Les Plus Beaux Contes De Tous Les Pays
Librairie Hachette Et Co.
1911, Paris.
DANS EDEN SU,
ŞARKI SÖYLEYEN TAŞ, KONUŞAN KUŞ
− İtalyan Masalı –
Bir
zamanlar oğlunun iyi eğitim almasını isteyen bilge bir kral vardı. Kral, oğlunu
yaşlı bir bilginin yanına verdi, ona şunları emretti: genç prens öncelikle
Tanrı ve insan sevgisini öğrenmeliydi.
Yaşlı bilgin, çocuğu Sarı
Nehir’in kenarında sessiz, sakin bir bölgeye götürdü. Ona bilmesi gereken her
şeyi öğretti. Çocuk kolay anlıyordu, çalışkandı. Ayrıca cesurdu, iyi kalpli ve
zekiydi. Bir prens olmasına rağmen bir işçi gibi elleriyle çalışmaktan
gocunmuyordu. Bedenini en zor hareketlere, beynini öğrenmeye hazırlıyordu. Öyle
temiz yürekliydi ki sürekli iyilik yapmanın yollarını arıyordu. Büyük miktarda
bağışlar yapıyor, kimin ihtiyacı varsa yardımına koşuyordu.
“Baba[1]”
diyordu çoğu zaman ustasına, “kötü adamlar nerede söyleyin bana. Söyleyin de
onlara günlerini göstereyim.”
“İyi de evlat,” diye yanıtlıyordu
yaşlı bilgin, “onlardan her yerde var. Yaşamın boyunca onlarla çokça
karşılaşacaksın. Kötüler zararlı otlar gibidir, kimse onları ekmez ama onlar ne
yapıp edip iyi tohumların yerini almayı başarırlar.”
“En azından, kötülerin en kötüsü
nerede yaşıyor onu söyleyin; önce onu öldüreyim, sonra diğerlerinin hakkından da
gelirim.”
“Madem bu kadar istiyorsun, işte
sana cevabım. Hindistan’da Ceylan Adası’nda yaşıyor. Kötülerin en kötüsü, Dev
Magock. O on başlıdır, tüm ülkeye dehşet saçar. Eğer insanlara yardım etmek
istiyorsan, o toprakları bu canavardan kurtarmalısın. Çok zor, zahmetli bir iş
-fakat sen genç ve güçlüsün. Devin sarayı iyi korunuyor -ama sen dikkatli, beceriklisin.
Magock korkunçtur -sense cesursun. Sarayında Prenses Sita’yı esir tutuyor. Güzel
bir genç kız. Dev Magock onunla evlenmek istiyor, o yüzden onu ailesinden
koparıp kaçırdı.”
“Onu öldüreceğim,” diye haykırdı
prens. “Güzel Sita’yı kurtaracağım!”
“Ama şuna dikkat et,” diye ekledi
yaşlı bilgin, “devi öldürmeden önce ona yaklaşmanın bir yolunu bulmalısın;
çünkü o uyurken başlarından biri daima uyanıktır. O seni görmeden yakınına
varman imkânsız. Orada olduğunu anladığı anda senden üç şey ister. Ve bunları
derhal ona vermezsen seni bir çırpıda paramparça eder.”
“Bu şeyler ne olabilir?”
“Dans eden bir bardak su, şarkı
söyleyen bir taş ve konuşan bir kuş.”
“Peki… tüm bunları ona
götürürsem?”
“Seni son bir sınavdan geçirir:
eline bir yay tutuşturur. Bu yayı germeyi başarırsan yenilgiyi kabul eder ve
kendini denize atar.”
“Hoşcakal babacığım, yola
çıkıyorum,” dedi genç prens.
“Tanrı yardımcın olsun evlat,”
diye yanıtladı onu yaşlı bilgin.
Prens, tehlikeli yolculuğuna
başlamadan önce, Sarı Nehir’de yıkandı. Silah olarak elinde bir tek sopa,
Ceylan Adası yolunu tuttu. Dünyaya ilk kez açılan küçük bir tay gibi
heyecanlıydı, acele ediyordu. Hindistan sınırına geldiğinde diz çöktü, yürekten
bir sevgi ile dua etti. Biraz ilerledikten sonra Nera Dağı’nı görüp durdu, bu
dağ hakkında konuşulanları duymuştu: Dağın dünyanın merkezine kadar uzanan
kıvrımları vardı, zirvesi en güzel elmaslardan daha çok ışıldardı. Prens,
uzakta, güneş ışığında pırıldayan dört yamaca bakakaldı: Kuzey yamacı
kırmızıydı, Güney yamacı sarı, Batı yamacı beyaz, Doğu yamacı ise siyah. Bu
manzarayı görünce küçük bir çocukken dadısının anlattıklarını hatırladı:
gökyüzünden gelen bir ırmak Nera Dağı’na dökülür, burada Manasa Gölü haline gelirmiş.
Bu göl kuğuların, yaban ördeklerinin uğrak mekânıymış. Genç adam “Eğer dans
eden su diye bir şey varsa, o mutlaka bu gölde olmalı,” diye düşündü.
Dağın eteğine geldiğinde, vakit
kaybetmeden tırmanmaya başladı. Yakıcı bir güneş vardı. Tırmanışının yaklaşık
üçte birini tamamlamıştı ki sıcaktan ve yorgunluktan bitkin düştü, durmak
zorunda kaldı. Bereket versin hemen yakınında yemyeşil bir ağaçlık vardı.
Burası yaprak ve dallardan oluşmuş bir mağara gibiydi. İçeri girdi: etraf
sessizdi. Yumuşacık bir yosun tabakası, örtü gibi her yeri kaplamıştı, kızıl
gülhatmi çiçekleri sanki yağmur olup bu örtünün üzerine yağmıştı. Ayrıca oradan
geçen hacıların onuruna lezzetli meyveler, süt ürünleri konmuştu. Mutluluktan
yüzü gülen prens yiyip içmeye koyuldu. Yosunların üzerine uzandı ve çok
geçmeden uykuya daldı.
Ertesi gün tekrar yola koyuldu, buzulların
olduğu yere ulaştı. Aşağıdan bakıldığında kıymetli taşlar gibi parlayan yerler,
esasında karla kaplı engin bir araziymiş… Sonsuz bir beyazlık göz alabildiğine
uzayıp gidiyordu.
Prens tırmanmaya devam etti, ne
kavurucu güneşten ne de uçurumlardan korktu, ne de böyle ulaşılmaz
yüksekliklere varınca her maceracı yolcuyu tedirgin eden başdönmesinden.
Nihayet üçüncü günün sabahında, gökyüzünden çağlayan gibi inen bir ırmak gördü.
Günlerdir aradığı Manasa Gölü az sonra karşısındaydı. Prens gölün kıyısına
kadar yürüdü. Gölün farklı dört köşesinde kocaman dört kaya vardı. Bu kayaların
her birinin tepesi birer hayvan biçimindeydi. Gölün suları bu dört kaya ile
dörde ayrılıyordu. Güneyde inek başlı kayadan Ganj Nehri başlıyordu, batıda at
başlı kayadan Otus Nehri, kuzeyde kaplan başlı kayadan Kaplan Nehri, ve nihayet
batıda Fil başlı kayadan da Sarı Nehir. Altın rengi suların uzaklardaki
memleketine gidiyor olması prensi duygulandırdı. Ailesi, yaşlı ustası aklına
gelince gözleri yaşlarla doldu. Tam da o sırada gölde büyük bir gürültü koptu.
Bir ördek sürüsü kanat çırpıp yabani sesler çıkartarak havalanıyordu. Onları
görmek prensi daldığı düşüncelerden uyandırdı. Kafasını kaldırdığında karşı
kıyıda mercandan yapılmış kocaman bir taht gördü. Bu taht su bitkileri ve lotus
yaprakları ile süslenmişti. Tahtta ışıltılar saçacak kadar güzel, genç bir
kadın oturuyordu. Saçlarına gözalıcı altın bir taç takmıştı. Elinde bir arp
tutmaktaydı, sağ ayağını koca bir balığın kafasına basmıştı. Bu, Ganj Nehri’nin
koruyucusu, tanrıça Ganga idi.
Prens saygılı adımlarla tanrıçaya
doğru yürüdü. İyice yaklaştığında, güzel genç kadın ona şöyle dedi: “Sen dürüst
ve saygılı birisin; bu nedenle seni ödüllendirmek istiyorum. Dans eden suyu
arıyorsun, öyle değil mi?”
“Evet, saygıdeğer Tanrıça!”
“Pekâla! Onu buldun, çünkü o
benim. Ben bir kasırgayımdır, durmak bilmem, her şeyi yaratan Shiva’nın saçları
üzerinde döner dönerim; gökyüzünden sıçrar, sel gibi bu dağa düşer, burada
ırmak olurum. Dağları aşarım, çağlayan olup dökülürüm, yükselirim, alçalırım. İleri
öyle atılırım ki gürültümden deprem oldu sanarlar. En sonunda düzlüklere gelir,
kıvrıla kıvrıla süzülürüm, Hindu ovalarına bereket götürürüm. Dans eden su
gerçekten benim, seni ikna etmek istiyorum: İzle beni!”
Tanrıça, tahtın basamaklarını
birer birer indi. Tatlı melodiler çıkarttığı tüy gibi hafif arpı da elindeydi.
Gölün yüzeyinde süzülüp uçmaya koyuldu. Sevimli dansı usul usul etraftaki
hayvanları da içine aldı: kuğular, yaban ördekleri, koca balık suda süzülüyor,
fır fır dönüyorlardı. Dört kayanın tepesindeki hayvan başları, arpın müziği ile
büyülenmiş, seslerini yükseltip eşlik etmek istiyorlardı. İnek “mööö”ledi, at
kişnedi, fil hortumunu öttürdü, kaplan kükredi. Birkaç saniye sonunda, tanrıça
dans etmeyi bıraktı ve kıyıya yaklaştı. Prense kristal bir şişe uzattı, ona
şöyle dedi: “İşte dans eden su.” Sonra geri tahtına çıktı, ayağını yine koca
balığın üzerine koydu, bulutlardan bir perdenin ardında usulca gözden kayboldu.
Prens avcunun içinde kıymetli
şişeyi görünce, bu dağa tırmanmakla doğru bir şey yaptığından emin oldu. Yine
de Dev Magock’un karşısına çıkmadan önce iki şey daha bulması gerekiyordu.
Vakit kaybetmeden yolculuğuna kaldığı yerden devam etmeliydi. Tanrıça artık
gözden yitmişti, yine de ona teşekkür etti. Ve şarkı söyleyen taşı bulmak için
yola koyuldu. Günlerce yürüdü. Sonunda Hindistan’ın en büyük ırmaklarından
birine geldi. Kıyının biraz yakınında tek ayak üzerinde duran bir ibis gördü. Prens bu gizemli, kutsal kuş
hakkında daha önce hiçbir şey duymamıştı. Bu yüzden onu leylek sandı. Güzel
kuş, gagasını suya batırmış, pürdikkat suyun dibini karıştırıyor, istiridye çıkarmaya
çalışıyordu. Bu bölgede istiridye çok bulunur, inci avcıları evlerine sepet
sepet inci ile dönerler.
Prens gözlerini ibisten ayıramıyordu;
onun bir inci çıkardığını gördü, sonra bir ikincisini, derken bir üçüncüsünü,
yirmi inciye kadar bu böyle devam etti. Gizemli kuş her bir inciyi özenle kumun
üzerine bırakmaktaydı. İncilerin alacalı bir rengi vardı, güneş ışığında
ışıldıyor, gökkuşağından daha zengin renklerde parıldıyorlardı. Kuş paha
biçilmez bir bilezik yapmak için bu incileri birleştirdi. Mücevherini
tamamlandığında, prense dostça baktı: Bu değerli eşyayı vermek için sanki onu
yanına çağırıyordu. Genç adam, rüya gördüğünü sandı, yine de çekinmeden yaklaştı.
İbis gagasını açtı, şu iki heceyi söyledi: “Si-ta.” Prens, Magock’un esiri,
talihsiz prensesin ismini hemen hatırladı.
“Evet,” diye haykırdı, elini
kalbinin üstüne götürerek. “Zavallı Güzel Sita’yı kurtaracağım. Öyle anlıyorum
ki ibis, bu harika bileziği ona vereyim diye yaptınız. Fakat, madem bu kadar
güzel konuşabiliyorsunuz, şarkı söyleyen taşı nerede bulabilirim, söyleyin
bana.”
Kuşun cevabı kısa oldu, koca
kanatlarını açtı, yüksek sesle üç kez şöyle öttü: “Rok, rok, rok!”
Bir sevinç mi, bir çağrı mı,
yoksa bir endişe mi ifade etmişti? Prens gökyüzünde küçük kara bir leke
belirdiğinde kendine işte bunları soruyordu. Leke alçaldıkça büyüdü, büyüdü.
Çıkagelen, dev bir kartaldı. Arap masal anlatıcılarının Rok dediği kartaldı bu.
Rok, yere, ibisin yanına indi.
Prens, kutsal ibisi korumak için
çarçabuk sopasına davrandı. Ancak bu hareketi Rok’a geri adım attırmadı. Devasa
kartal, bir anda onu ve ibisi güçlü pençelerinin içine aldı ve ışık hızında
onları göğe çıkardı. Prens, kristal şişenin cebinde olduğundan emin oldu. Şimdi
aşağıdaki dünyayı seyre dalıyordu. Hangi toprakların hangi krallık ya da
imparatorluklar olduğunu bilmeye çalıştı. Rok, Batı’ya yöneldi, Hindistan’ın üzerinden
geçti, sonra İran’dan ve Arabistan’dan. Arabistan o kadar yükseklerden
bakıldığında beyaz bir denizi andırıyordu. Dağlar bu denizin dalgaları gibiydi.
Arap şehirlerinin hepsi dağların eteklerine kurulmuştu. Bugünkü Suveyş
kanalının olduğu yerlerden geçtiler, Kahire semalarına geldiler. Rok,
Kahire’nin üzerinde üç kez döndü, sonra büyük bir çığlık koparıp hızla aşağı
süzüldü, süzüldü. En yüksek Piramit’in tepesine kondu.
Prens Mısır’da, Gize yakınlarında
olduğunu anlamıştı. Az ötelerinde heybeti ile tüm bölgeye hakim, granit
taşından koca bir Sfenks duruyordu.
İbis, Sfenks’in yanağına kazınmış
eski dildeki bir yazıyı okumaya dalmıştı. Birden bire şu iki heceyi söyledi:
“Ge-ce!” Ansızın güneş ufukta kayboldu, karanlık, dev Sfenks’i yuttu. Ve
yapıldığı taştan, sanki canlanmış gibi, büyülü, tatlı bir müzik duyuldu.
“Tanrıya şükür!” diye bağırdı
prens, sevinçten havaya sıçrayarak. “Teşekkürler konuşan kuş, sayende şarkı
söyleyen taşı buldum.” Hızla piramitin tepesinden indi, doğrudan Sfenks’e koştu.
Birkaç adım yaklaşmıştı ki yerde uzun demir bir çubuk buldu. Ve bu demirin yardımıyla
granit taşından bir parça koparmayı başardı. Tesadüf bu ya kopardığı parça
Sfenks’in burnuydu. Yüzünün tahrip edildiğini anlayan Sfenks, öfkelendi ve
gözyaşlarına boğuldu. Ve o zamandan bu yana burnuna bir daha kavuşamadı.
“Magock bana zorluk çıkartacak mı
göreceğiz!” diye haykırdı prens. “Acaba, ona götürdüklerimden memnun kalacak
mı? Ama oraya nasıl gideceğim?” İbis yeniden “Rok, rok!” diye bağırdı. Dev kuş
hemen geldi, prensi ve ibisi yakaladı; onları birkaç saat içinde Ceylan
Adası’na götürdü.
Dev Magock uyuyordu; Başlarından
dokuzunun gözleri kapalıydı. Onuncu baş ise etrafı gözlüyordu, çıt çıksa
duymaya hazırdı. Prenses Sita, korku ve üzüntüden yarı ölü vaziyetteydi, zifiri
karanlık bir zindanda, olduğu yere yığılıp kalmıştı. Bir kurtarıcı göndermesi
için Tanrı’ya dua ediyordu.
Şato ve etrafını koruyan
nöbetçiler gökyüzünde canavarı andıran kocaman bir kuş fark ettiler. Bu kuş,
tek kanat çırpışta surları, bahçeleri, avluları geçti, prens ve ibisi kapının
önüne bıraktı. Bu iki yolcunun gelişi oldukça hızlı, beklenmedik olmuştu. Öyle
ki nöbetçiler alarm vermeye fırsat bile bulamadılar. Genç adam rahatça içeri
girdi, deve seslendi:
“Sana kapıyı kim açtı,” diye
gürledi Magock, öfke içinde.
“Kimse, ben kendim geldim.”
“Sahi mi - aman ne saygılı bir
konuk!... Umarım beni serinletmek için yanında su getirmişsindir…”
“Elbette,” diye yanıtladı prens
ona kristal şişeyi uzatırken.
Magock’un yüzü bir anda kireç
gibi beyazladı. Ne de olsa dans eden suyu ilk görüşte tanımıştı:
“Biliyorsun,” diye söze başladı, “ben
üç şey isterim. Diğerleri nerede, söyle bakalım…”
“Bu da ikincisi,” dedi prens, “şarkı
söyleyen taş.” Elindeki Sfenks burnunu sallayarak. Burun sanki sürekli çekiliyormuş
gibi sesler çıkartıyordu.
“Müziğe bak sen!”
“İşte bu müzik, seni mezarına
götürecek cenaze marşı,” diye yanıtladı prens, gürleyen bir sesle. Öyle ki
sarayın camları sallandı. “Pişman mısın söyle, çünkü yaşamak için sadece bir
saatin kaldı!”
“Ben? Pişmanlık mı? Asla!”
“O halde derhal öleceksin!”
“Bunu da nereden çıkartıyorsun
şimdi? Bunu sana kim söyledi?”
“Ben. Ben,” diye öttü ibis,
birkaç adım öne gelerek.
İbisi gören dev renkten renge
girdi:
“Konuşan kuş! Zavallı ben!
Kaybettim!”
Ve ayağa kalktı, savaştığı zamanlardan
kalma yayını yerinden aldı, prense uzattı.
“Ger bakalım şunu. On kişi bir
olsa yine de yayımı geremez. Başarırsan yenilgiyi kabul edeceğim.”
Genç adam yayı aldı. Ve hiç
zorluk çekmeden onu gerdi. Devin her bir kafasına birer ok attı. Magock, korkunç
bir acı içinde on kez bağırdı. Sesi Malabar Adası’ndan bile duyuldu. Sonra
sendeleyerek pencereye kadar gidip kendini denize attı.
Prens hemen Prenses Sita’nın
zindanına koştu. Onu elinden tuttu, koluna göz kamaştırıcı inci bileziği taktı.
Onu ailesinin yanına götürdü. Birkaç gün sonra evlendiler.
Bir gün prens, yaşlı bilginle
sohbet ederken, ihtiyar adam ona şöyle dedi: “Bu zor görevi başaracağını
biliyordum, çünkü senin bir tılsımın var.”
“Evet,” diye yanıtladı prens
gülümseyerek, “dans eden su, şarkı söyleyen taş ve konuşan kuş.”
“Hayır, öyle değil,” dedi yaşlı
bilgin. “Sende daha iyisi var: Bedeninde dans eden gençlik, göğsünde konuşan
cesaret ve ruhunda şarkı söyleyen iyilik.”
[1] “Baba” kelimesinin eski bir kullanımı, toplum
içinde saygıdeğer yaşlılara bir hitap etme biçimi. (ç.n.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder