9 Mayıs 2020 Cumartesi

27 Nisan 2020 Pazartesi

İskandil_fantastik seçkide gelecek yayın: Eugène Mouton | Tarih Teleskobu


Eugène Mouton (Mérinos*)
L’Historioscope
Fantaisies başlıklı seçkiden
Charpantier
1883


TARİH TELESKOBU

« Paris, 19 Mart 1881

« Saygıdeğer Beyefendi,
« Sonsuzluk Mecmuası’nı düzenli takip eden bir okur olarak, “Amel-Marduk ve Neriglissor saltanatlarında canlı yılan balığı ticareti bakımından Asurluların Etrüsklerle ticari ilişkileri” hakkında yayınladığınız takdire şayan çalışmanızı ilgiyle, bir o kadar dikkatle okudum.
« Doğrusu, Amel-Marduk ve Neriglissor saltanatlarının çok daha öncesinde bile, o sıralar Fırat kıyıları hayli bayındır ve işlek olan imparatorluk ile Etrürya yerlileri arasında önemli, çeşitlilik bakımından zengin ticari ilişkiler olduğuna kesin gözüyle bakılıyor. Bu konu hakkında Eugibine Tabletleri de galiba gözünüzden kaçan bir pasaj içermekte, yine bu pasaj, Etrüsk toplumlarında yılan balığının hiyeratik karakterine faydalı bir ışık tutar. Herhalükârda, son derece isabetle sizin de ortaya koyduğunuz üzere, bu ticaret, olağanüstü gelişimini ilkin Amel-Marduk’a ikinci olaraksa (kardeşinin planlarını sürdürmekten başka bir şey yapmayan) Neriglissor’a borçludur.
Ben de sizin gibi bu dönemi (İ.Ö.) 260 ve 3697 yılları arasına yerleştirmek gerektiği kanısındayım, bence de daha dar bir zaman aralığıyla kestirimde bulunmak, gözüpekçe ancak iyi tartılmamış bir davranış olurdu. Babillilerin Etrüsklerle Amel-Marduk ve Neriglissor saltanatlarında aktif bir canlı yılan balığı ticareti yaptıklarını öğrenmek bile oldukça önemli, ve bu yüzden Babil imparatorluğunun son derece karanlıkta kalmış tarihinin bu mühim noktasını aydınlattığınız için bilim dünyası size büyük minnet borçlu.
« Yıllardır kendince tarihî araştırmalara adanmış biri olarak, sizinle iletişime geçmekten sevinç duyarım; ayrıca ilginizi çekerse, sadece Amel-Marduk ve Neriglissor saltanatlarında Asurlular ve Etrüskler arasındaki yılan balığı ticareti bakımından değil, genel biçimde, evrensel tarihin istisnasız her olayı hakkında elimde bulunan belgeleri sizinle paylaşmak, inanın benim için büyük bir zevk olacaktır.
« Her gün sabah beş ve üç arası beni evimde bulabilirsiniz: asla dışarı çıkmam ve neredeyse hiç uyumam.
« Yakında gerçekleşmesini umduğum ilk ziyaretinizin ümidiyle, Beyefendi, lütfen en derin saygılarımı kabul buyrun.
« Tüm samimiyetimle,
                                  daima hizmetinizdeyim.
« JOSEPH DURAND (de Tarne-et-Garonne)
« Pek çok ilim cemiyetinin üyesi,
Anglais Caddesi No 14.»


....

21 Mart 2020 Cumartesi

Lang Lee – 세상 모든 사람들이 나를 미워하기 시작했다

Denizin Dibinde Dönen Değirmen | Norveç Masalı | Derleyen (Mme) Louis Hourticq


(Mme) Louis Hourticq
Les Plus Beaux Contes De Tous Les Pays
Librairie Hachette Et Co.
1911, Paris.




