’in kelimenin tam manasıyla, vatansever notası:

“Daha önce defalarca tekrar ettiğimiz ve uyardığımız üzere, zira tehlike ölümcüldü, Töton ikiyüzlülüğü nihayet Fransız bağışlayıcılığını alaşağı etti. Bizler için artık tek bir yaşam şansı var; atalarımızın toprağına daima göz dikmiş düşmanımıza karşı makul bir savaş: köklerini kazıma savaşı vererek hayatımızı tehlikeye atmak. Ebedi Fransa dünya üzerine ışığını boşaltmak istiyorsa, tüm Almanlar, sonuncusuna varıncaya dek kılıçtan geçirilmelidir. Tüfekler omza! Hansların peşine marş marş! Yaşasın Fransa!”

-General Cherpetitfils”

Petit Parisien ve başka pek çok günlük gazete ise başka bir çağrı türetti, bunlar genelde, hakkında hemen hiçbir şey bilmediğimiz devrin, Paul-Boncoeur adında, muallak bir siyasetçisine atfediliyordu:

“Yurttaşlar!

İflah olmaz bir düşman, tükenmek bilmez sabrımıza ve barışa olan tutkulu aşkımıza nihayet son verdi. Umarım başlarını dökülecek kandan yukarı kaldıramazlar, en azından idarecileri. Bizler için gepegenç onca hayat ne kadar kutsal ve nazik olsa da, yapabilecek tek şeyimiz var, o da hayatımız pahasına, yaşama nedenimizi müdafaa etmektir: devrimci atalarımızın haşmetli mirasını, özgürlüğümüzü, yasalarımızı korumaktan başka yolumuz yok. Yurttaşlar! Bugün, tehlikede olan Vatan’ın yardımına koşacak gönüllüleri toplayacak kaçınılmaz çağrı, memleketimizin her yerinde ve kafamızın üzerinde yankılanmalıdır. Cumhuriyet bizi çağırıyor: Yenmeyi bilelim ki yok olmayalım!”

Le Populaire’den ise başka bir çan sesi geliyordu:

“Bu nihai ve hüzünlü çağrıyı, heyecana kapılmadan, kalbimiz dile sığmaz bir üzüntü ile sıkışmış haldeyken yapıyoruz. Fırtınaya kapılma pahasına kendimizi tehlikeye attığımız kesin! Ancak akacak o kadar kan akla gelince gözyaşı nasıl tutulur… Ancak cumhuriyetçi özgürlüklerimizin son kalıntılarını, geri alamayacağımızı bile bile feda etmemiz, kendiliğimizden, hiç direniş göstermeden Hitlerciliğin çizmeleri altına yatmamız şart mı? Böyle olursa, kan kusan, son derece haklı kınamalara uğrayacağımız, sonsuza dek alnımızda kara bir leke ile yaşayacağımız kesindir. Yüreğimiz dertli, ruhumuz yaslı, ancak bu acı görevi yerine getirmekte kararlıyız. Ya kötü, ya kötünün iyisi, biz ikincisini seçtik.

Bugün SFIO’nun vatan için yeniden kurulduğu gündür,

-Leon Blum”

Humanité de kendi payına, hayli farklı bir ton benimsemişti:

“Yoldaşlar!

Kapitalist haydutlarca beslenen iki hükümet, kışkırtıcı hiçbir sebep olmadığı halde Rus yoldaşlarımıza saldırmışlardır. Genel konjonktür gereği bir burjuva partisiyle geçici de olsa ortak hareket etmeye karşı olsak da, yoldaşlarımızın yardımına yetişmeyi asla reddedemeyiz. Yeni dünyanın ve proleter gücün kalesi, SSCB’ye yapılan saldırıya karşı ilgisiz olamayız, olmamalıyız. Yoldaşlar! Rus Devrimi’ni, Dünya Devrimi’nin ruhunu korumak için çantalar sırtımızda, dinamitler ellerimizde, hepimizin!

-Florimond Bonte”

Bu şekilde, farklı, ama aynı sonuca varan pek çok sebepten, örgütlü tüm partiler savaşı benimseme ya da en azından kabullenmeyle karşı karşıya kaldılar. Sadece münferit birkaç kişi savaşa karşı çıktıklarını ve hiçbir şekilde onaylamadıklarını bildirdi. Bunlar çoğunlukla (bizce hatalı bir biçimde) dini bir kategoriye sokulan, kendilerine vicdani retçi diyen şu acayip tarikattan birkaç kişiydi. Dağınık, gözlerden uzak, siyasal destekten yoksun ve halk üzerinde hayli etkisiz olduklarından muhalif çığlıkları savaşın yükselen gümbürtüsü içinde yankı uyandırmadan kaybolup gitti. Bir başlarına yürüttükleri isyan çarçabuk bastırıldı. Basit bir polis operasyonu, ya da şöyle dersek, küçük çaplı bir katliam kimsenin gözüne çarpmadı. Kimileri, jandarma tarafından yakılan evlerinde can verdi; büyük bir kısmı, gizlice, gece vakti fener ışığında, bir kışla avlusunun sonunda kurşuna dizildi ve derhal düştükleri yere gömüldü. Kimileri de teker teker öldürüldü. Kimbilir yüce ne çok düşünce, barış hayali, kardeşlik, sevgi barındıran beyinleri, askerliği uzatılmış bir çavuşun beylik silahından çıkan kurşunlarla bir koğuş yahut karakol duvarına saçıldı.

Sonları ne denli üzücü olsa da bu şehitler, insanlığın kalanını bekleyen korkunç kader düşünüldüğünde talihli ve ayrıcalıklı addedilebilir…

İşte savaş böyle başladı.

 

Ve bu gerçekten sonun başlangıcı oldu.



Gülden Karaböcek - Derdimi Dökersem

Régis Messac | Quinzinzinzili | I. Bölüm | [II]

 

İkinci dünya savaşından önceki hızlı ve kısa periyotta, Avrupa kamuoyu, temelinde en ufak bir önemi olmayan skandallarla meşguldü, ayrıca bunlar hakkında kimsenin pek de bir şey bildiği yoktu. Hırsız polis oynayarak eğlenen ve polis olmaktan yorulduklarında hemen hırsızlarla yer değiştiren çocukların oyununu andıran,  seyircileri eğlendirme amaçlı haydut hikâyeleriydi bunlar. Düzenbazları yakalamakla görevli polisin elebaşlarınca satın alınıp alınmadığı asla bilinemezdi, adalet bakanının tutuklanıp astlarınca hapse götürüldüğünü görmeyi beklemek olağan bir şeydi.

Bu polisiye tefrikasıvari maceraların özellikle şöyle bir etkisi -hatta amaçları- vardı: dikkatleri dönemin asıl meselesinden, yani Japonya’nın kuşatılmasından başka yöne çevirmek. İnsanlığın alınyazısı bu sefer gerçekten de Uzakdoğu’da temsil edilecekti. Avrupa’nın güçten düştüğünü hiçbir şey bu kadar güzel gösteremez. Bu sefer Avrupa savaşı, Pasifik savaşının bir alt-ürününden başka bir şey olamazdı.

Verimsiz, çorak adalara sıkışmış Japonya, gitgide artan nüfusuyla, durumu kurtarmak için tek çıkış yolu görüyordu: Çin’in kolonileştirilmesi. Ancak diğer taraftan, hâlâ radyo setine, traş makinesine, Ford otomobile henüz sahip olmayan 300–400 milyonluk Asya pazarı, o sıralar hayli güç durumda olan Amerikan kapitalizmi için tek umuttu. Bu nedenledir ki, iki ülkede de, canhıraş bir savaş hazırlığı vardı. 1934 yılının başında, Japon donanması başkomutanı, amiral Osumi, Londra ve Washington Antlaşmaları ile donanma silahlanmasına getirilen sınırlandırmaları asla kaale almayacağını, kararlılıkla, açık ve net dile getiriyordu. Aynı esnada, Amerikan Kongresi Vinson Donanma İntikali Harcırahı’nı oyluyordu; beklenti büyüktü, Birleşik Devletler’in, tarihinin en güçlü donanmasına kavuşması söz konusuydu. Öyle ki başkan Roosevelt tarafından desteklenen donanma başkomutanı Swanson, Pasifik’te ilk kez, Alaska kıyıları açıklarında gerçekleştirilecek 1935’in büyük deniz manevralarına hazırlanıyordu.

Epey genişleyeceğini haber veren bir çatışma olasılığına karşı herkes müttefik bulma derdine düşmüştü. Başka sonuçlara gebe ilk jest, Sovyet hükümetinin Birleşik Devletler tarafından tanınması oldu. Bu kabul –ve hemen akabinde kurulan diplomatik ve ticari ilişkiler– müttefiklik değilse de bir çeşit ittifak anlamına geliyordu. Her biri iki ayrı kıtayı domine eden iki güç tarafından Japonya’nın kuşatılması oldu-bittiye getirilecek gibiydi.

Böyle bir tehdit altındaki Japonya da kendi payına müttefik arayışına girmişti: buldu da. Mutsuz Almanya, iktidara yükseldiğinden beri çare peşinde koştuğu gözlemlenen bir hükümet tarafından yönetiliyordu. Hitler satılıktı, Japonya da onu satın aldı. Ve böylece, Japonya’nın kuşatılmasına karşılık Sovyetler’in kuşatılması cevabı derhal verilmiş oldu.

Kuvvetlerin bu denkliği savaş ihtimallerini azaltmaktan çok gelecekteki muhariplerin savaş arzularını iyice azdırdı. SSCB merkez komitesinin IV. toplantısında Litvinof şunları bildiriyordu:

“Dış dünyayla ilişkilerimi gözden geçirdiğimizde Almanya ve Japonya kadar önemli ülkeleri hiç de göz ardı etmedim… Bu iki ülke ile ilişkilerimizin son safhası, onları ortak paranteze almamı hiç de istemediklerini ummamıza izin veriyor. Yanılmıyorsam aralarında bir ırk birliği olduğunu da resmen kabul ettiler.”

Kahkaha ve alkışlarla karşılanan bu imâlı sözler, herkes tarafından anlaşıldı. Esasında arî ırkın şampiyonu, otobiyografisi Mein Kampf’ta şöyle dememiş miydi: “Almanya, Avrupa’da yeni topraklar fethetmek istiyorsa, bu kesinlikle, SSCB’ye zarar vermeden gerçekleşemez. Alman toprağına, Alman kılıcıyla, yurtluk, millete ise refah vermek için yeni Reich’in eski Töton Şövalyelerinin yolunu benimsemesi şarttır.”

Az önce alıntılanan konuşmasında Litvinof’un yanıtladığı işte bu ve benzeri deklarasyonlardır. Litvinof şöyle diyor:

“Ayrıca antlaşmaların ‘hakkaniyetli’ bir gözden geçirimi için planlar söz konusu, önceden Baltık ülkeleri ve mesela SSCB gibi, Versay Antlaşması’ndan hiçbir kazanım elde edemeyen, kim olursa olsun asla haksızlık yapmayan kimi ülkelerin zararına, önceden kötü muamele görmüş ülkelerin toprak iştahlarını giderecek planlar. Böyle bir ahlak ve adalet anlayışı özünü Hotanto kabilelerinden mi alıyor anlamak mümkün değil, ancak arî ırktan almadığı kesin. Özünde her ne olursa olsun, bu ahlâkı hayata geçirmeye çalışırlarsa, 170 milyonluk güçlü Devletimiz’i her şeyiyle karşılarında bulacaklardır.”

Bolşevik partisinin yayınladığı, ve bu konuşmanın yeniden elden geçtiği resmi broşürde, alıntıladığımız son sözleri şu ibare takip etmekte: Alkış patlaması. Bu oratoryal patlama, dünya üzerinde kopmaya hazır olan fırtına sırasında kendini duyuracak kaçınılmaz başka bir patlamanın sadece habercisiydi.

Ama öncesinde hortumun içine başka ülkeler sürüklenecekti. Başta Fransa. Litvinof, aynı konuşmada güvenlik hakkında Fransız barışsever Herriot’nun kavramlarını çok ama çok hatırlatan bir tanım verirken “Geçmişte nasılsa öyle devam edeceğiz ve güvenliğimizi garanti altına alacak temel yöntemi, kızıl ordumuzu, kızıl donanmamızı, kızıl hava kuvvetlerimizi sağlamlaştırmak ve kusursuzlaştırmak adına geçmişe kıyasla çok daha fazla çalışacağız,” sıradışı bir tesadüfle, Herriot’a tam tamına sıcak bir övgü gönderiyordu:

“Fransız halkının en seçkin, en parlak temsilcilerinden Bay Herriot’un Birliğimize yaptığı ve barışçıl temennilerini dile getirdiği son ziyareti (alkışlar) sonrasında başlarında hava kuvvetleri komutanı olmak üzere Fransız hava kuvvetlerinin resmi temsilcilerinin ziyareti, Fransız-Sovyet yakınlaşmasına yeni ve kalıcı bir ivme kazandırmıştır.”

Aynı sırada, yalanlanmamakla birlikte, Sovyet hükümetinin, Creusot fabrikasına Bakü petrolünce garanti edilen, hatırı sayılır miktarda silah siparişi verdiğine dair farklı yerlerden sesler geliyordu.

Birkaç ay sonra büyük yankı uyandıran bir konuşmasında, Fransız savaş bütçesi röportörü, aynı zamanda milletvekili Archimbauld, mecliste Sovyet basınını, Sovyet havacılığını göklere çıkartacak kadar övüp, barışın en sağlam direklerinin Fransa ve Rusya olduğunu bildirirken iki ülke arasında gizli askeri antlaşmalar olduğunun açıkça anlaşılmasına izin veriyordu. Kendi payına Rus hükümeti ise Fransa’ya karşı dostâne beyanlarını çoğaltmaktaydı. Bakan Barthou’nun, adı unutulmuş küçük bir Balkan kralı ile birlikte Marsilya’da trajik bir biçimde öldürülüşü üzerine, Moskova Postası asla devrimci olmamış Fransız devlet adamı hakkında dile sığmaz övgüler yayınlamıştı.

Bu metinler ve bu olaylar, ve başka pek çok metin ve başka pek çok olay, hakiki gizli bir ittifakı, en azından, Archimbauld’un deyimiyle iki hükümet arasında bir antantı haber veriyor ya da açığa vuruyordu. Böylelikle Rusya kendi kuşatılmasına, bir yenisiyle –Almanya’nın kuşatılması ile- karşılık verdi. Böylelikle, Doğu’dan Batı’ya, en güçlü, en iyi silahlanmış, en savaşçı milletler bir çarkın dişleri gibi birbirlerini izlemek ve birbirinin içine oturmak durumunda kaldı: adı Savaş olan canavar bir makinenin canavar çarkıydı bu.

9 Mayıs 2020 Cumartesi

27 Nisan 2020 Pazartesi

İskandil_fantastik seçkide gelecek yayın: Eugène Mouton | Tarih Teleskobu


Eugène Mouton (Mérinos*)
L’Historioscope
Fantaisies başlıklı seçkiden
Charpantier
1883


TARİH TELESKOBU

« Paris, 19 Mart 1881

« Saygıdeğer Beyefendi,
« Sonsuzluk Mecmuası’nı düzenli takip eden bir okur olarak, “Amel-Marduk ve Neriglissor saltanatlarında canlı yılan balığı ticareti bakımından Asurluların Etrüsklerle ticari ilişkileri” hakkında yayınladığınız takdire şayan çalışmanızı ilgiyle, bir o kadar dikkatle okudum.
« Doğrusu, Amel-Marduk ve Neriglissor saltanatlarının çok daha öncesinde bile, o sıralar Fırat kıyıları hayli bayındır ve işlek olan imparatorluk ile Etrürya yerlileri arasında önemli, çeşitlilik bakımından zengin ticari ilişkiler olduğuna kesin gözüyle bakılıyor. Bu konu hakkında Eugibine Tabletleri de galiba gözünüzden kaçan bir pasaj içermekte, yine bu pasaj, Etrüsk toplumlarında yılan balığının hiyeratik karakterine faydalı bir ışık tutar. Herhalükârda, son derece isabetle sizin de ortaya koyduğunuz üzere, bu ticaret, olağanüstü gelişimini ilkin Amel-Marduk’a ikinci olaraksa (kardeşinin planlarını sürdürmekten başka bir şey yapmayan) Neriglissor’a borçludur.
Ben de sizin gibi bu dönemi (İ.Ö.) 260 ve 3697 yılları arasına yerleştirmek gerektiği kanısındayım, bence de daha dar bir zaman aralığıyla kestirimde bulunmak, gözüpekçe ancak iyi tartılmamış bir davranış olurdu. Babillilerin Etrüsklerle Amel-Marduk ve Neriglissor saltanatlarında aktif bir canlı yılan balığı ticareti yaptıklarını öğrenmek bile oldukça önemli, ve bu yüzden Babil imparatorluğunun son derece karanlıkta kalmış tarihinin bu mühim noktasını aydınlattığınız için bilim dünyası size büyük minnet borçlu.
« Yıllardır kendince tarihî araştırmalara adanmış biri olarak, sizinle iletişime geçmekten sevinç duyarım; ayrıca ilginizi çekerse, sadece Amel-Marduk ve Neriglissor saltanatlarında Asurlular ve Etrüskler arasındaki yılan balığı ticareti bakımından değil, genel biçimde, evrensel tarihin istisnasız her olayı hakkında elimde bulunan belgeleri sizinle paylaşmak, inanın benim için büyük bir zevk olacaktır.
« Her gün sabah beş ve üç arası beni evimde bulabilirsiniz: asla dışarı çıkmam ve neredeyse hiç uyumam.
« Yakında gerçekleşmesini umduğum ilk ziyaretinizin ümidiyle, Beyefendi, lütfen en derin saygılarımı kabul buyrun.
« Tüm samimiyetimle,
                                  daima hizmetinizdeyim.
« JOSEPH DURAND (de Tarne-et-Garonne)
« Pek çok ilim cemiyetinin üyesi,
Anglais Caddesi No 14.»


....

21 Mart 2020 Cumartesi

Lang Lee – 세상 모든 사람들이 나를 미워하기 시작했다

Denizin Dibinde Dönen Değirmen | Norveç Masalı | Derleyen (Mme) Louis Hourticq


(Mme) Louis Hourticq
Les Plus Beaux Contes De Tous Les Pays
Librairie Hachette Et Co.
1911, Paris.




DENİZİN DİBİNDE DÖNEN DEĞİRMEN

− Norveç Masalı −


Bir zamanlar iki erkek kardeş vardı. Bunlardan biri zengin diğeri fakirdi. Bir Yeniyıl akşamı, fakir kardeş yiyecek bir parça ekmeği bile olmadığı için zengin kardeşin kapısını çaldı. Allah rızası için yardım diledi. İlk kez böyle bir ricada bulunmuyordu, bu nedenle kardeşi onu kapıda görmekten haz etmezdi. Yoksul kardeşini yine karşısında görünce şöyle çıkıştı:
“Eğer söylediğimi yapacak olursan, şöminede asılı duran jambonlardan en büyüğü senin olacak.”
“Kabul ediyorum,” dedi fakir olan. Açlıktan kurtulmak için yılana bile sarılacak durumdaydı.
“Pekâlâ! İşte jambon. Hadi şimdi cehennemin dibine git!”
“Söz verince dönülmez… Bari cehennemin dibine gideyim,” dedi diğeri. Jambonu sarıp sarmaladı ve yola çıktı. Gün boyu yürüdü, ve gece çökerken, ak sakallı bir dedeyle karşılaştı.
“İyi akşamlar,” dedi ona.
“İyi akşamlar,” diye karşılık verdi ihtiyar, “nereye gidiyorsun?”
“Cehennemin dibine, ancak doğru yolda mıyım bilemiyorum.”
“Evet, doğru yoldasın, bak, cehennemin kapısı işte şurada. İçeri adım atar atmaz ne kadar iblis varsa başına üşüşecek, koltukaltına sıkıştırdığın o jambonu senden satın almak isteyecekler. Zira jambon - özellikle de cehennemde - az rastlanır bir yiyecektir. Ama sen jambonunu sakın parayla satma. Onlardan kapının arkasındaki değirmeni iste. O değirmene sahip olunca, geri gel ve beni bul, onunla ne yapacağını sana öğreteceğim.”
Jambonlu adam, bu değerli tavsiyesi için ihtiyara teşekkür etti ve cehennemin kapısını çaldı.
İçeri girdiğinde her şey ona söylenen şekilde gelişti; iblisler, irili ufaklı, etrafını çevirdiler, ondan jambonunu istediler.
“Benim niyetim onu karımla birlikte yemek,” diye yanıt verdi fakir adam, “biliyorsunuz bugün Yeniyıl; ama sizi eliboş bırakmaya da gönlüm el vermiyor; tek şartım var, kapının ardındaki değirmeni bana verin, jambon da sizin olsun.”
İblisler değirmeni vermeyi asla istemiyorlardı, kendi içlerinde tartışmaya, düşünüp taşınmaya en sonunda da pazarlık etmeye koyuldular. Fakir adamsa, dediğim dedik, asla esneklik göstermiyordu. Ne sundularsa geri çevirdi ve en sonunda değirmeni elde etti. Böylece cehennemden çıktı, yaşlı adamı tekrar görmeye gitti. İhtiyar ona, en iyi biçimde faydalanabilmesi için değirmeni nereye yerleştirmesi gerektiğini söyledi.
Fakir adam ona defalarca teşekkür etti. Ve evine dönmek için yola koyuldu. Ne kadar acele etse de boşunaydı, eve vardığında saat geceyarısını çoktan geçmişti.
“Nerede kaldın?!” diye çıkıştı ona karısı. “Yemeği yedim, saate bakıp bakıp seni bekledim… Yeniyıl pastası bekleme; çünkü evde un bile yok…”
“İstesem de erken gelemezdim, yapılacak bir işim vardı, bu yüzden uzunca bir yol yürümem gerekti. Sana ne getirdiğimi görünce çok şaşıracaksın!”
Değirmeni masanın üzerine koydu ve döndürmeye koyuldu; aynı anda masa güzel bir örtüyle kaplandı, şamdanlarla, yiyecek içecekle doldu; büyük bir şölene yaraşacak her şeyi görebiliyordunuz. Ne isterlerse, değirmen anında veriyordu. Evin hanımı yerinden asla kıpırdamıyor, durup dinlenmeden tanrıya şükrediyordu. Nihayet sözü, kocasının bu değirmeni nereden bulduğuna getirdi. Ancak adam yanıtlamayı reddetti.
“Nereden geldiyse geldi, fazla merak etme. İyi mi-iyi. Bu kadarını bil yeter.”
Yiyip içmeye koyuldular. Yeniyıldan sonraki üçüncü gün, tüm dostlarını evlerine davet edip büyük bir ziyafet verdiler. Misafirler arasında zengin kardeş de vardı, manzara karşısında alnı boncuk boncuk terlemişti, sürekli kardeşinin ağzından laf almaya çalışıyordu: “Yeniyıl akşamından önce bir lokma ekmeğe muhtaçtın… Ama şimdi kral yahut dük olmuş kadar varlıklı, eli açıksın; bu işin içinde bir bit yeniği var… Senden bir açıklama bekliyorum. Söyle, hangi cehennemden buldun tüm bunları?”
“Bir kapının arkasından,” diye yanıtladı kardeşi, ağzından laf kaçmış kaçmamış dert etmiyordu.
Aynı akşam, dayanamadı ve değirmenin hikâyesini kardeşine anlattı.
O andan sonra da büyük kardeş değirmeni satın almak için bastırdı durdu. Değirmeni bu kadar önemsediğini gören kardeşi, hasat zamanına kadar kendinde kalması şartıyla üç yüz talere[1] onu sattı.
“O zamana kadar yıllarca yetecek kadar erzak depolarım,” diyordu kendi kendine.
Tüm o süre boyunca değirmeninin pas tutmadığını anlamışsınızdır. Sonra hasat gelince, onu kardeşine teslim etti. Ancak değirmenden faydalanmak için onu nasıl yerleştirmesi gerektiğini üzerine basa basa söyledi.
Zengin kardeş değirmeni evine götürdüğünde saat çoktan geceyarısını bulmuştu. Ertesi gün, karısına hasatçılarla birlikte tarlaya gitmesini söyledi. Ve şöyle ekledi: “Bugün öğlen yemeğini ben hazırlayacağım.” Yemek vakti, değirmeni aldı, masanın üzerine koydu ve buyurdu: “Ringa balığı ve kremalı çorba getir!”
Böylece değirmen tüm tabakları, tüm tencereleri, bütün mutfağı ringa balığı ve çorbayla doldurdu. Adam bir o yana bir bu yana dönüyordu. Nereye adım atsa yemekler çorbalar. Sonra yönünü tayin edemeyecek kadar kafası karıştı. Kremalı çorba seviyesi iyice yükseldi: boğuldu boğulacak. Odanın kapısını açtı, ama burası da yiyeceklerle dolu. Dış kapının koluna zar zor yetişti, açmayı başardı, ve kremalı çorba dalgası dışarı, avluya, sonra da bahçeye akın etti.
Bu sırada, tarlada çalışan karısı, kocası yemeğe çağırmadığı için meraklanmaya başlamıştı. “Hadi eve dönelim, eminim yemeği yapmayı becerememiştir, bari gideyim de yardım edeyim…”
Hasadı bırakıp yola koyuldular, ancak onlar eve yaklaşırken, bir kremalı çorba ve ringa balığı seli üzerlerine gelmekteydi. Zengin kardeşin bu akıntının sonlarında bir yükseldiği bir alçaldığı görülüyordu.
“Tanrı hepinize yüz karın versin!” diye bağırdı. “Dikkat edin de böyle bir yemekte boğulmayın!” Şeytan bir kere yakasına yapışmıştı, ondan kurtulmak ümidiyle doğrudan kardeşine koştu ve ondan değirmenini geri almasını istedi. “Eğer bir saat daha çalışacak olursa tüm köy çorba ve ringa balığı altında yok olup gidecek.” Fakir kardeş üç yüz taler karşılığında değirmeni geri almaya razı oldu. Zengin kardeş sıcağı sıcağına bu parayı ödemeyi reddetse de çaresizdi.
Bu parayla ve değirmenin ona getirdikleriyle fakir kardeş (o kadar fakirdi ki adından başka bir şeyi yoktu) koca bir ev yapmakla yetindi. Bu evin duvarları altınla kaplanmıştı, ve heybetli ev deniz kıyısında yükseldiği için, ışıl ışıl parlayan cephesi deniz sularına yansıyordu. Çok uzaklardan onu görmeye geliyorlardı, zengin mi zengin, küpü dolu birine ait olduğu herkesin dilindeydi. Ve bu harika evin şöhreti en uzak ülkelere kadar yayıldı.
Bir gün, bir armatör evin önünden geçiyordu, değirmeni görmeyi arzu etti. Tuz üretip üretemeyeceğini sordu. Olumlu cevap alınca onu satın almak istedi, ne kadar olursa olsun yeter ki benim olsun diyordu. “Böylece, tuz yüklemek için engin denizleri aşmama gerek kalmaz. Elim bir şeye değmeden zengin olurum, sadece tuz satarım.”
Değirmenin sahibi ona epey dil döktürdü. En sonunda binlerce frank karşılığında değirmeni satmaya razı oldu. Armatör, değirmeni elde eder etmez ülkeden ayrıldı, zira eski sahibin kararından caymasından korkuyordu. Nasıl kullanılacağını sormak bile aklına gelmedi. Gemisine bindi, engin denizde iyice açılınca, değirmeni eline aldı. “Bana tuz getir!” dedi hiddetle.
Değirmen çalışmaya başladı; gemi tuzla doldu. Armatör onu durdurmaya çalıştı. Altına üstüne boşuna baktı, boşuna yerini değiştirip durdu. Tuz yığını anbean yükseliyordu. Gemi çöktükçe çöküyordu; sonra birden batıverdi. Değirmen okyanusun dibine düştü, durmadan çalıştı, çalıştı. Hatta şu an hâlâ çalışmakta, denizin suyu tuzluysa işte budur nedeni.



[1] Gümüş sikke. (ç.n.)