4 Şubat 2020 Salı

Dans Eden Su, Şarkı Söyleyen Taş, Konuşan Kuş / Derleyen (Mme) Louis Hourticq


Les Plus Beaux Contes De Tous Les Pays
Librairie Hachette Et Co.
1911, Paris.

 

 

DANS EDEN SU, ŞARKI SÖYLEYEN TAŞ, KONUŞAN KUŞ

 − İtalyan Masalı –


Bir zamanlar oğlunun iyi eğitim almasını isteyen bilge bir kral vardı. Kral, oğlunu yaşlı bir bilginin yanına verdi, ona şunları emretti: genç prens öncelikle Tanrı ve insan sevgisini öğrenmeliydi.
Yaşlı bilgin, çocuğu Sarı Nehir’in kenarında sessiz, sakin bir bölgeye götürdü. Ona bilmesi gereken her şeyi öğretti. Çocuk kolay anlıyordu, çalışkandı. Ayrıca cesurdu, iyi kalpli ve zekiydi. Bir prens olmasına rağmen bir işçi gibi elleriyle çalışmaktan gocunmuyordu. Bedenini en zor hareketlere, beynini öğrenmeye hazırlıyordu. Öyle temiz yürekliydi ki sürekli iyilik yapmanın yollarını arıyordu. Büyük miktarda bağışlar yapıyor, kimin ihtiyacı varsa yardımına koşuyordu.
“Baba[1]” diyordu çoğu zaman ustasına, “kötü adamlar nerede söyleyin bana. Söyleyin de onlara günlerini göstereyim.”
“İyi de evlat,” diye yanıtlıyordu yaşlı bilgin, “onlardan her yerde var. Yaşamın boyunca onlarla çokça karşılaşacaksın. Kötüler zararlı otlar gibidir, kimse onları ekmez ama onlar ne yapıp edip iyi tohumların yerini almayı başarırlar.”
“En azından, kötülerin en kötüsü nerede yaşıyor onu söyleyin; önce onu öldüreyim, sonra diğerlerinin hakkından da gelirim.”
“Madem bu kadar istiyorsun, işte sana cevabım. Hindistan’da Ceylan Adası’nda yaşıyor. Kötülerin en kötüsü, Dev Magock. O on başlıdır, tüm ülkeye dehşet saçar. Eğer insanlara yardım etmek istiyorsan, o toprakları bu canavardan kurtarmalısın. Çok zor, zahmetli bir iş -fakat sen genç ve güçlüsün. Devin sarayı iyi korunuyor -ama sen dikkatli, beceriklisin. Magock korkunçtur -sense cesursun. Sarayında Prenses Sita’yı esir tutuyor. Güzel bir genç kız. Dev Magock onunla evlenmek istiyor, o yüzden onu ailesinden koparıp kaçırdı.”
“Onu öldüreceğim,” diye haykırdı prens. “Güzel Sita’yı kurtaracağım!”
“Ama şuna dikkat et,” diye ekledi yaşlı bilgin, “devi öldürmeden önce ona yaklaşmanın bir yolunu bulmalısın; çünkü o uyurken başlarından biri daima uyanıktır. O seni görmeden yakınına varman imkânsız. Orada olduğunu anladığı anda senden üç şey ister. Ve bunları derhal ona vermezsen seni bir çırpıda paramparça eder.”
“Bu şeyler ne olabilir?”
“Dans eden bir bardak su, şarkı söyleyen bir taş ve konuşan bir kuş.”
“Peki… tüm bunları ona götürürsem?”
“Seni son bir sınavdan geçirir: eline bir yay tutuşturur. Bu yayı germeyi başarırsan yenilgiyi kabul eder ve kendini denize atar.”
“Hoşcakal babacığım, yola çıkıyorum,” dedi genç prens.
“Tanrı yardımcın olsun evlat,” diye yanıtladı onu yaşlı bilgin.