DENİZİN DİBİNDE DÖNEN DEĞİRMEN

− Norveç Masalı −


Bir zamanlar iki erkek kardeş vardı. Bunlardan biri zengin diğeri fakirdi. Bir Yeniyıl akşamı, fakir kardeş yiyecek bir parça ekmeği bile olmadığı için zengin kardeşin kapısını çaldı. Allah rızası için yardım diledi. İlk kez böyle bir ricada bulunmuyordu, bu nedenle kardeşi onu kapıda görmekten haz etmezdi. Yoksul kardeşini yine karşısında görünce şöyle çıkıştı:
“Eğer söylediğimi yapacak olursan, şöminede asılı duran jambonlardan en büyüğü senin olacak.”
“Kabul ediyorum,” dedi fakir olan. Açlıktan kurtulmak için yılana bile sarılacak durumdaydı.
“Pekâlâ! İşte jambon. Hadi şimdi cehennemin dibine git!”
“Söz verince dönülmez… Bari cehennemin dibine gideyim,” dedi diğeri. Jambonu sarıp sarmaladı ve yola çıktı. Gün boyu yürüdü, ve gece çökerken, ak sakallı bir dedeyle karşılaştı.
“İyi akşamlar,” dedi ona.
“İyi akşamlar,” diye karşılık verdi ihtiyar, “nereye gidiyorsun?”
“Cehennemin dibine, ancak doğru yolda mıyım bilemiyorum.”
“Evet, doğru yoldasın, bak, cehennemin kapısı işte şurada. İçeri adım atar atmaz ne kadar iblis varsa başına üşüşecek, koltukaltına sıkıştırdığın o jambonu senden satın almak isteyecekler. Zira jambon - özellikle de cehennemde - az rastlanır bir yiyecektir. Ama sen jambonunu sakın parayla satma. Onlardan kapının arkasındaki değirmeni iste. O değirmene sahip olunca, geri gel ve beni bul, onunla ne yapacağını sana öğreteceğim.”
Jambonlu adam, bu değerli tavsiyesi için ihtiyara teşekkür etti ve cehennemin kapısını çaldı.
İçeri girdiğinde her şey ona söylenen şekilde gelişti; iblisler, irili ufaklı, etrafını çevirdiler, ondan jambonunu istediler.
“Benim niyetim onu karımla birlikte yemek,” diye yanıt verdi fakir adam, “biliyorsunuz bugün Yeniyıl; ama sizi eliboş bırakmaya da gönlüm el vermiyor; tek şartım var, kapının ardındaki değirmeni bana verin, jambon da sizin olsun.”
İblisler değirmeni vermeyi asla istemiyorlardı, kendi içlerinde tartışmaya, düşünüp taşınmaya en sonunda da pazarlık etmeye koyuldular. Fakir adamsa, dediğim dedik, asla esneklik göstermiyordu. Ne sundularsa geri çevirdi ve en sonunda değirmeni elde etti. Böylece cehennemden çıktı, yaşlı adamı tekrar görmeye gitti. İhtiyar ona, en iyi biçimde faydalanabilmesi için değirmeni nereye yerleştirmesi gerektiğini söyledi.
Fakir adam ona defalarca teşekkür etti. Ve evine dönmek için yola koyuldu. Ne kadar acele etse de boşunaydı, eve vardığında saat geceyarısını çoktan geçmişti.
“Nerede kaldın?!” diye çıkıştı ona karısı. “Yemeği yedim, saate bakıp bakıp seni bekledim… Yeniyıl pastası bekleme; çünkü evde un bile yok…”
“İstesem de erken gelemezdim, yapılacak bir işim vardı, bu yüzden uzunca bir yol yürümem gerekti. Sana ne getirdiğimi görünce çok şaşıracaksın!”
Değirmeni masanın üzerine koydu ve döndürmeye koyuldu; aynı anda masa güzel bir örtüyle kaplandı, şamdanlarla, yiyecek içecekle doldu; büyük bir şölene yaraşacak her şeyi görebiliyordunuz. Ne isterlerse, değirmen anında veriyordu. Evin hanımı yerinden asla kıpırdamıyor, durup dinlenmeden tanrıya şükrediyordu. Nihayet sözü, kocasının bu değirmeni nereden bulduğuna getirdi. Ancak adam yanıtlamayı reddetti.
“Nereden geldiyse geldi, fazla merak etme. İyi mi-iyi. Bu kadarını bil yeter.”
Yiyip içmeye koyuldular. Yeniyıldan sonraki üçüncü gün, tüm dostlarını evlerine davet edip büyük bir ziyafet verdiler. Misafirler arasında zengin kardeş de vardı, manzara karşısında alnı boncuk boncuk terlemişti, sürekli kardeşinin ağzından laf almaya çalışıyordu: “Yeniyıl akşamından önce bir lokma ekmeğe muhtaçtın… Ama şimdi kral yahut dük olmuş kadar varlıklı, eli açıksın; bu işin içinde bir bit yeniği var… Senden bir açıklama bekliyorum. Söyle, hangi cehennemden buldun tüm bunları?”
“Bir kapının arkasından,” diye yanıtladı kardeşi, ağzından laf kaçmış kaçmamış dert etmiyordu.
Aynı akşam, dayanamadı ve değirmenin hikâyesini kardeşine anlattı.
O andan sonra da büyük kardeş değirmeni satın almak için bastırdı durdu. Değirmeni bu kadar önemsediğini gören kardeşi, hasat zamanına kadar kendinde kalması şartıyla üç yüz talere[1] onu sattı.
“O zamana kadar yıllarca yetecek kadar erzak depolarım,” diyordu kendi kendine.
Tüm o süre boyunca değirmeninin pas tutmadığını anlamışsınızdır. Sonra hasat gelince, onu kardeşine teslim etti. Ancak değirmenden faydalanmak için onu nasıl yerleştirmesi gerektiğini üzerine basa basa söyledi.
Zengin kardeş değirmeni evine götürdüğünde saat çoktan geceyarısını bulmuştu. Ertesi gün, karısına hasatçılarla birlikte tarlaya gitmesini söyledi. Ve şöyle ekledi: “Bugün öğlen yemeğini ben hazırlayacağım.” Yemek vakti, değirmeni aldı, masanın üzerine koydu ve buyurdu: “Ringa balığı ve kremalı çorba getir!”
Böylece değirmen tüm tabakları, tüm tencereleri, bütün mutfağı ringa balığı ve çorbayla doldurdu. Adam bir o yana bir bu yana dönüyordu. Nereye adım atsa yemekler çorbalar. Sonra yönünü tayin edemeyecek kadar kafası karıştı. Kremalı çorba seviyesi iyice yükseldi: boğuldu boğulacak. Odanın kapısını açtı, ama burası da yiyeceklerle dolu. Dış kapının koluna zar zor yetişti, açmayı başardı, ve kremalı çorba dalgası dışarı, avluya, sonra da bahçeye akın etti.
Bu sırada, tarlada çalışan karısı, kocası yemeğe çağırmadığı için meraklanmaya başlamıştı. “Hadi eve dönelim, eminim yemeği yapmayı becerememiştir, bari gideyim de yardım edeyim…”
Hasadı bırakıp yola koyuldular, ancak onlar eve yaklaşırken, bir kremalı çorba ve ringa balığı seli üzerlerine gelmekteydi. Zengin kardeşin bu akıntının sonlarında bir yükseldiği bir alçaldığı görülüyordu.
“Tanrı hepinize yüz karın versin!” diye bağırdı. “Dikkat edin de böyle bir yemekte boğulmayın!” Şeytan bir kere yakasına yapışmıştı, ondan kurtulmak ümidiyle doğrudan kardeşine koştu ve ondan değirmenini geri almasını istedi. “Eğer bir saat daha çalışacak olursa tüm köy çorba ve ringa balığı altında yok olup gidecek.” Fakir kardeş üç yüz taler karşılığında değirmeni geri almaya razı oldu. Zengin kardeş sıcağı sıcağına bu parayı ödemeyi reddetse de çaresizdi.
Bu parayla ve değirmenin ona getirdikleriyle fakir kardeş (o kadar fakirdi ki adından başka bir şeyi yoktu) koca bir ev yapmakla yetindi. Bu evin duvarları altınla kaplanmıştı, ve heybetli ev deniz kıyısında yükseldiği için, ışıl ışıl parlayan cephesi deniz sularına yansıyordu. Çok uzaklardan onu görmeye geliyorlardı, zengin mi zengin, küpü dolu birine ait olduğu herkesin dilindeydi. Ve bu harika evin şöhreti en uzak ülkelere kadar yayıldı.
Bir gün, bir armatör evin önünden geçiyordu, değirmeni görmeyi arzu etti. Tuz üretip üretemeyeceğini sordu. Olumlu cevap alınca onu satın almak istedi, ne kadar olursa olsun yeter ki benim olsun diyordu. “Böylece, tuz yüklemek için engin denizleri aşmama gerek kalmaz. Elim bir şeye değmeden zengin olurum, sadece tuz satarım.”
Değirmenin sahibi ona epey dil döktürdü. En sonunda binlerce frank karşılığında değirmeni satmaya razı oldu. Armatör, değirmeni elde eder etmez ülkeden ayrıldı, zira eski sahibin kararından caymasından korkuyordu. Nasıl kullanılacağını sormak bile aklına gelmedi. Gemisine bindi, engin denizde iyice açılınca, değirmeni eline aldı. “Bana tuz getir!” dedi hiddetle.
Değirmen çalışmaya başladı; gemi tuzla doldu. Armatör onu durdurmaya çalıştı. Altına üstüne boşuna baktı, boşuna yerini değiştirip durdu. Tuz yığını anbean yükseliyordu. Gemi çöktükçe çöküyordu; sonra birden batıverdi. Değirmen okyanusun dibine düştü, durmadan çalıştı, çalıştı. Hatta şu an hâlâ çalışmakta, denizin suyu tuzluysa işte budur nedeni.



[1] Gümüş sikke. (ç.n.)

16 Şubat 2020 Pazar

Tembel - Rus Masalı / Derleyen (Mme) Louis Hourticq

(Mme) Louis Hourticq
Les Plus Beaux Contes De Tous Les Pays
Librairie Hachette Et Co.
1911, Paris.


TEMBEL
- Rus Masalı - 


Bir adamın üç oğlu varmış. Büyük ve ortanca oğul evli ve akıllıymış. Bunların aksine en küçükleri ise aptal ve tembelmiş. Öyle ki onu ya Aptal ya da Tembel diye çağırırlarmış. Babası ömrünün sonuna yaklaştığını hissettiğinde, tüm varlığını büyüklere paylaştırmış, bunun haricinde de her bir çocuğuna yüzer duka vermiş. Kısa süre sonra da hayatını kaybetmiş.
Bir gün abileri Aptal’a şöyle demiş: “Bize yüz dukanı ver. Büyük bir yolculuğa çıkacağız, sonuçları mükemmel olacak, zenginliğimiz artacak. Sana kızıl bir kasket, kızıl bir kuşak ve kızıl pabuçlar getireceğiz. Biz uzaklardayken sen de karılarımızın yanında dur, onların sözünden çıkma e-mi!” Aptal, abilerinin bahsettiği eşyaları uzun zamandır hayal ediyormuş. Tüm parasını seve seve onlara vermiş. Sonra da yengelerinin yanına yerleşmiş. Dünyada görülebilecek en tembel kişi o olduğu içindir ki ya hep oturuyormuş ya da sobanın yanında uyukluyormuş. Ve sadece kadınlar ona seslendiğinde ayağa kalkıyormuş - o da homurdana homurdana. Yengeleri dediklerini yaptırabilmek için ona sıcak çorba, galeta, tatlı şarap gibi ödüller vermek zorunda kalıyorlarmış. Aksi halde Aptal iş yapmayı reddediyormuş.
“Hadi, Tembel,” demişler ona bir gün, “git de biraz su getir.” Aptal kılını kıpırdatmamış. Dışarısı dona tutmuş, şiddetli soğuk varmış. Böylesine yorucu bir işin düşüncesi bile burun kıvırmasına yetmiş.
“Kendiniz gidin,” demiş onlara.
“Koca oğlan, eğer gidersen biz de döndüğünde sana galeta ve şarap veririz. Kendin bilirsin… Yoksa kocalarımız döndüğünde seni şikâyet ederiz. Sen de kasketi, kuşağı, pabucu unutur,  avcunu yalarsın…”
Tembel söylene söylene kalkmış, testileri ve bir balta almış, nehir kıyısına yollanmış. Buzu kırmış, kovaları doldurmuş, bir süre hareketsiz, suyu seyre dalmış. Sonra çok yakınında yüzen bir turna balığı fark etmiş, elini hızla suya daldırmış, zahmet çekmeden balığı yakalamış.
“Beni suya geri at,” demiş turna balığı. “Karşılığında ne istersen veririm.”
“Pekâlâ, ama dileğimin hemen gerçekleştirilmesini isterim.”
“Anlaşıldı, sadece şunları söylemen yeter:
“Benim dileğim ve turna balığının rızasıyla, şu şu şey olsun.”
Aptal balığı serbest bırakmayı kabul etmiş, onun suyun derinliklerinde kaybolmasını izlemiş: sonra da iki su kovasına dönüp, şöyle bağırmış: “Benim dileğim ve turna balığının rızasıyla, bu testiler de kovalar da eve gitsin.” Kovalar yürümeye koyulmuş. Tembel elinde bir değnek onları takip ediyor, kazları güder gibi onlara yol gösteriyormuş. Eve varmış, ve yine sobanın yanına serilmek için hiç vakit kaybetmemiş.
“Tembel! Hadi kalk,” demiş yengeleri az sonra, “baltayı al da odun kesip gel.”
“Beni rahat bırakın allahaşkına, gidin kendiniz kesin.”
“Eğer gitmezsen, soba sönmüş umurumuzda olmaz, sen de soğuktan tit tir titrersin.”
Yengeleri yanından gider gitmez, Aptal sobaya iyice sokulmuş, kendi kendine şöyle demiş: “Benim dileğim ve turna balığının rızasıyla, odun kesilsin.” Balta bırakıldığı dolaptan aniden çıkmış, sundurmanın altına gitmiş, oradaki odunları kesmeye koyulmuş. Kesilen her odun kendiliğinden gelip sobanın içinde ateşe ekleniyormuş. Bu sırada Tembel bir sedirin üzerine boylu boyunca uzanmış, huzur içinde uyumaktaymış.
Birkaç gün sonra yengeleri Aptal’a yine seslenmiş:
“Evde odun kalmadı. Git de ormandan odun getir.”
Genç adam bu sefer onlara dil döktürtmemiş. Tüm köyün, yapabildiklerini göreceği düşüncesi hoşuna gitmiş. Erzak olarak yanına bir galeta ve bir şişe şarap almış. Ve bir kızak bulmaya gitmiş. Bulmaya bulmuş ama çekecek bir tane bile at yokmuş. Bu kadar küçük bir sorunu dert etmemiş elbette. Kırbacı şaklatıp: “Benim dileğim ve turna balığının rızasıyla bu kızak kendi başına yürüsün.” Dediği şey anında gerçekleşmiş. Tembel, bu garip taşıt içinde önemli bir şehre girmiş. Her bir taraftan insanlar atsız giden kızağı görmek için koşa koşa geliyorlarmış. Tuhaf arabanın etrafında git gide daha da kalabalık olmuşlar. Genç adama sorular yöneltiyor, onu durdurmaya çalışıyorlarmış. Öyle ki sonunda Tembel’in sabrı taşmış, merak dolu bakışlardan kaçmak için, gidişini hızlandırmış. Kadınlar, çocuklar korkup kenara çekilmiş, köpekler sıçramış, herkes sakınıp ayağını geri çekmiş. Ormana varınca, ağaç yükünü almış ve eve dönmek için aynı yolu tutmuş. Birkaç saat önce onca gürültü patırtıya sebep olduğu köye varınca, köylüler yolunu kesmiş. Onu zaptettikleri gibi aracına da el koymuşlar. Tembel, çileli on beş dakika geçirmiş ama o sırada aklına bir şey gelmiş: “Benim dileğim ve turna balığının rızasıyla kızağımdaki odunlar bu insanlara güzel bir sopa çeksin.”
Aynı anda kütükler, değnekler köylülerin sırtlarına, omuzlarına, bacaklarına inmeye başlamış. Herkes korku ve acıdan feryat ediyormuş. Tembel tekrar yola koyulmuş, yapabildiklerini düşündükçe için için gülüyormuş, sonunda kapıya gelmiş ve aracından inmiş.
Serüvenleri kralın kulağına kadar gitmiş, kral bu mucize yaratan delikanlıyı tanımayı hararetle istiyormuş. Yaverlerinden birine onu huzuruna getirmesini emretmiş. Yaver, Aptal’ın yengelerinin yanına gelmiş, ve görevinin içeriğini belirtmiş.
“Tembel! Tembel! Koltuğundan kalk da kralın sarayına git!” diye çıkışmış ona yengeleri. Pazar ayini giysini giy, geç de kalma.”
“Niçin gidecekmişim? Ne ihtiyacım varsa burada hepsine sahibim. Rahatımı kaçırmayın, kılımı kıpırdatmam.”
Hükümdarın elçisi ona okkalı bir şamar indirmiş. Bunun üzerine Tembel mırıldanmış: “Benim dileğim ve turna balığının rızası ile süpürge bu beyi bir güzel pataklasın.” Aynı anda süpürge şiddetli darbelerle talihsiz adamın üzerine inmeye başlamış, ta ki bir fırsatını bulup arabasına kaçıncaya dek… Yaver derhal kralın huzuruna çıkmış yaşadığı kötü macerayı, nasıl geri çevrildiğini anlatmış.
Kral, Aptal’a yeni bir elçi göndermiş. Ama bu elçi daha akıllıymış, genç adamın nelerden hoşlandığını sorup soruşturmuş. Neye dikkat etmesi gerektiğini öğrenince de, karşısına gelmiş, saygıyla eğilip şöyle demiş: “Benimle saraya gelmeyi lütfeder misiniz? Kral size kızıl bir kuşak, kızıl bir kasket ve kızıl pabuçlar hediye etmek istiyor.” Tembel, oldukça memnun, elçiye şu yanıtı vermiş: “Hemen geliyorum. Siz yola çıkın ve hiç durmayın. Ben her halükârda sizden önce varırım.”Yanında oturduğum soba, benim dileğim ve turna balığının rızasıyla, beni kralın sarayına götürsün!” Sözü biter bitmez soba sönmüş, Tembel’in bacakları arasına yerleşmiş ve dışarı fırlamış; sokaktan sokağa geçmiş. Bu garip taşıtın üzerine rahatça yerleşmiş genç adam, bir yandan galeta yiyip bir yandan güzel bir şişe şarabı yudumluyormuş. Ve nihayet soba sarayın alabildiğine uzun merdivenleri önünde durmuş. Kral ve erkânı o sırada balkondalarmış, bu olağanüstü gösteri karşısında şaşakalmışlar.
“Sen de kimsin? Ne istiyorsun?” diye bağırmış kral.
“Ben Aptal’ım, Tembel de derler, siz hangisini beğenirseniz öyle seslenin. Papuçlarımı, kasketimi ve kuşağımı almaya geldim.”
Böyle konuşurken, kafasını kaldırmış ve pencerede kralın kızını görmüş; prensesin göz kamaştırıcı bir güzelliği varmış.
“Benim dileğim ve turna balığının rızasıyla, bu sevimli prenses benim nişanlım olsun!”
Sonra geldiği gibi geri dönmüş, o hiç uğraşmadan dileğinin gerçekleşeceğinden eminmiş.
Doğrusu kralın kızı da kaşla göz arasında gördüğü delikanlıya büyük bir sevgi beslemiş. Babasının dizlerine atılmış, beni Aptal’a ver diye yalvarmış. Babası onu doğru yola getirmeye çalışmış, ama ne fayda! Meylettiği kişinin kalın kafalı, basit bir köylü olduğunu ispatlamaya çalışmış, nafile… Genç kızın aşkı günbegün artmış. Tasalı kral, adamlarına emir vermiş, kaçamasın diye Aptal’ı sarhoş etmişler, sonra da kıskıvrak yakalayıp saraya getirmişler. Burada onu kralın getirttiği son derece güçlü bir büyücü bekliyormuş. Büyücü, Aptal’ın sarhoşluğundan faydalanıp, onu büyük kristal bir fıçının içine hapsetmiş. Kralın kızı bu olayın üstüne gelmiş, babasına sevdiceğiyle aynı yazgıyı paylaşmak istediğini söylemiş. Israrlarından gına gelen kral, kızının Aptal’ın yanına hapsedilmesini emretmiş, ondan tek kelime dahi duymaya tahammülü kalmamışmış. Emir yerine getirildiği anda, fıçı havalara uçmuş. Prenses hemen Tembel’i kendine getirmiş, başlarını bu beladan kurtarıp kurtaramayacağını sormuş.
“Galiba hallederim,” diye yanıtlamış onu Aptal, “benim için çocuk oyuncağı. Benim dileğim ve turna balığının rızasıyla, şu an güzel bir şatoda olmamızı istiyorum.”
Fıçı iki hava yolcusunu yumuşakça yere bırakmış. Mermerden olağanüstü bir saraya girebilmek için çektikleri tek zahmet içeri adım atmak olmuş. Pencereler kristaldenmiş, çatı amberden, mobilyalar ise nadide ahşaptan. Bu şato bir adanın ortasındaymış ve adayı karaya bağlayan tek şey, elmaslarla süslü kemerler üzerinde yükselen gümüşten bir köprüymüş. Prenses, nişanlısından babasının sarayına kadar ona eşlik etmesini rica etmiş. Onun affını ve evliliklerini kutsamasını diliyormuş. Aşk nedeniyle biraz akıllanmaya başlayan Aptal, esasında bu güzel prensese layık olmadığını düşünmüş, ne de olsa kendisi krallığın en aptalıymış. Şöyle mırıldanmış ve bu son dileği olmuş:
“Benim dileğim ve turna balığının rızası ile, kafamın içi zeka ve akılla dolsun!” Beyni aniden aydınlanmış, eskiden ne kadar kafasızsa şimdi de o kadar parlak bir zihne sahip olmuş, eskiden ne kadar tembelse şimdi de o kadar hareketliymiş. Nişanlısını elinden tutmuş, dileğini ikiletmemiş, birlikte saraya gitmişler ve kralın dizlerine kapanmışlar. Genç adam eylemini öyle güzel savunmuş ki kral gönlü rahat kızını ona vermiş. Düğün, dillere destan şölenlerle kutlanmış. Genç çift o harika şatoda yaşamış, ta ki kral, üstün niteliklerinden ötürü damadını halefi yapıncaya dek.

  

Yeni blog - İskandil_fantastik

4 Şubat 2020 Salı

Dans Eden Su, Şarkı Söyleyen Taş, Konuşan Kuş / Derleyen (Mme) Louis Hourticq


Les Plus Beaux Contes De Tous Les Pays
Librairie Hachette Et Co.
1911, Paris.

 

 

DANS EDEN SU, ŞARKI SÖYLEYEN TAŞ, KONUŞAN KUŞ

 − İtalyan Masalı –


Bir zamanlar oğlunun iyi eğitim almasını isteyen bilge bir kral vardı. Kral, oğlunu yaşlı bir bilginin yanına verdi, ona şunları emretti: genç prens öncelikle Tanrı ve insan sevgisini öğrenmeliydi.
Yaşlı bilgin, çocuğu Sarı Nehir’in kenarında sessiz, sakin bir bölgeye götürdü. Ona bilmesi gereken her şeyi öğretti. Çocuk kolay anlıyordu, çalışkandı. Ayrıca cesurdu, iyi kalpli ve zekiydi. Bir prens olmasına rağmen bir işçi gibi elleriyle çalışmaktan gocunmuyordu. Bedenini en zor hareketlere, beynini öğrenmeye hazırlıyordu. Öyle temiz yürekliydi ki sürekli iyilik yapmanın yollarını arıyordu. Büyük miktarda bağışlar yapıyor, kimin ihtiyacı varsa yardımına koşuyordu.
“Baba[1]” diyordu çoğu zaman ustasına, “kötü adamlar nerede söyleyin bana. Söyleyin de onlara günlerini göstereyim.”
“İyi de evlat,” diye yanıtlıyordu yaşlı bilgin, “onlardan her yerde var. Yaşamın boyunca onlarla çokça karşılaşacaksın. Kötüler zararlı otlar gibidir, kimse onları ekmez ama onlar ne yapıp edip iyi tohumların yerini almayı başarırlar.”
“En azından, kötülerin en kötüsü nerede yaşıyor onu söyleyin; önce onu öldüreyim, sonra diğerlerinin hakkından da gelirim.”
“Madem bu kadar istiyorsun, işte sana cevabım. Hindistan’da Ceylan Adası’nda yaşıyor. Kötülerin en kötüsü, Dev Magock. O on başlıdır, tüm ülkeye dehşet saçar. Eğer insanlara yardım etmek istiyorsan, o toprakları bu canavardan kurtarmalısın. Çok zor, zahmetli bir iş -fakat sen genç ve güçlüsün. Devin sarayı iyi korunuyor -ama sen dikkatli, beceriklisin. Magock korkunçtur -sense cesursun. Sarayında Prenses Sita’yı esir tutuyor. Güzel bir genç kız. Dev Magock onunla evlenmek istiyor, o yüzden onu ailesinden koparıp kaçırdı.”
“Onu öldüreceğim,” diye haykırdı prens. “Güzel Sita’yı kurtaracağım!”
“Ama şuna dikkat et,” diye ekledi yaşlı bilgin, “devi öldürmeden önce ona yaklaşmanın bir yolunu bulmalısın; çünkü o uyurken başlarından biri daima uyanıktır. O seni görmeden yakınına varman imkânsız. Orada olduğunu anladığı anda senden üç şey ister. Ve bunları derhal ona vermezsen seni bir çırpıda paramparça eder.”
“Bu şeyler ne olabilir?”
“Dans eden bir bardak su, şarkı söyleyen bir taş ve konuşan bir kuş.”
“Peki… tüm bunları ona götürürsem?”
“Seni son bir sınavdan geçirir: eline bir yay tutuşturur. Bu yayı germeyi başarırsan yenilgiyi kabul eder ve kendini denize atar.”
“Hoşcakal babacığım, yola çıkıyorum,” dedi genç prens.
“Tanrı yardımcın olsun evlat,” diye yanıtladı onu yaşlı bilgin.
Prens, tehlikeli yolculuğuna başlamadan önce, Sarı Nehir’de yıkandı. Silah olarak elinde bir tek sopa, Ceylan Adası yolunu tuttu. Dünyaya ilk kez açılan küçük bir tay gibi heyecanlıydı, acele ediyordu. Hindistan sınırına geldiğinde diz çöktü, yürekten bir sevgi ile dua etti. Biraz ilerledikten sonra Nera Dağı’nı görüp durdu, bu dağ hakkında konuşulanları duymuştu: Dağın dünyanın merkezine kadar uzanan kıvrımları vardı, zirvesi en güzel elmaslardan daha çok ışıldardı. Prens, uzakta, güneş ışığında pırıldayan dört yamaca bakakaldı: Kuzey yamacı kırmızıydı, Güney yamacı sarı, Batı yamacı beyaz, Doğu yamacı ise siyah. Bu manzarayı görünce küçük bir çocukken dadısının anlattıklarını hatırladı: gökyüzünden gelen bir ırmak Nera Dağı’na dökülür, burada Manasa Gölü haline gelirmiş. Bu göl kuğuların, yaban ördeklerinin uğrak mekânıymış. Genç adam “Eğer dans eden su diye bir şey varsa, o mutlaka bu gölde olmalı,” diye düşündü.
Dağın eteğine geldiğinde, vakit kaybetmeden tırmanmaya başladı. Yakıcı bir güneş vardı. Tırmanışının yaklaşık üçte birini tamamlamıştı ki sıcaktan ve yorgunluktan bitkin düştü, durmak zorunda kaldı. Bereket versin hemen yakınında yemyeşil bir ağaçlık vardı. Burası yaprak ve dallardan oluşmuş bir mağara gibiydi. İçeri girdi: etraf sessizdi. Yumuşacık bir yosun tabakası, örtü gibi her yeri kaplamıştı, kızıl gülhatmi çiçekleri sanki yağmur olup bu örtünün üzerine yağmıştı. Ayrıca oradan geçen hacıların onuruna lezzetli meyveler, süt ürünleri konmuştu. Mutluluktan yüzü gülen prens yiyip içmeye koyuldu. Yosunların üzerine uzandı ve çok geçmeden uykuya daldı.
Ertesi gün tekrar yola koyuldu, buzulların olduğu yere ulaştı. Aşağıdan bakıldığında kıymetli taşlar gibi parlayan yerler, esasında karla kaplı engin bir araziymiş… Sonsuz bir beyazlık göz alabildiğine uzayıp gidiyordu.
Prens tırmanmaya devam etti, ne kavurucu güneşten ne de uçurumlardan korktu, ne de böyle ulaşılmaz yüksekliklere varınca her maceracı yolcuyu tedirgin eden başdönmesinden. Nihayet üçüncü günün sabahında, gökyüzünden çağlayan gibi inen bir ırmak gördü. Günlerdir aradığı Manasa Gölü az sonra karşısındaydı. Prens gölün kıyısına kadar yürüdü. Gölün farklı dört köşesinde kocaman dört kaya vardı. Bu kayaların her birinin tepesi birer hayvan biçimindeydi. Gölün suları bu dört kaya ile dörde ayrılıyordu. Güneyde inek başlı kayadan Ganj Nehri başlıyordu, batıda at başlı kayadan Otus Nehri, kuzeyde kaplan başlı kayadan Kaplan Nehri, ve nihayet batıda Fil başlı kayadan da Sarı Nehir. Altın rengi suların uzaklardaki memleketine gidiyor olması prensi duygulandırdı. Ailesi, yaşlı ustası aklına gelince gözleri yaşlarla doldu. Tam da o sırada gölde büyük bir gürültü koptu. Bir ördek sürüsü kanat çırpıp yabani sesler çıkartarak havalanıyordu. Onları görmek prensi daldığı düşüncelerden uyandırdı. Kafasını kaldırdığında karşı kıyıda mercandan yapılmış kocaman bir taht gördü. Bu taht su bitkileri ve lotus yaprakları ile süslenmişti. Tahtta ışıltılar saçacak kadar güzel, genç bir kadın oturuyordu. Saçlarına gözalıcı altın bir taç takmıştı. Elinde bir arp tutmaktaydı, sağ ayağını koca bir balığın kafasına basmıştı. Bu, Ganj Nehri’nin koruyucusu, tanrıça Ganga idi.
Prens saygılı adımlarla tanrıçaya doğru yürüdü. İyice yaklaştığında, güzel genç kadın ona şöyle dedi: “Sen dürüst ve saygılı birisin; bu nedenle seni ödüllendirmek istiyorum. Dans eden suyu arıyorsun, öyle değil mi?”
“Evet, saygıdeğer Tanrıça!”
“Pekâla! Onu buldun, çünkü o benim. Ben bir kasırgayımdır, durmak bilmem, her şeyi yaratan Shiva’nın saçları üzerinde döner dönerim; gökyüzünden sıçrar, sel gibi bu dağa düşer, burada ırmak olurum. Dağları aşarım, çağlayan olup dökülürüm, yükselirim, alçalırım. İleri öyle atılırım ki gürültümden deprem oldu sanarlar. En sonunda düzlüklere gelir, kıvrıla kıvrıla süzülürüm, Hindu ovalarına bereket götürürüm. Dans eden su gerçekten benim, seni ikna etmek istiyorum: İzle beni!”
Tanrıça, tahtın basamaklarını birer birer indi. Tatlı melodiler çıkarttığı tüy gibi hafif arpı da elindeydi. Gölün yüzeyinde süzülüp uçmaya koyuldu. Sevimli dansı usul usul etraftaki hayvanları da içine aldı: kuğular, yaban ördekleri, koca balık suda süzülüyor, fır fır dönüyorlardı. Dört kayanın tepesindeki hayvan başları, arpın müziği ile büyülenmiş, seslerini yükseltip eşlik etmek istiyorlardı. İnek “mööö”ledi, at kişnedi, fil hortumunu öttürdü, kaplan kükredi. Birkaç saniye sonunda, tanrıça dans etmeyi bıraktı ve kıyıya yaklaştı. Prense kristal bir şişe uzattı, ona şöyle dedi: “İşte dans eden su.” Sonra geri tahtına çıktı, ayağını yine koca balığın üzerine koydu, bulutlardan bir perdenin ardında usulca gözden kayboldu.
Prens avcunun içinde kıymetli şişeyi görünce, bu dağa tırmanmakla doğru bir şey yaptığından emin oldu. Yine de Dev Magock’un karşısına çıkmadan önce iki şey daha bulması gerekiyordu. Vakit kaybetmeden yolculuğuna kaldığı yerden devam etmeliydi. Tanrıça artık gözden yitmişti, yine de ona teşekkür etti. Ve şarkı söyleyen taşı bulmak için yola koyuldu. Günlerce yürüdü. Sonunda Hindistan’ın en büyük ırmaklarından birine geldi. Kıyının biraz yakınında tek ayak üzerinde duran bir ibis gördü. Prens bu gizemli, kutsal kuş hakkında daha önce hiçbir şey duymamıştı. Bu yüzden onu leylek sandı. Güzel kuş, gagasını suya batırmış, pürdikkat suyun dibini karıştırıyor, istiridye çıkarmaya çalışıyordu. Bu bölgede istiridye çok bulunur, inci avcıları evlerine sepet sepet inci ile dönerler.
Prens gözlerini ibisten ayıramıyordu; onun bir inci çıkardığını gördü, sonra bir ikincisini, derken bir üçüncüsünü, yirmi inciye kadar bu böyle devam etti. Gizemli kuş her bir inciyi özenle kumun üzerine bırakmaktaydı. İncilerin alacalı bir rengi vardı, güneş ışığında ışıldıyor, gökkuşağından daha zengin renklerde parıldıyorlardı. Kuş paha biçilmez bir bilezik yapmak için bu incileri birleştirdi. Mücevherini tamamlandığında, prense dostça baktı: Bu değerli eşyayı vermek için sanki onu yanına çağırıyordu. Genç adam, rüya gördüğünü sandı, yine de çekinmeden yaklaştı. İbis gagasını açtı, şu iki heceyi söyledi: “Si-ta.” Prens, Magock’un esiri, talihsiz prensesin ismini hemen hatırladı.
“Evet,” diye haykırdı, elini kalbinin üstüne götürerek. “Zavallı Güzel Sita’yı kurtaracağım. Öyle anlıyorum ki ibis, bu harika bileziği ona vereyim diye yaptınız. Fakat, madem bu kadar güzel konuşabiliyorsunuz, şarkı söyleyen taşı nerede bulabilirim, söyleyin bana.”
Kuşun cevabı kısa oldu, koca kanatlarını açtı, yüksek sesle üç kez şöyle öttü: “Rok, rok, rok!”
Bir sevinç mi, bir çağrı mı, yoksa bir endişe mi ifade etmişti? Prens gökyüzünde küçük kara bir leke belirdiğinde kendine işte bunları soruyordu. Leke alçaldıkça büyüdü, büyüdü. Çıkagelen, dev bir kartaldı. Arap masal anlatıcılarının Rok dediği kartaldı bu. Rok, yere, ibisin yanına indi.
Prens, kutsal ibisi korumak için çarçabuk sopasına davrandı. Ancak bu hareketi Rok’a geri adım attırmadı. Devasa kartal, bir anda onu ve ibisi güçlü pençelerinin içine aldı ve ışık hızında onları göğe çıkardı. Prens, kristal şişenin cebinde olduğundan emin oldu. Şimdi aşağıdaki dünyayı seyre dalıyordu. Hangi toprakların hangi krallık ya da imparatorluklar olduğunu bilmeye çalıştı. Rok, Batı’ya yöneldi, Hindistan’ın üzerinden geçti, sonra İran’dan ve Arabistan’dan. Arabistan o kadar yükseklerden bakıldığında beyaz bir denizi andırıyordu. Dağlar bu denizin dalgaları gibiydi. Arap şehirlerinin hepsi dağların eteklerine kurulmuştu. Bugünkü Suveyş kanalının olduğu yerlerden geçtiler, Kahire semalarına geldiler. Rok, Kahire’nin üzerinde üç kez döndü, sonra büyük bir çığlık koparıp hızla aşağı süzüldü, süzüldü. En yüksek Piramit’in tepesine kondu.
Prens Mısır’da, Gize yakınlarında olduğunu anlamıştı. Az ötelerinde heybeti ile tüm bölgeye hakim, granit taşından koca bir Sfenks duruyordu.
İbis, Sfenks’in yanağına kazınmış eski dildeki bir yazıyı okumaya dalmıştı. Birden bire şu iki heceyi söyledi: “Ge-ce!” Ansızın güneş ufukta kayboldu, karanlık, dev Sfenks’i yuttu. Ve yapıldığı taştan, sanki canlanmış gibi, büyülü, tatlı bir müzik duyuldu.
“Tanrıya şükür!” diye bağırdı prens, sevinçten havaya sıçrayarak. “Teşekkürler konuşan kuş, sayende şarkı söyleyen taşı buldum.” Hızla piramitin tepesinden indi, doğrudan Sfenks’e koştu. Birkaç adım yaklaşmıştı ki yerde uzun demir bir çubuk buldu. Ve bu demirin yardımıyla granit taşından bir parça koparmayı başardı. Tesadüf bu ya kopardığı parça Sfenks’in burnuydu. Yüzünün tahrip edildiğini anlayan Sfenks, öfkelendi ve gözyaşlarına boğuldu. Ve o zamandan bu yana burnuna bir daha kavuşamadı.
“Magock bana zorluk çıkartacak mı göreceğiz!” diye haykırdı prens. “Acaba, ona götürdüklerimden memnun kalacak mı? Ama oraya nasıl gideceğim?” İbis yeniden “Rok, rok!” diye bağırdı. Dev kuş hemen geldi, prensi ve ibisi yakaladı; onları birkaç saat içinde Ceylan Adası’na götürdü.
Dev Magock uyuyordu; Başlarından dokuzunun gözleri kapalıydı. Onuncu baş ise etrafı gözlüyordu, çıt çıksa duymaya hazırdı. Prenses Sita, korku ve üzüntüden yarı ölü vaziyetteydi, zifiri karanlık bir zindanda, olduğu yere yığılıp kalmıştı. Bir kurtarıcı göndermesi için Tanrı’ya dua ediyordu.
Şato ve etrafını koruyan nöbetçiler gökyüzünde canavarı andıran kocaman bir kuş fark ettiler. Bu kuş, tek kanat çırpışta surları, bahçeleri, avluları geçti, prens ve ibisi kapının önüne bıraktı. