![]() |
İki Gün Önce |
"Bir iç dünya okulu açıp kapısına şunu yazacağım: Sanat Okulu." Max Jacob
Ilarie Voronca
La Confession D’Un Âme Fausse
Éditions du Méridien
1942
1
GARİP
BİR CERRAH
Ruhunuzu
kaşla göz arasında çekip çıkartan garip bir cerrahtı. “Canınız yanmayacak,”
derdi, “koltuğa güzelce yaslanın.” Ve
şurdan burdan bahsetmeye koyulurdu. Havaların güzelleşmesinden, operadaki son
gösteriden, gizli barış görüşmelerinden. Tabiidir, çünkü savaştaydık. Barış
sürekli tehdit altındaydı. Dolayısıyla ruhunuz kâh bir savaş alanında kâh
şehrin yanan caddelerinde geziniyordu. Ve o cenahlarda en ufak bir duraksama
anınızda, bu becerikli kişi ruhunuzu sizden söküp alıveriyordu. “Görüyorsunuz
ya,” diyordu tebessüm ederek, “ölmediniz.” Bu kadar. Ve size küçük bir
kerpetenin ucunda, kan damlayan, beyaz bir şey gösteriyordu.
Kendi
adıma, yaşadığım bir başdönmesiydi. El yordamıyla kapıya yöneldim. “Çıkmadan
önce biraz dinlenin,” dedi sökücü. Yine de o sırada çoktan beni unutmuş, diğer
hastalarla ilgilenmeye koyulmuş, bunlardan birini muayenehanesinden içeri buyur
etmişti.
Bekleme
salonu insanla doluydu. Kimi gazete sayfalarını çeviriyor, kimi hükümet-karşıtlarına
özgü bir edayla sohbet ediyordu.
“Kötü
değilsiniz ya?” diye sordu bir
beyefendi, boyalı saçları, gençlik havası verilseler de epey ilerlemiş bir yaşı
gizlemekteydi. Son derece önemli bir hikâyeyi yarıda kesmiş olmalı ki cevabımı
beklemeden komşularına dönüp devap etti: “Sahi söylüyorum. Şemsiye benim
diyecek kadar pişkindi. Ama şemsiyemi hemen tanıdım. Rehin versin diye haber
yolladığım teyzem, (bizde hizmetçi olarak
çalışmıştı), bir şey demeden ikimizi izliyordu. Şemsiyeyi kaptığım gibi sordum:
“Madem sizin, nereden aldınız? ― Buradan, Nice’ten elbette,” diye yanıtladı.
Şemsiyeyi açtım ve kafa hizasından yukarıya tutarak ― Bakınız, dedim, o da dipte etikette yazanları
okudu: Camboulives, Marchands Caddesi, Avignon. Avignon’dan aldım ben bunu.
Cambouviles’in mağazası vardı, - öbür barıştan önce (zira o sıralar vakit
dilimlere ayrılmaktansa barışla ölçülüyordu) Marchands Caddesiyle Neuve
caddesinin kesiştiği köşede. ― Hırsızın tekisiniz. Sanmayın ki cevap verdi.
Kendini öldürdü. Şekerimi, reçelimi çalan da o.” …
O
sırada kapı açıldı. Çıkan hasta sendeliyordu, hemen yanıma yığıldı. Büyük bir
korkunun etkisi altına girmişti. Tüm bedeni titriyordu. Sizinkini de mi
söktüler, diye sormaktan kendimi alamadım.
― Hayır, diye yanıtladı. Bir süredir ruhumda çatlak vardı. Kötü
yaşıyordum… Kendimden kaçıyordum. Bunun üzerine cerrahı görmeye geldim.Beni
tamir edecek.Ama başlamak için ruhumdaki oyuğu büyütmesi gerekti. Bir dahaki
sefere tıkayacak.
Bense
bir dahaki sefere sıra gelmeden iyi hisssetmeye başlamıştım. Yine de büyük bir
boşluk hissediyordum. Kapıları penceleri kırılmış bir ev gibiydim, ve içimde
rüzgâr oradan oraya esiyordu.
Ruhu
tıkatılacak adam halimi daha iyi değerlendirebilmek için beni bir müddet süzdü
ve şöyle dedi: “Neden kendinize yapay bir ruh yaptırmıyorsunuz? Altından.. ama
çok pahalı olur,” diye de hemen ekledi, zira yüzümde bir rahatsızlık ifadesi
belirmişti, “ama daha kolay ulaşılabilir bir malzeme ısmarlayabilirsiniz,
mesela kauçuk.”
Bekleyenlerden
izin alarak cerrahın odasına yeniden girdim. Kendimi zorlukla ifade
edebiliyordum, zira yara henüz tazeydi ve bunun ötesinde ruhum ölçütünde üretilen
kelimeler, dayanak noktaları olmadığı için şimdi içimdeki oyuklarda başıboş oynuyordu.
―
Benden istediğiniz, dedi cerrah, gerçekleştirilebilir, hatta size ödemede
kolaylık da sağlarım. Tanrıya şükür hâlâ savaştayız ve kanlı canlı insanların
ruhları her yerde bulunabiliyor. Sizinki artık kurtarılamaz. Onu olduğu gibi
tutmak size büyük ıstıraplar verebilirdi ayrıca sonrasında söküm diye bir şey
de mümkün olmazdı. İrinle ağırlaşmış olarak bu ruh sizi hakiki bir cehennemin
en derin katlarına çekerdi. Ancak bilim ilerledi ve size söylediğim gibi,
ortada savaş var. Bizi barışla tehdit eden felaket kışkırtıcıları emellerine
ulaşmadıkça güvendeyiz. Hem de her gün
iyi bir ruh rekoltemiz var. Sizin de hak vereceğiniz üzere mükemmel durumda
onca ruhu savaş alanlarında, cesetlerinde bıraksak yazık olurdu. Elbette bu
yeterince uzun bir hazırlık çalışması gerektiriyor: ruhlar incelenmeli, montaj
cihazlarına uyumlu hale getirilmeli. Bu cihazların en iyileri altından
yapılıyor, ama kauçukları da var. Sizinki de bununla yapılacak. Beş altı sene
rahat işinizi görür. Sonrasında muhtemelen elden geçirilmesi gerekecek. Ama siz
önce yaralarınızın iyileşmesine bakın.
Kolaylıklara
rağmen bir finans şirketindeki yardımcı arşivci maaşım ödemem gereken miktarın
fazlasıyla altındaydı. Böylece cerraha geri döndüm.
―
Bana daha ucuz bir ruh bulmanın yolu yok mu? diye sordum ona. Madem ruhu
taşıyan hakkında katiyen, en ufak bir bilgim ya da fikrim olmayacak, ki ayrıca
ruh da görülmez olduğuna göre, bana hayvan ruhu takın olsun bitsin.
―
Düşünmeyin bile, diye feryadı bastı cerrah. Hayvanların nerdeyse nesli tükendi,
haberiniz yok mu? Bizlerin, bilim insanlarının hayvanlardan oldukça dirençli
ruhlar edinmeyi başardığı ve bu ruhların insanlarınkine göre hiç de fena iş
görmediği doğrudur. Oldukça pahalı cihazlardan çıkan bu ruhlar (ama
gerektiğinde daha sıradan cihazlarla da yetinilebilirdi) en revaçta olanlardı. Domuz
ruhu taşıyan yüksek tabaka insanları tanıdım. Eşek ruhundan medet uman
bilginler… Her biri halinden hayli memnundu. Şu fişlere bakın, diye ekledi,
bana koca bir fiş kutusu göstererek, burada öküz, kedi, köpek ruhu adapte
ettiğim ünlü müşterilerim var. Ayrıca fare ruhunu da tecrübe ettim
(müşterilerim arasında fare ruhu taşıyan birkaç yatırımcı bulunmakta) ancak bunlar
melankoliye ve işlevlerini fazlasıyla şüpheli hale sokan bir işkence
takıntısına eğilimli. O devirde farelere ihtiyacımız yoktu. O iş çok çok gerilerde
kaldı. Toprak verimliydi, etrafımızda her çeşit harika hayvan, kaynıyor gibi,
çok sayıda ürüyordu. Bunlara ait ruhların hepsi mutlu mesut, iyimser
hayvanların ruhlarıydı. Fareler, baykuşlar, yarasalar, melankolikler, inatçı
kuzgunlar, bunlardan uzak durmak gerekiyordu. Kaz ruhu, papağan ruhu edinmek
için muayenehanemden geçmiş ekonomistlerin, istatistikçilerin olduğundan şüphe
edilebilir mi? Bu işte günah olmadığını kabul edin lütfen. Fakat ne yazık ki
öküze, ata, eşeğe, ineğe, domuza, kaza, köpeğe, kediye artık nadiren
rastlanıyor. Hayvanlar yerine makinelerimiz var –tekniğimizin zaferi- tanklar,
uçaklar, denizaltılar… ki bunlarla ne kadar gurur duysak yeridir. Ancak şunu da
kabul etmeliyiz: bu makinelerin ne açlığımızı giderecek etleri ne de hasta ya
da yıkılmış ruhların yerine geçecek ruhları var. Ama kimbilir, diye ekledi
cerrah, meseleyi araştırmak gerek. Olur ya, belki o makinelerin de ruhu vardır…
Öyleyse, insanlığın hizmetine sunmak için o ruh çıkartılabilir. Bir mühendise
neden bir lokomotifin ruhu takılmasın, bir denizciye bir geminin, bir elektrik teknisyenine
dinamonun? Tüm bunlar şimdilik düşlerin ve uzun laboratuvar araştırmalarının
dünyasına ait. Size gelirsek, sizinki bir askerin ruhu olacak.
Batıl inançları kuvvetli Napoli halkı, genç adamı daha karada görür görmez ona ‘kötü gözlü’ damgasını vurmuştur. Karşılaşmalarıyla birlikte sevgilisinin sağlığının yeniden kötüye gitmesi, tesadüfî görünse de varlığıyla rol aldığı, zincirleme sıralanan kimi kazalar, onu görünce muskalarına davranan, mistik el işaretleri yapan şehirliler, kahramanımızın kendinden şüphe etmesine, geçmişte yaşadığı kötü olayları gözden geçirmesine neden olur. Acaba gerçekten başkasına felaket getiren lanetlenmiş bir ‘kemgözlü’ müdür?
Trajik bir aşk hikâyesini konu alan bu kısa romanda Gautier, büyüleyici bir deniz manzarasıyla başlayarak on dokuzuncu yüzyıl Napolisini tüm canlılığıyla resmediyor.
Gelelim
meşhur güne, öfke gününe… bir dakika, bunu daha önce nerede duymuştum? Aklıma
gelmiyor. Öfke günü dağdaki serinlikleri, kireçtaşından ilginç oluşumları ile bilinen
mağaralara yapılan bir gezinti günü olmalıydı. Her şey çok hızlı gelişti,
birdenbire, pek çok insan günlük rutinlerinin teker izinde telaşsızca
ilerlemeye devam ediyordu. Koruyucu
Melek’e tam da Doğu’da işler kötüye gitmeye başladığı anda varmıştık (hah
işte, otelin adını hatırladım), ilk kınamaların kabalığı ve sertliği, genel
belirsizlik, bizi başka planlar yapmaktan caydırdı. Lord Clendennis ne
mektuplarıma ne de telgraflarıma yanıt vermişti. Sanırım sansüre takıldılar.
Belki de lord, kayıptı ya da ölmüştü. Bununla birlikte yaşım göz önüne
alınırsa, harekete geçmek için bir emir almak zorundaydım. Ama emir memir
gelmedi. Her şey çok çılgıncaydı, aptalca ve çılgınca… Ama tüm bunlar şimdi az,
çok az önem arz ediyor. Sonrası için de. Doğrusu, bir ya da ikinci üçüncü bir
hamle, bir ya da ikinci üçüncü bir yer, hangisinin ne önemi olabilir ki… Peh!
Böylece,
toparlanıp mağara akınına katıldık. Yalnız değildik. Devrinin izcileri gibi
giyinmiş, yirmi yaşlarında bir kılavuzun yol gösterdiği, preventoryumdan çocuklara
katıldık, sayıları bir düzine kadardı. İzcinin ne olduğunu açıklamak için çok
yorgunum. O delikanlı kocaman gözlükleriyle hâlâ gözümün önüne geliyor, zayıf
yüzlüydü, yürek şeklinde boynu kızıl fularından çıkıyordu. Ufaklıkları militer
bir biçimde yönetiyor, hırlayarak, onlara durmadan kısa buyruklar yöneltiyordu.
Bölgede meşhur olan mağaralara ziyaretçileri götürmeyi alışkanlık edinmişti. Tatilimizin
başından itibaren böyle bir gezi yapmayı planlamıştık. Işıl ışıl bir gündü.
Kahvaltı yaparken yalnızca son cümlesini hatırladığım bir ajansı dalgınca
dinledikten sonra: “Afrika artık yanıt vermiyor”, sıcaktan sakınmak için sabah
erkenden çıkmıştık. Yeterince trajikti. Ama trajik haberlere çoktan fazlasıyla
alışmıştık, her ne kadar çoğunlukla ertesi gün yalanlansalar da. Dünyanın sonunun
programda o sabaha yazıldığına dair hiçbir şüphe ya da fikir yoktu. Dies irae, dies illa… şimdi bu ilahi söyleniyordu,
eskiden küçükken, bilmiyorum nerede… Peh!
Böylece yola çıktık. Çocuklar neşeyle gevezelik ediyordu; patikanın çakılları ayaklarının altında yuvarlanmaktaydı, bayırların aromatik otları havaya kokularını yayıyordu. Bir çeşit su yolunu takip ediyorduk, dağın, nadir ve bodur bitki örtüsüyle kaplanmış çıkıntı ve kolları sağımızda solumuzda uzanıyordu. İniş ve çıkışlarla geçen bir ya da iki saatten sonra, yolumuz dikine bir faleze yanlamasına yaklaşan, yığma toprağa benzeyen bir şekil aldı. Mağaraların girişi, orada, kayaların eteğindeydi. Giriş yolunu destekleyen yamaçlar büyük ölçüde sunniydi. Doğal mağaraların ilk kâşifleri falezi dolaşmak ve yukarıdan halatla girişe kadar sarkmak zorunda kalmış olmalıydılar. Charles ve Ratbert diğer çocukların içine karışmıştı, içlerinde bir kız da vardı, ve neşe içinde çeneçalıp duruyordu. Ben arkadan yürüyordum, düşüncelerimle bir başımaydım, kılavuzla sohbet etmek hiç içimden gelmiyordu. Üstelik savaşı düşünmüyordum. Kafam, Biarritz’te, aralık ayında bulmayı umduğum, Elena Bubulco’daydı… Yazık! Elena şimdi nerede? O artık, sadece benim telaffuz edebildiğim ve benimle birlikte yok olacak bir isim ve hecelerden ibaret. Peki Biarritz? Deniz belki de gazinonun enkazından yüzlerce metre yüksekte gürüldüyor.
Neşeli
topluluk mağaradan içeri girdi, dönüş yoluna geçmeden önce burada piknik
yapılacaktı. Düzen verilmiş olmasına rağmen, bu mağara, bu mağaralar dizisi,
başka pek çok ünlü mağara gibi daimi bir bekçiye sahip değildi. En arkada,
ayakta girişte bekledim, bakışlarımı ufka yatırdım, kara bir nokta görür gibi
oldum, manzaraya güney ve deniz yönünde sınır çeken en sondaki şişkin dağ
yamaçlarının üzerinde…
Büyüyen,
top top olan bir noktaydı, mürekkeple lekelenmiş bir pamuk tabakasına
benziyordu.
-
Galiba fırtına kopacak, dedim kılavuza, kayıtsız bir ses tonuyla, mağaranın
içine dönerken.
-
Olabilir, diye yanıtladı, her şeyi öngörmüş bir adamın sakinliğiyle. Ama
güvendeyiz, ayrıca buralarda fırtına uzun sürmez.
Mağaranın
-mağaralar dizisinin- meşhur uçurumları bilenler için hiçbir orijinal yanı
yoktu. Ama şimdi meşhur uçurumları bilen mi var? Belki ben de onları rüyamda
görmüşümdür. Birbirinin dengi olmayan şu üç ya da dört galeriyi de belki
rüyamda görmüşümdür, hele ilk ikisi küçücük ve hiçbir özellikleri yok, yarı çukur
yarı korunağa benziyorlar, tavanları çatlak çatlak. Tavanları gayet net
görülebiliyordu. Üçüncüsü, çok daha geniş ve derindi, sadece elektrikli
lambaların ışıklarının görülmesine izin veriyordu. Bu şekilde bakıldığında, bu
belli belirsiz ışıkların dalgalı, titrek aydınlatmasında, olduğundan çok daha
geniş görünüyordu. Tavanda ayrıca yer yer ışıldayan kabartılar, sarkıt başlangıçları
vardı. Sağda da bir çatlak, gömme bir dolabı andırıyordu, daha küçük bir
mağaraya giriş sağlıyor gibiydi. Ama ziyaret edilmiş miydi? Bunun karşısında
ise dikine inen dar bir geçit, dibinden bir çağıltı duyuluyordu. Galiba bir yeraltı
nehri. Ama hiç keşfedilmemişti.
Ziyaret
hıphızlı tamamlandı, çocuklar yemek istediler. Orada ışıklı bir yerde mi
dışarıda açık havada mı yemenin daha iyi olacağına dair bir tartışma
yaşandığını hatırlıyorum. Biraz yorulduğumdan
yere, dar geçitin yakınına oturdum, gizli nehrin çağıltısına dalıp
gittim. Gözlerim açık bir düşe kendimi bıraktım, bu dekorda bir mağara adamı
olduğumu hayal etmenin tadını çıkartıyordum. Orada ateşin yanına çökmüş, ilikli
kemikleri emerken, yahut üzerimi barbarca desenlerle kaplamak veya primitf
sevgilimin yağlı tenine dövme yapmak için dumanın isiyle bir çeşit kozmetik hazırlarken…
Bana öyle geliyor ki şakacı bir demiurgos bu hayali kurarken duydu beni…
Korkunç bir gürültüyle yerimden fırladım, sersem haldeydim.
Bu
gürültünün içinde önce bir boşluk açıldı ve içi çocukların ciyak ciyak
bağırışları, küçük kızın tiz çığlığı ile doldu. Kılavuz, ilk yardım çantasını
yere bıraktıktan sonra, hafif eğilmiş, olduğu yerde kaldı, kafası çıkışa doğru uzanmıştı.
Ona
bağırdım:
- Bu da
ne? Fırtına mı? Diziler halinde patlamalar duyuluyordu, hem çok şiddetli hem de
korkunçlardı. Ama hele de vakit öğlense yaz yağmurunda da böyle yıldırımlar
düşmez mi! Tekrar ettim:
-
Fırtına mı?
Kılavuz
kafa salladı ve sendeledi.
- Pek
sayılmaz… Galiba bombardiman. Gidip bakacağım.
İlk
mağaralara, yani girişe doğru atıldı. Şaşkına dönmüş çocuklar küme küme
etrafımda toplandılar. Bir tanecik el lambası yere düştü ve içinde gölgelerin
hareket ettiği zayıf bir ışık yaymaya başladı. Gürültü bir an zayıfladı, sonra
çok daha korkunç bir hal aldı. Gümbürtü, patırtı, patlama aralıksız birbiri
üstüne yığılıyordu, duyulup duyulmadıkları anlaşılamaz hale geldi. Birden,
fenerden yayılan cansız koni ışıkta, kılavuz belirdi. Sendeledi, çene kayışı
olan bej fötrü sırtına düştü, iki eliyle boğazını tuttu. Hemen yanımdan geçti
ve niçin anlamama fırsat olmadan kaçışına devam etti – zira bu bir kaçıştı. Ve
dar geçitin girişine vardı.
Geçit
onu yuttu. Düşüşünü duymadık bile. Bedeni nereye kadar yuvarlanmıştır asla
bilemeyeceğim.
Böylece
tüberkülozlu bir avuç çocukla yıkık bir dünyada kalakaldım.
Buradan
itibaren belgelerim seyreliyor, hatıralarım da. Ayrıca, ben de herkes gibi olup
bitenler hakkında sadece kısıtlı bilgiye sahiptim; çoğunlukla şaşılacak
derecede eş zamana rastlamaları yahut ultra-hızlı art arda gelişleri artık
neden sonuç ilişkilerini tespit etmeye izin vermiyor. Bu noktadan itibaren
devamını getiremeyeceğim birkaç genel bakıştan başka bir şey sunamayacağım -kötü
bir Kodak’tan alınan şipşak fotolar gibi…- Öyle anlar oldu ki alet artık
çalışmak istemedi, yahut klişeler iç içe geçti, kimileri de barok bir şekilde
üst üste bindi, ve belgelendirmede sayısız boşluk oluştu.
Kabaca
tüm söyleyebileceğim, bir birinci periyot olduğu, tahminimce üç hafta kadar
sürdü (ama belki üç ay, ya da üç gündür), bu periyotta savaş bildiğiniz savaş
gibi, yani 1914’teki gibiydi. Öldürmek için neredeyse aynı ya da aynı menşeeden
yöntemler uygulanıyordu. Mutlu bir tesadüf eseri, Loraine ovası semalarında
Fransız ve Alman uçakları karşılaştı, ve birbirlerini karşılıklı neredeyse
topyekün yok ettiler. Her iki tarafta da yeni uçakların imalatına yoğunlaşılan
kısa bir duraklama devri oldu… Duraklama dönemi derken… Bu kara zırhlıları
arasında geçen bir dev muharebeler dönemiydi. Gazeteler, ağır toplarla
donatılmış bu tür süper tanklara böyle diyordu; neredeyse hiçbir silah bunlara
işlemezdi, o zamana değin görülmedik bir yıkım gücüne sahiplerdi. Bu çelik
leviathanlar toprağın altını üstüne getiriyor, ancak önemli bir sonuç elde
edemeden üç eyaletlik bölgeyi hepten sallıyorlardı. Paris’te şampanyanın önü
arkası kesilmiyordu. Ünlü bir düşes kadınlar için, kısa şort ve sütyensiz,
yarıçıplak gezinme modası başlattı, bele de aksesuar niyetine, baldırlar
üzerinde sallanıp duran gaz maskesi kutusu takılıyordu. Bunun diğer savaşlar
gibi bir savaş olacağı kanısı yerleşmeye başladı, yani son savaş gibi, gece
kulüplerinde işler tıkırındaydı.
Pek çok
ulus hâlâ kararsızdı. Bildiğim kadarıyla, İtalya seferberlilk ilan edecek vakti
son anda buldu, ancak savaşa doğrudan katılmadı. İngiltere hâlâ tereddütteydi,
hangi gruba dahil olacağını bilemiyordu. Aptalca bir olay onu Fransa’ya karşı kışkırttı.
Hamburg’u yerle bir etmekle görevli bir filoya ait bir bombardıman uçağı yoğun
bulut nedeniyle yolunu kaybetmiş, Kuzey Denizi ve Manş üzerinde uzun süre
başıboş dolaştıktan sonra, sabahın ilk ışıklarında, benzini tükenince
Folkestone’a düşmüştü. Taşıdığı son model bombalar neredeyse tüm şehri harabeye
çevirdi. Bu kaza, dumanı tüten yıkıntıların ve başsayfanın tam ortasında
tanınmayacak haldeki üç aylık bir bebeğin fotoğraflarını yayınlayan Rothermere
basınınca bile isteye düzenlenen bir düşman saldırısıymış gibi gösterildi. Tüm
Birleşik Krallığı bir korku ve ürperti dalgası kapladı, Fransız canavarlara
zaten bilenecekleri kadar bilenmişlerdi, çok geçmeden savaş ilan ettiler. Bir
İngiliz filosu, Calais’deki bebeklerin Folkestone’dakilerle aynı kaderi
yaşamalarını sağladı. Ancak İngilizlerin daha fazlasını yapmaya vakti olmadı.
Doğrusu
ikinci döneme giriliyordu. Kısa oldu, ve tüm umutlara son bir nokta koydu. Bu
umutların hepten çılgınca olduğunu söyleyemeyiz… Gerçekten de düşünmeye
başlanmıştı, savaşan birlikler dostluk kuruyordu, ve eğer… Ama şimdi tüm
bunlardan konuşmak neye yarar? Yıkım kuvvetleri çoktan işe koyulmuştu. Dünyayı
yok etme formülü çoktan hasta bir Demiurgus’un beyninde tasarlanmıştı. Bundan
bahsediliyordu, ve önceden de üstü kapalı bir biçimde çokça bahsetmişlerdi.
Savaş ilanlarının öncesinde bile… Bir Japon’du. Adı Tokuko Hayashi idi. İcadı, daha
doğrusu icatları, zira iki icadı vardı; işte bunlar birbirini tamamlıyordu…
Az önce
gözüm karardığı için kesmem gerekti. Metabolizmamda bozulan bir şeyler var.
Ciğerler mi, beyin mi? Muhtemelen ikisi de… Ama uzun sürmedi. Şimdi kâğıdımın
başındayım.
Nerede
kalmıştım? –Ha, evet! Tokuko Hayashi. İzomer bileşikleri olan ağır bir gaz icat
etmişti –herhalde şöyle diyorlardı- azot protoksit…
Şakaklarım
nasıl zonkluyor. Sisin içinde yazıyorum. Can yakan elektrik dalgaları alnıma
alnıma vuruyor. Her neyse, Hayashi’nin gazı; bunu sınırsız miktarda üretiyor, oksijen
ve hava azotuyla kombine ediyordu. Aslında, onun yöntemiyle, reaksiyona
fitilini takmak yeterliydi, bundan sonrası kendi yolunu takip edecekti, ama
nereyse muallak bir biçimde. Atmosferimizi oluşturan oksijen ve azot ansızın teneffüs
edilemez bir kimyevi bileşiğe dönüşüyordu, üstelik bu bileşiğin elmacık kaslarını geren –yani
güldüren- tuhaf bir özelliği vardı, ya da en azından surata gülümseyen bir
ifade veren. İşte insanlar bu şekilde ölmek zorunda kalacaklardı, zira gülmek
insana özgüdür.
Tüm
bunlar gazete ve dergilerde epeyce açıklandı, ancak fantastik bir varsayım
formunda… Meseleyi ciddiye almaya yanaşmıyorlardı. Ancak üretim yöntemi bal
gibi de oturmuştu. Japonlar buna hemen başvurmadılarsa, sebebi büyük ihtimalle
insani bir çekingenlik değil, Almanlarla yapılan bir antanttı. Meşhur formül,
düşmanlıklar başgösterir göstermez, yakıt ikmali yapmadan nerdeyse sınırsız
mesafe kat edebilecek bir süper-alman-denizaltısına emanet edildi. Neu Breslau
(Birinci Dünya Savaşı’ndan bir denizaltının görkemli hatırasını yaşatmak için
bu ad konmuştu) genç bir mühendis Kurt von Rechbein tarafından kumanda
ediliyordu. Denizaltı ayrıca küçültülmüş bir modeli ve telemekanik bir torpilin
planlarını taşıyordu; doğrusu, torpilin Hayashi’nin değil, Rechbein’in icadı
olduğu söylentisi çoktan yayılmıştı.
Denizaltının,
sadece tahminlere indirgenen dönüş yolculuğu, hayli uzun sürecekti. Suyun
altında hızı hayli düşürüldü. Fakat sonrasında olanlar gösteriyor ki, bağlı
olduğu limana varır varmaz, Japon ve Alman iki kurmay heyeti, özenle çalışılmış
ve odaklanılmış bir plan uyarınca hareket ettiler. Sabit tarih ve saatlerde
telemekanik hava torpillerini taşıyan çok sayıda küçük donanmayı harekete
geçirdiler. Menzillerinin sonuna gelince torpiller alçalıyor, açılıyor ve
ayrışmaya, ya da daha doğrusu atmosferi yeniden oluşturmaya başlıyor, her bir
ünite için binlerce on bin metrekarelik engin bir alana etki ediyordu. Sadece
yüksek dağ zincirleri etki alanlarını kısmen kesintiye uğratıyor ya da
sınırlıyordu.
Tokyo’dan
iki ayrı donanma grubu hareket etti, biri Asya’ya biri de Amerika’ya doğru.
Berlin kendininkileri özellikle Rus steplerine fırlattı, ancak bunlardan
düşmeyip başıboş yoluna devam edenler yahut rotasını İngiltere’ye, İrlanda’ya,
kuzey kutbuna, Afrika’ya doğru şaşıranlar oldu. Yavaş gidiyorlardı. Onlar
hedeflerine varmadan, fırlatılış haberleri bir efsane gibi radyo ve telgrafta
henüz hâlâ dönüp dururken, bir Amerikan filotillası sürat yapıp onları
yakaladı, ve Tokyo’nun tamamını, Japonya’nın diğer önemli şehirlerini de
bilindik yöntemlerle yok etti. Tokuko Hayashi yurttaşlarıyla birlikte icadının
başarısını göremeden can verdi.
Sonra
neler olduğuna gelirsek; yarım yamalak bir genel bilgiden ve tahminlerden başka
bir şeyim yok. Doğruluğu kesin son haberler engin Asya kıtasını içeriyordu. Çin
ve Hindistan ovalarında torpillerin yerle buluşmasını, ani ve tam etkileri
takip etti. Nedenini bilmeden, anlamadan, sarı yığınlar, uyuşuk çeltik
tarlalarında, dev ırmaklar boyunca, soludukları havanın aniden boğucu hale
geldiğini hissettiler. Elmacık kemikleri aniden çıkkınlaştı, gözleri kısıldı
kısıldı, eğik bir çizgi haline geldi, Moğol çehreleri sonsuz bir sırıtış ile
gerildi. İnsanlar biçilmiş ekin demetleri gibi ovalara saçıldı ve büyük
şehirlerin kalabalıkları ölü kalabalıklar oldu.
Birleşik
Devletler’de benzer olayların gerçekleşip gerçekleşmediği hakkında sadece
varsayım üretilebilir. Her türlü iletişim aniden kesildi. Yeni kıta büsbütün
sessizliğe büründü.
Felaket
herhangi bir tedbir almaya fırsat kalmadan Avrupa ve Afrika’yı dövmeye çoktan
başlamıştı. Cehennemlik kimya mucitlerinin öngörmüş olması lazım gelen bir geri
tepme şoku sonucu, Rus steplerinde başlatılan atmosferik ayrışma Avrupa ovalarına
yayıldı, ve sadece gitgide daha da büyüdü. Almanya, Fransa, İspanya, İngiltere,
havalarının güldürücü gazla zehirlendiğini gördüler. Ve her yerde, vadilerde
yahut zirvelerde, sokaklarda ya da caddelerde, köylerde ya da metropollerde,
gölge düşmüş tarlalarda yahut ışıldayan plajlarda, yüzü kırışmış, eller, hava
geçişini –artık olmayan bir havanın geçişini- genişletmek içinmiş gibi boğazda,
insanlık sırıtarak öldü.
Aynı
zamanda, beklenmedik olaya insanlık tarihinde görülmedik şiddette atmosferik
felaketler eşlik etti. Esasında meşhur gaz, hava ile aynı yoğunlukta değildi. Atmosfer
tabakalarında ani basınç ve basınç
azalması oluşturduğu ya da oluşturmaya başladığı her yerde havaya akın
ediyordu. Birden ortaya çıkan geniş hava boşlukları, devasa hava uçurumları gazdan
okyanusu aniden kesiyordu; henüz yok olmamış hava tabakaları ise bir volkandan
püsküren lavların şiddetinde bunları doldurmak için içlerine hızla hücum
ediyorlardı, hem de bir volkan ordusunun gürültü patırtısıyla. Görülmedik hızda
ve şiddette kiklonlar[1]
bütün okyanuslarda baş gösterdi, ve jeolojik dönemlere denk bir kuvvette deniz
baskınlarına yol açtı. Nerdeyse bütün kıyılar sular altında kaldı, ve elbette,
ne kadar büyük olursa olsun, tek bir gemi bile böylesi fırtınalarda bir atom
taneciğinden daha ağır çekmedi. Adaların nüfusları şüphesiz ki tamamen
üzerlerinden yıkandı. Ancak şu da doğal ki, Amerika ile iletişim kesildiğinden
beri yerkürenin büyük bir kısmında neler olduğunu tam olarak öğrenebilecek
hiçbir vasıtam yoktu. Belki, bir yerlerde, Avustralya’da, Afrika’da, Güney
Amerika’da –kimbilir belki daha yakında- tıpkı şu an benim parçası olduğum
topluluk gibi, barbarlık içinde sefil bir hayatı devam ettirmeye çalışan insan
topluluğu kalıntıları vardır.
Sıra
geldi hangi kozmik ve ironik kaza eseri hayatta kaldığıma… Kuşkusuz Avrupa’da
tekim, bir grup çocukla birlikte.
Şu an
dikkatimi kendi yazgıma vermeliyim, zavallı kafam bir kez daha kazan gibi
oluyor. Tek olduğumu gayet net hissediyorum. Yalnız mıyım deli miyim? Önemi
yok. İkisi de aynı şey değil mi?
Lozère’deki
kasaba, adı neydi şunun? Herhalükârda, bir önemi var mı? Gene de beni
delirtiyor. Dağın yamacına iyi yere konmuş bir otel vardı, yanından bir korniş
yol[2]
geçiyordu. Charles’a, iki erkek kardeşten küçüğü, yükseklik terapisi tavsiye
edilmişti. Biraz tüberkülozu vardı. Anlaşıldığı kadarıyla, bölge bu tür
hastalıklar için mükemmeldi. Otelin biraz yükseğindeki zirvenin tepesinde,
çocuklar için bir preventoryum vardı, ve o zaman pek kalabalık sayılmazdı.
Galiba otuz çocuk kadardılar. Belki daha fazla. Kim bilir? Bu çocuklar tarihte
bir rol oynamak zorunda kalacaklardı. Göreceksiniz.
Bilindiği
ve daha önce değindiğimiz üzere, olaylar zincirinin marşına Doğu’da basıldı.
Savaş ilan edilmeden önce, uzun aylar boyunca, gizli ve sessiz, için için
gelişen bir savaş yürütüldü, ki hakkında sadece çelişik ve eksik bilgilere
sahibiz. Bu gizli savaşlar özellikle Mançurya’da, ve de Rusya ve Japonya
arasında vuku buldu. Zaman zaman bir kızıl uçağının Japonlarca düşürüldüğü
bildiriliyordu, ya da tam tersi, Ruslar tarafından bir Japon filotillasının
bombalandığı, tam da Doğu Çin demiryolunu bombalamaya çalışırlarken… Sonuçta bu
tür haberler her zaman neye yol açarsa o oldu: yalanlana yalanlana sonunda
gerçek oldular. Savaş Uzakdoğu’da bir çırpıda oldu-bittiye getirildi. Savaşı
ilan etme inisiyatifini Rus Hükümeti üstlendi, ancak bu ilanın savaşa yönelik
olmadığının altını çizme özeni gösterdiler, bu daha çok bir durumu kabul etme
ve diğer güçlerden sonuçlarını çıkarsamalarını talep etme ilanıydı. Diğer
tarafta Japonya ise Rusya’dan çok daha üst bir perdeden savaş ilan ediyordu,
iyi niyet adına protesto çekti ve dünyanın gözü önünde, kendinin haksız yere
saldırıya uğradığını tüm dünyaya duyurdu.
Bu iyi
niyete kimse inanmadı, ancak aynı zaman diliminde gerçekleşen ya da aynı zaman
diliminde açığa çıkan bir dizi olay, çok kısa bir sürede diğer güçleri de savaşın
içine çekecekti. Başta Birleşik Devletler’i. Japon donanmasından genç bir subay,
emir almadan ve kendi insiyatifiyle (en azından hara-kiri yapmadan önce halk
önünde bildirdiği bu şekilde) gemisiyle gidip Honolulu’yu bombaladı. Doğal
olarak geminin, bir deniz filosunun öncüsü olduğu düşünüldü. Amerikan donanması
derhal harekete geçti. Atlantik kıyılarındaki filolara, Panama Kanalı’ndan
geçerek Pasifik limanlarına ulaşmaları emri çoktan verilmişti. Ancak Amerikan
gemileri henüz kanala girmişti ki önleri kesildi. Ticari bir İngiliz buharlı
gemisi, steamer Banshee, kaptan Hobgoblin, bir alavere havuzunun tam da önünde
ve tam da zamanında alabora olmuş, tüm trafiği aylarca tıkamıştı. Mucize eseri
tüm mürettebatı ile canlı kurtarılan Kaptan Hoblogoblin, büyük bir ağırbaşlılık
ve beyefendilikle Amerikanlar’a özürlerini ve kazanın istifleme hatası ve Kör
Talih’ten ileri geldiğini bildirdi. Bu olay Birleşik Devletler’de vatansever
bir öfke patlamasına ve İngiltere’ye karşı bir hınç dalgasına yol açtı. Kaptan
Hoblogoblin herhangi bir kanıt sunulamadan, İstihbarat ajanı olmakla suçlandı.
Bununla birlikte İngiltere meseleye hemen müdahil olmadı. Hükümeti, otantik
parçalarla, Hobgoblin’in İrlandalı olduğunu kanıtladı ve Amerikan hükümetinden
konuyu özgür İrlanda Devleti ile çözmelerini rica etti.
Ancak
trajedide olay örgüsünü hızlandıracak yeni sahneler, adı hayli kötüye çıkmış
Pasifik Okyanusu’nun başka noktalarında gerçekleşiyordu. Hindi-Çin’de ve
Hindistan’da eşzamanlı isyanlar başgösterdi. Yerel otoriteler bu isyanları,
gözleri dönmüş gibi, hayli kanlı biçimde bastırma yolu seçti. Bu tür
bastırmaların daima yol açtığı protestoları yatıştırmak için vatansever Fransız
basını (hangi bilgilere dayandıklarını allah bilir) isyan liderlerini Berlin’e
uşaklık etmekle suçladı, en azından Tokyo dememişler. Le Matin gazetesi, Hanoi
isyanları üzerine bir araştırmanın sonuçlarını yorumlarken, iri puntolarla şu
manşeti taşıyan özel bir baskı yayınlıyordu:
ASİLERİN
CEBİNDEN JAPON ALTINI ÇIKTI
Elbet
Fransa’da bu Japon altınını hangi emareden tanıdıklarını soracak kadar meraklı
yarım düzine kadar zihin vardı, ancak genel hayhuy içinde sesleri yitip gitti.
Bundan sonra da Japonya’nın Fransa’ya savaş açtığı ve Hindi-Çin’e saldırdığı
duyuldu. Benzer bir süreç, Hindistan’da, İngiliz kamuoyunu savaşa hazırlamak
için katkı sunmalıydı. Ancak bu sefer Hindu asilerin cebinden çıkan Fransız
altınıydı, kaldı ki onların değil altın, cepleri bile yoktu. Ancak, Bunau-Varilla’nın
tam da dengi Lord Rotherme’nin basını, olayları ülkesinin kamuoyuna böyle
yansıttı.
Ve
Avrupa da çoktan çalkalanmaya başlamıştı. Hitler’in hücum kıtaları Ukrayna’ya
giriyor ve Kızıl Ordu’nun büyük kısmının Uzakdoğu ile meşgul olmasından
faydalanarak, buğday yurdunu zafer naraları eşliğinde işgal ediyordu. Böylece
General Goering, Fransa’ya açıkça ittifak tekliflerinde bulundu; ancak ülke
kamuoyu bu teklifleri kabul etmek için son derece kötü hazırlanmıştı. Yeniden
güçlenmiş bir Alman’ın düşüncesi bile vatanseverleri dehşete düşürmeye
yetiyordu, bu sırada solun tüm muhalefeti Japon tutumu nedeniyle veya Sovyet
Rusya’yla yanaşıklığı nedeniyle tiksinti vermişti. Rastlantısal karakterde
başka koşullar da şüphesiz ki ülkenin savaşa girişinin hızlanmasına katkıda
bulundu. Sağlık sorunları nedeniyle görevden çekilen Cumhurbaşkanı Lebrun’un
halefi, kelek adamdı (ama hangi politikacı öyle değildi ki). Kimseye belli
etmeden hazineye değgin bir yolsuzluğa karışmıştı, milletin gözü önünde
cezalandırılacak noktaya geldiğini görüyordu, ve yeni bir skandaldan kaçınmak
için her şeye hazırdı. O ve arkadaşları yeni ve hakiki devrimin gelişini
görüyorlardı. Savaşa bel bağlamayı tercih ettiler. Kısa sürede bir dizi
elverişli sınır karışıklığı birbirini izledi, ve kamuoyunun seferberlik emrini
kabul etmesini kolaylaştırdı, bunun hemen akabinde sıra, Rusya’nınkine benzer
bir deklarasyona geldi, hatta Rus hükümetinin sözcüklerini de kullanmakta
sakınca görmediler. Bu çok kısa deklarasyona, Fransız kamuoyundan türlü
nüanslara karşılık gelen ve çeşitli günlük gazetede çokça yer bulan bir dizi
bildiri eşlik etti. Burada başlıcalarına yer veriyoruz.
Başkentlerde
basılan Echo de Paris’in kelimenin tam manasıyla, vatansever notası:
“Daha
önce defalarca tekrar ettiğimiz ve uyardığımız üzere, zira tehlike ölümcüldü,
Töton ikiyüzlülüğü nihayet Fransız bağışlayıcılığını alaşağı etti. Bizler için
artık tek bir yaşam şansı var; atalarımızın toprağına daima göz dikmiş
düşmanımıza karşı makul bir savaş: köklerini kazıma savaşı vererek hayatımızı
tehlikeye atmak. Ebedi Fransa dünya üzerine ışığını boşaltmak istiyorsa, tüm
Almanlar, sonuncusuna varıncaya dek kılıçtan geçirilmelidir. Tüfekler omza!
Hansların peşine marş marş! Yaşasın Fransa!”
-General
Cherpetitfils”
Petit
Parisien ve başka pek çok günlük gazete ise başka bir çağrı türetti, bunlar
genelde, hakkında hemen hiçbir şey bilmediğimiz devrin, Paul-Boncoeur adında,
muallak bir siyasetçisine atfediliyordu:
“Yurttaşlar!
İflah
olmaz bir düşman, tükenmek bilmez sabrımıza ve barışa olan tutkulu aşkımıza
nihayet son verdi. Umarım başlarını dökülecek kandan yukarı kaldıramazlar, en
azından idarecileri. Bizler için gepegenç onca hayat ne kadar kutsal ve nazik
olsa da, yapabilecek tek şeyimiz var, o da hayatımız pahasına, yaşama
nedenimizi müdafaa etmektir: devrimci atalarımızın haşmetli mirasını,
özgürlüğümüzü, yasalarımızı korumaktan başka yolumuz yok. Yurttaşlar! Bugün,
tehlikede olan Vatan’ın yardımına koşacak gönüllüleri toplayacak kaçınılmaz
çağrı, memleketimizin her yerinde ve kafamızın üzerinde yankılanmalıdır.
Cumhuriyet bizi çağırıyor: Yenmeyi bilelim ki yok olmayalım!”
Le
Populaire’den ise başka bir çan sesi geliyordu:
“Bu
nihai ve hüzünlü çağrıyı, heyecana kapılmadan, kalbimiz dile sığmaz bir üzüntü
ile sıkışmış haldeyken yapıyoruz. Fırtınaya kapılma pahasına kendimizi
tehlikeye attığımız kesin! Ancak akacak o kadar kan akla gelince gözyaşı nasıl
tutulur… Ancak cumhuriyetçi özgürlüklerimizin son kalıntılarını, geri
alamayacağımızı bile bile feda etmemiz, kendiliğimizden, hiç direniş
göstermeden Hitlerciliğin çizmeleri altına yatmamız şart mı? Böyle olursa, kan
kusan, son derece haklı kınamalara uğrayacağımız, sonsuza dek alnımızda kara
bir leke ile yaşayacağımız kesindir. Yüreğimiz dertli, ruhumuz yaslı, ancak bu
acı görevi yerine getirmekte kararlıyız. Ya kötü, ya kötünün iyisi, biz
ikincisini seçtik.
Bugün
SFIO’nun vatan için yeniden kurulduğu gündür,
-Leon
Blum”
Humanité
de kendi payına, hayli farklı bir ton benimsemişti:
“Yoldaşlar!
Kapitalist
haydutlarca beslenen iki hükümet, kışkırtıcı hiçbir sebep olmadığı halde Rus
yoldaşlarımıza saldırmışlardır. Genel konjonktür gereği bir burjuva partisiyle
geçici de olsa ortak hareket etmeye karşı olsak da, yoldaşlarımızın yardımına
yetişmeyi asla reddedemeyiz. Yeni dünyanın ve proleter gücün kalesi, SSCB’ye
yapılan saldırıya karşı ilgisiz olamayız, olmamalıyız. Yoldaşlar! Rus Devrimi’ni,
Dünya Devrimi’nin ruhunu korumak için çantalar sırtımızda, dinamitler
ellerimizde, hepimizin!
-Florimond
Bonte”
Bu
şekilde, farklı, ama aynı sonuca varan pek çok sebepten, örgütlü tüm partiler
savaşı benimseme ya da en azından kabullenmeyle karşı karşıya kaldılar. Sadece
münferit birkaç kişi savaşa karşı çıktıklarını ve hiçbir şekilde
onaylamadıklarını bildirdi. Bunlar çoğunlukla (bizce hatalı bir biçimde) dini
bir kategoriye sokulan, kendilerine vicdani retçi diyen şu acayip tarikattan birkaç
kişiydi. Dağınık, gözlerden uzak, siyasal destekten yoksun ve halk üzerinde
hayli etkisiz olduklarından muhalif çığlıkları savaşın yükselen gümbürtüsü
içinde yankı uyandırmadan kaybolup gitti. Bir başlarına yürüttükleri isyan
çarçabuk bastırıldı. Basit bir polis operasyonu, ya da şöyle dersek, küçük
çaplı bir katliam kimsenin gözüne çarpmadı. Kimileri, jandarma tarafından
yakılan evlerinde can verdi; büyük bir kısmı, gizlice, gece vakti fener
ışığında, bir kışla avlusunun sonunda kurşuna dizildi ve derhal düştükleri yere
gömüldü. Kimileri de teker teker öldürüldü. Kimbilir yüce ne çok düşünce, barış
hayali, kardeşlik, sevgi barındıran beyinleri, askerliği uzatılmış bir çavuşun
beylik silahından çıkan kurşunlarla bir koğuş yahut karakol duvarına saçıldı.
Sonları
ne denli üzücü olsa da bu şehitler, insanlığın kalanını bekleyen korkunç kader
düşünüldüğünde talihli ve ayrıcalıklı addedilebilir…
İşte
savaş böyle başladı.
Ve bu
gerçekten sonun başlangıcı oldu.
İkinci
dünya savaşından önceki hızlı ve kısa periyotta, Avrupa kamuoyu, temelinde en
ufak bir önemi olmayan skandallarla meşguldü, ayrıca bunlar hakkında kimsenin
pek de bir şey bildiği yoktu. Hırsız polis oynayarak eğlenen ve polis olmaktan
yorulduklarında hemen hırsızlarla yer değiştiren çocukların oyununu
andıran, seyircileri eğlendirme amaçlı
haydut hikâyeleriydi bunlar. Düzenbazları yakalamakla görevli polisin
elebaşlarınca satın alınıp alınmadığı asla bilinemezdi, adalet bakanının
tutuklanıp astlarınca hapse götürüldüğünü görmeyi beklemek olağan bir şeydi.
Bu
polisiye tefrikasıvari maceraların özellikle şöyle bir etkisi -hatta amaçları-
vardı: dikkatleri dönemin asıl meselesinden, yani Japonya’nın kuşatılmasından
başka yöne çevirmek. İnsanlığın alınyazısı bu sefer gerçekten de Uzakdoğu’da
temsil edilecekti. Avrupa’nın güçten düştüğünü hiçbir şey bu kadar güzel
gösteremez. Bu sefer Avrupa savaşı, Pasifik savaşının bir alt-ürününden başka
bir şey olamazdı.
Verimsiz,
çorak adalara sıkışmış Japonya, gitgide artan nüfusuyla, durumu kurtarmak için
tek çıkış yolu görüyordu: Çin’in kolonileştirilmesi. Ancak diğer taraftan, hâlâ
radyo setine, traş makinesine, Ford otomobile henüz sahip olmayan 300–400
milyonluk Asya pazarı, o sıralar hayli güç durumda olan Amerikan kapitalizmi
için tek umuttu. Bu nedenledir ki, iki ülkede de, canhıraş bir savaş hazırlığı
vardı. 1934 yılının başında, Japon donanması başkomutanı, amiral Osumi, Londra
ve Washington Antlaşmaları ile donanma silahlanmasına getirilen
sınırlandırmaları asla kaale almayacağını, kararlılıkla, açık ve net dile
getiriyordu. Aynı esnada, Amerikan Kongresi Vinson Donanma İntikali
Harcırahı’nı oyluyordu; beklenti büyüktü, Birleşik Devletler’in, tarihinin en
güçlü donanmasına kavuşması söz konusuydu. Öyle ki başkan Roosevelt tarafından
desteklenen donanma başkomutanı Swanson, Pasifik’te ilk kez, Alaska kıyıları
açıklarında gerçekleştirilecek 1935’in büyük deniz manevralarına
hazırlanıyordu.
Epey
genişleyeceğini haber veren bir çatışma olasılığına karşı herkes müttefik bulma
derdine düşmüştü. Başka sonuçlara gebe ilk jest, Sovyet hükümetinin Birleşik
Devletler tarafından tanınması oldu. Bu kabul –ve hemen akabinde kurulan
diplomatik ve ticari ilişkiler– müttefiklik değilse de bir çeşit ittifak
anlamına geliyordu. Her biri iki ayrı kıtayı domine eden iki güç tarafından
Japonya’nın kuşatılması oldu-bittiye getirilecek gibiydi.
Böyle
bir tehdit altındaki Japonya da kendi payına müttefik arayışına girmişti: buldu
da. Mutsuz Almanya, iktidara yükseldiğinden beri çare peşinde koştuğu
gözlemlenen bir hükümet tarafından yönetiliyordu. Hitler satılıktı, Japonya da
onu satın aldı. Ve böylece, Japonya’nın kuşatılmasına karşılık Sovyetler’in kuşatılması
cevabı derhal verilmiş oldu.
Kuvvetlerin
bu denkliği savaş ihtimallerini azaltmaktan çok gelecekteki muhariplerin savaş
arzularını iyice azdırdı. SSCB merkez komitesinin IV. toplantısında Litvinof
şunları bildiriyordu:
“Dış
dünyayla ilişkilerimi gözden geçirdiğimizde Almanya ve Japonya kadar önemli
ülkeleri hiç de göz ardı etmedim… Bu iki ülke ile ilişkilerimizin son safhası,
onları ortak paranteze almamı hiç de istemediklerini ummamıza izin veriyor.
Yanılmıyorsam aralarında bir ırk birliği olduğunu da resmen kabul ettiler.”
Kahkaha
ve alkışlarla karşılanan bu imâlı sözler, herkes tarafından anlaşıldı. Esasında
arî ırkın şampiyonu, otobiyografisi Mein Kampf’ta şöyle dememiş miydi:
“Almanya, Avrupa’da yeni topraklar fethetmek istiyorsa, bu kesinlikle, SSCB’ye
zarar vermeden gerçekleşemez. Alman toprağına, Alman kılıcıyla, yurtluk,
millete ise refah vermek için yeni Reich’in eski Töton Şövalyelerinin yolunu
benimsemesi şarttır.”
Az önce
alıntılanan konuşmasında Litvinof’un yanıtladığı işte bu ve benzeri
deklarasyonlardır. Litvinof şöyle diyor:
“Ayrıca
antlaşmaların ‘hakkaniyetli’ bir gözden geçirimi için planlar söz konusu,
önceden Baltık ülkeleri ve mesela SSCB gibi, Versay Antlaşması’ndan hiçbir
kazanım elde edemeyen, kim olursa olsun asla haksızlık yapmayan kimi ülkelerin
zararına, önceden kötü muamele görmüş ülkelerin toprak iştahlarını giderecek planlar.
Böyle bir ahlak ve adalet anlayışı özünü Hotanto kabilelerinden mi alıyor
anlamak mümkün değil, ancak arî ırktan almadığı kesin. Özünde her ne olursa
olsun, bu ahlâkı hayata geçirmeye çalışırlarsa, 170 milyonluk güçlü
Devletimiz’i her şeyiyle karşılarında bulacaklardır.”
Bolşevik
partisinin yayınladığı, ve bu konuşmanın yeniden elden geçtiği resmi broşürde,
alıntıladığımız son sözleri şu ibare takip etmekte: Alkış patlaması. Bu
oratoryal patlama, dünya üzerinde kopmaya hazır olan fırtına sırasında kendini
duyuracak kaçınılmaz başka bir patlamanın sadece habercisiydi.
Ama
öncesinde hortumun içine başka ülkeler sürüklenecekti. Başta Fransa. Litvinof,
aynı konuşmada güvenlik hakkında Fransız barışsever Herriot’nun kavramlarını
çok ama çok hatırlatan bir tanım verirken “Geçmişte nasılsa öyle devam edeceğiz
ve güvenliğimizi garanti altına alacak temel yöntemi, kızıl ordumuzu, kızıl
donanmamızı, kızıl hava kuvvetlerimizi sağlamlaştırmak ve kusursuzlaştırmak
adına geçmişe kıyasla çok daha fazla çalışacağız,” sıradışı bir tesadüfle,
Herriot’a tam tamına sıcak bir övgü gönderiyordu:
“Fransız
halkının en seçkin, en parlak temsilcilerinden Bay Herriot’un Birliğimize
yaptığı ve barışçıl temennilerini dile getirdiği son ziyareti (alkışlar)
sonrasında başlarında hava kuvvetleri komutanı olmak üzere Fransız hava
kuvvetlerinin resmi temsilcilerinin ziyareti, Fransız-Sovyet yakınlaşmasına
yeni ve kalıcı bir ivme kazandırmıştır.”
Aynı
sırada, yalanlanmamakla birlikte, Sovyet hükümetinin, Creusot fabrikasına Bakü
petrolünce garanti edilen, hatırı sayılır miktarda silah siparişi verdiğine
dair farklı yerlerden sesler geliyordu.
Birkaç
ay sonra büyük yankı uyandıran bir konuşmasında, Fransız savaş bütçesi
röportörü, aynı zamanda milletvekili Archimbauld, mecliste Sovyet basınını,
Sovyet havacılığını göklere çıkartacak kadar övüp, barışın en sağlam direklerinin
Fransa ve Rusya olduğunu bildirirken iki ülke arasında gizli askeri antlaşmalar
olduğunun açıkça anlaşılmasına izin veriyordu. Kendi payına Rus hükümeti ise
Fransa’ya karşı dostâne beyanlarını çoğaltmaktaydı. Bakan Barthou’nun, adı
unutulmuş küçük bir Balkan kralı ile birlikte Marsilya’da trajik bir biçimde
öldürülüşü üzerine, Moskova Postası asla devrimci olmamış Fransız devlet adamı
hakkında dile sığmaz övgüler yayınlamıştı.
Bu
metinler ve bu olaylar, ve başka pek çok metin ve başka pek çok olay, hakiki
gizli bir ittifakı, en azından, Archimbauld’un deyimiyle iki hükümet arasında
bir antantı haber veriyor ya da açığa vuruyordu. Böylelikle Rusya kendi
kuşatılmasına, bir yenisiyle –Almanya’nın kuşatılması ile- karşılık verdi.
Böylelikle, Doğu’dan Batı’ya, en güçlü, en iyi silahlanmış, en savaşçı
milletler bir çarkın dişleri gibi birbirlerini izlemek ve birbirinin içine
oturmak durumunda kaldı: adı Savaş olan canavar bir makinenin canavar çarkıydı
bu.