Prens, tehlikeli yolculuğuna başlamadan önce, Sarı Nehir’de yıkandı. Silah olarak elinde bir tek sopa, Ceylan Adası yolunu tuttu. Dünyaya ilk kez açılan küçük bir tay gibi heyecanlıydı, acele ediyordu. Hindistan sınırına geldiğinde diz çöktü, yürekten bir sevgi ile dua etti. Biraz ilerledikten sonra Nera Dağı’nı görüp durdu, bu dağ hakkında konuşulanları duymuştu: Dağın dünyanın merkezine kadar uzanan kıvrımları vardı, zirvesi en güzel elmaslardan daha çok ışıldardı. Prens, uzakta, güneş ışığında pırıldayan dört yamaca bakakaldı: Kuzey yamacı kırmızıydı, Güney yamacı sarı, Batı yamacı beyaz, Doğu yamacı ise siyah. Bu manzarayı görünce küçük bir çocukken dadısının anlattıklarını hatırladı: gökyüzünden gelen bir ırmak Nera Dağı’na dökülür, burada Manasa Gölü haline gelirmiş. Bu göl kuğuların, yaban ördeklerinin uğrak mekânıymış. Genç adam “Eğer dans eden su diye bir şey varsa, o mutlaka bu gölde olmalı,” diye düşündü.
Dağın eteğine geldiğinde, vakit kaybetmeden tırmanmaya başladı. Yakıcı bir güneş vardı. Tırmanışının yaklaşık üçte birini tamamlamıştı ki sıcaktan ve yorgunluktan bitkin düştü, durmak zorunda kaldı. Bereket versin hemen yakınında yemyeşil bir ağaçlık vardı. Burası yaprak ve dallardan oluşmuş bir mağara gibiydi. İçeri girdi: etraf sessizdi. Yumuşacık bir yosun tabakası, örtü gibi her yeri kaplamıştı, kızıl gülhatmi çiçekleri sanki yağmur olup bu örtünün üzerine yağmıştı. Ayrıca oradan geçen hacıların onuruna lezzetli meyveler, süt ürünleri konmuştu. Mutluluktan yüzü gülen prens yiyip içmeye koyuldu. Yosunların üzerine uzandı ve çok geçmeden uykuya daldı.
Ertesi gün tekrar yola koyuldu, buzulların olduğu yere ulaştı. Aşağıdan bakıldığında kıymetli taşlar gibi parlayan yerler, esasında karla kaplı engin bir araziymiş… Sonsuz bir beyazlık göz alabildiğine uzayıp gidiyordu.
Prens tırmanmaya devam etti, ne kavurucu güneşten ne de uçurumlardan korktu, ne de böyle ulaşılmaz yüksekliklere varınca her maceracı yolcuyu tedirgin eden başdönmesinden. Nihayet üçüncü günün sabahında, gökyüzünden çağlayan gibi inen bir ırmak gördü. Günlerdir aradığı Manasa Gölü az sonra karşısındaydı. Prens gölün kıyısına kadar yürüdü. Gölün farklı dört köşesinde kocaman dört kaya vardı. Bu kayaların her birinin tepesi birer hayvan biçimindeydi. Gölün suları bu dört kaya ile dörde ayrılıyordu. Güneyde inek başlı kayadan Ganj Nehri başlıyordu, batıda at başlı kayadan Otus Nehri, kuzeyde kaplan başlı kayadan Kaplan Nehri, ve nihayet batıda Fil başlı kayadan da Sarı Nehir. Altın rengi suların uzaklardaki memleketine gidiyor olması prensi duygulandırdı. Ailesi, yaşlı ustası aklına gelince gözleri yaşlarla doldu. Tam da o sırada gölde büyük bir gürültü koptu. Bir ördek sürüsü kanat çırpıp yabani sesler çıkartarak havalanıyordu. Onları görmek prensi daldığı düşüncelerden uyandırdı. Kafasını kaldırdığında karşı kıyıda mercandan yapılmış kocaman bir taht gördü. Bu taht su bitkileri ve lotus yaprakları ile süslenmişti. Tahtta ışıltılar saçacak kadar güzel, genç bir kadın oturuyordu. Saçlarına gözalıcı altın bir taç takmıştı. Elinde bir arp tutmaktaydı, sağ ayağını koca bir balığın kafasına basmıştı. Bu, Ganj Nehri’nin koruyucusu, tanrıça Ganga idi.
Prens saygılı adımlarla tanrıçaya doğru yürüdü. İyice yaklaştığında, güzel genç kadın ona şöyle dedi: “Sen dürüst ve saygılı birisin; bu nedenle seni ödüllendirmek istiyorum. Dans eden suyu arıyorsun, öyle değil mi?”
“Evet, saygıdeğer Tanrıça!”
“Pekâla! Onu buldun, çünkü o benim. Ben bir kasırgayımdır, durmak bilmem, her şeyi yaratan Shiva’nın saçları üzerinde döner dönerim; gökyüzünden sıçrar, sel gibi bu dağa düşer, burada ırmak olurum. Dağları aşarım, çağlayan olup dökülürüm, yükselirim, alçalırım. İleri öyle atılırım ki gürültümden deprem oldu sanarlar. En sonunda düzlüklere gelir, kıvrıla kıvrıla süzülürüm, Hindu ovalarına bereket götürürüm. Dans eden su gerçekten benim, seni ikna etmek istiyorum: İzle beni!”
Tanrıça, tahtın basamaklarını birer birer indi. Tatlı melodiler çıkarttığı tüy gibi hafif arpı da elindeydi. Gölün yüzeyinde süzülüp uçmaya koyuldu. Sevimli dansı usul usul etraftaki hayvanları da içine aldı: kuğular, yaban ördekleri, koca balık suda süzülüyor, fır fır dönüyorlardı. Dört kayanın tepesindeki hayvan başları, arpın müziği ile büyülenmiş, seslerini yükseltip eşlik etmek istiyorlardı. İnek “mööö”ledi, at kişnedi, fil hortumunu öttürdü, kaplan kükredi. Birkaç saniye sonunda, tanrıça dans etmeyi bıraktı ve kıyıya yaklaştı. Prense kristal bir şişe uzattı, ona şöyle dedi: “İşte dans eden su.” Sonra geri tahtına çıktı, ayağını yine koca balığın üzerine koydu, bulutlardan bir perdenin ardında usulca gözden kayboldu.
Prens avcunun içinde kıymetli şişeyi görünce, bu dağa tırmanmakla doğru bir şey yaptığından emin oldu. Yine de Dev Magock’un karşısına çıkmadan önce iki şey daha bulması gerekiyordu. Vakit kaybetmeden yolculuğuna kaldığı yerden devam etmeliydi. Tanrıça artık gözden yitmişti, yine de ona teşekkür etti. Ve şarkı söyleyen taşı bulmak için yola koyuldu. Günlerce yürüdü. Sonunda Hindistan’ın en büyük ırmaklarından birine geldi. Kıyının biraz yakınında tek ayak üzerinde duran bir ibis gördü. Prens bu gizemli, kutsal kuş hakkında daha önce hiçbir şey duymamıştı. Bu yüzden onu leylek sandı. Güzel kuş, gagasını suya batırmış, pürdikkat suyun dibini karıştırıyor, istiridye çıkarmaya çalışıyordu. Bu bölgede istiridye çok bulunur, inci avcıları evlerine sepet sepet inci ile dönerler.
Prens gözlerini ibisten ayıramıyordu; onun bir inci çıkardığını gördü, sonra bir ikincisini, derken bir üçüncüsünü, yirmi inciye kadar bu böyle devam etti. Gizemli kuş her bir inciyi özenle kumun üzerine bırakmaktaydı. İncilerin alacalı bir rengi vardı, güneş ışığında ışıldıyor, gökkuşağından daha zengin renklerde parıldıyorlardı. Kuş paha biçilmez bir bilezik yapmak için bu incileri birleştirdi. Mücevherini tamamlandığında, prense dostça baktı: Bu değerli eşyayı vermek için sanki onu yanına çağırıyordu. Genç adam, rüya gördüğünü sandı, yine de çekinmeden yaklaştı. İbis gagasını açtı, şu iki heceyi söyledi: “Si-ta.” Prens, Magock’un esiri, talihsiz prensesin ismini hemen hatırladı.
“Evet,” diye haykırdı, elini kalbinin üstüne götürerek. “Zavallı Güzel Sita’yı kurtaracağım. Öyle anlıyorum ki ibis, bu harika bileziği ona vereyim diye yaptınız. Fakat, madem bu kadar güzel konuşabiliyorsunuz, şarkı söyleyen taşı nerede bulabilirim, söyleyin bana.”
Kuşun cevabı kısa oldu, koca kanatlarını açtı, yüksek sesle üç kez şöyle öttü: “Rok, rok, rok!”
Bir sevinç mi, bir çağrı mı, yoksa bir endişe mi ifade etmişti? Prens gökyüzünde küçük kara bir leke belirdiğinde kendine işte bunları soruyordu. Leke alçaldıkça büyüdü, büyüdü. Çıkagelen, dev bir kartaldı. Arap masal anlatıcılarının Rok dediği kartaldı bu. Rok, yere, ibisin yanına indi.
Prens, kutsal ibisi korumak için çarçabuk sopasına davrandı. Ancak bu hareketi Rok’a geri adım attırmadı. Devasa kartal, bir anda onu ve ibisi güçlü pençelerinin içine aldı ve ışık hızında onları göğe çıkardı. Prens, kristal şişenin cebinde olduğundan emin oldu. Şimdi aşağıdaki dünyayı seyre dalıyordu. Hangi toprakların hangi krallık ya da imparatorluklar olduğunu bilmeye çalıştı. Rok, Batı’ya yöneldi, Hindistan’ın üzerinden geçti, sonra İran’dan ve Arabistan’dan. Arabistan o kadar yükseklerden bakıldığında beyaz bir denizi andırıyordu. Dağlar bu denizin dalgaları gibiydi. Arap şehirlerinin hepsi dağların eteklerine kurulmuştu. Bugünkü Suveyş kanalının olduğu yerlerden geçtiler, Kahire semalarına geldiler. Rok, Kahire’nin üzerinde üç kez döndü, sonra büyük bir çığlık koparıp hızla aşağı süzüldü, süzüldü. En yüksek Piramit’in tepesine kondu.
Prens Mısır’da, Gize yakınlarında olduğunu anlamıştı. Az ötelerinde heybeti ile tüm bölgeye hakim, granit taşından koca bir Sfenks duruyordu.
İbis, Sfenks’in yanağına kazınmış eski dildeki bir yazıyı okumaya dalmıştı. Birden bire şu iki heceyi söyledi: “Ge-ce!” Ansızın güneş ufukta kayboldu, karanlık, dev Sfenks’i yuttu. Ve yapıldığı taştan, sanki canlanmış gibi, büyülü, tatlı bir müzik duyuldu.
“Tanrıya şükür!” diye bağırdı prens, sevinçten havaya sıçrayarak. “Teşekkürler konuşan kuş, sayende şarkı söyleyen taşı buldum.” Hızla piramitin tepesinden indi, doğrudan Sfenks’e koştu. Birkaç adım yaklaşmıştı ki yerde uzun demir bir çubuk buldu. Ve bu demirin yardımıyla granit taşından bir parça koparmayı başardı. Tesadüf bu ya kopardığı parça Sfenks’in burnuydu. Yüzünün tahrip edildiğini anlayan Sfenks, öfkelendi ve gözyaşlarına boğuldu. Ve o zamandan bu yana burnuna bir daha kavuşamadı.
“Magock bana zorluk çıkartacak mı göreceğiz!” diye haykırdı prens. “Acaba, ona götürdüklerimden memnun kalacak mı? Ama oraya nasıl gideceğim?” İbis yeniden “Rok, rok!” diye bağırdı. Dev kuş hemen geldi, prensi ve ibisi yakaladı; onları birkaç saat içinde Ceylan Adası’na götürdü.
Dev Magock uyuyordu; Başlarından dokuzunun gözleri kapalıydı. Onuncu baş ise etrafı gözlüyordu, çıt çıksa duymaya hazırdı. Prenses Sita, korku ve üzüntüden yarı ölü vaziyetteydi, zifiri karanlık bir zindanda, olduğu yere yığılıp kalmıştı. Bir kurtarıcı göndermesi için Tanrı’ya dua ediyordu.
Şato ve etrafını koruyan nöbetçiler gökyüzünde canavarı andıran kocaman bir kuş fark ettiler. Bu kuş, tek kanat çırpışta surları, bahçeleri, avluları geçti, prens ve ibisi kapının önüne bıraktı. Bu iki yolcunun gelişi oldukça hızlı, beklenmedik olmuştu. Öyle ki nöbetçiler alarm vermeye fırsat bile bulamadılar. Genç adam rahatça içeri girdi, deve seslendi:
“Sana kapıyı kim açtı,” diye gürledi Magock, öfke içinde.
“Kimse, ben kendim geldim.”
“Sahi mi - aman ne saygılı bir konuk!... Umarım beni serinletmek için yanında su getirmişsindir…”
“Elbette,” diye yanıtladı prens ona kristal şişeyi uzatırken.
Magock’un yüzü bir anda kireç gibi beyazladı. Ne de olsa dans eden suyu ilk görüşte tanımıştı:
“Biliyorsun,” diye söze başladı, “ben üç şey isterim. Diğerleri nerede, söyle bakalım…”
“Bu da ikincisi,” dedi prens, “şarkı söyleyen taş.” Elindeki Sfenks burnunu sallayarak. Burun sanki sürekli çekiliyormuş gibi sesler çıkartıyordu.
“Müziğe bak sen!”
“İşte bu müzik, seni mezarına götürecek cenaze marşı,” diye yanıtladı prens, gürleyen bir sesle. Öyle ki sarayın camları sallandı. “Pişman mısın söyle, çünkü yaşamak için sadece bir saatin kaldı!”
“Ben? Pişmanlık mı? Asla!”
“O halde derhal öleceksin!”
“Bunu da nereden çıkartıyorsun şimdi? Bunu sana kim söyledi?”
“Ben. Ben,” diye öttü ibis, birkaç adım öne gelerek.
İbisi gören dev renkten renge girdi:
“Konuşan kuş! Zavallı ben! Kaybettim!”
Ve ayağa kalktı, savaştığı zamanlardan kalma yayını yerinden aldı, prense uzattı.
“Ger bakalım şunu. On kişi bir olsa yine de yayımı geremez. Başarırsan yenilgiyi kabul edeceğim.”
Genç adam yayı aldı. Ve hiç zorluk çekmeden onu gerdi. Devin her bir kafasına birer ok attı. Magock, korkunç bir acı içinde on kez bağırdı. Sesi Malabar Adası’ndan bile duyuldu. Sonra sendeleyerek pencereye kadar gidip kendini denize attı.
Prens hemen Prenses Sita’nın zindanına koştu. Onu elinden tuttu, koluna göz kamaştırıcı inci bileziği taktı. Onu ailesinin yanına götürdü. Birkaç gün sonra evlendiler.
Bir gün prens, yaşlı bilginle sohbet ederken, ihtiyar adam ona şöyle dedi: “Bu zor görevi başaracağını biliyordum, çünkü senin bir tılsımın var.”
“Evet,” diye yanıtladı prens gülümseyerek, “dans eden su, şarkı söyleyen taş ve konuşan kuş.”
“Hayır, öyle değil,” dedi yaşlı bilgin. “Sende daha iyisi var: Bedeninde dans eden gençlik, göğsünde konuşan cesaret ve ruhunda şarkı söyleyen iyilik.”



[1]  “Baba” kelimesinin eski bir kullanımı, toplum içinde saygıdeğer yaşlılara bir hitap etme biçimi.  (ç.n.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder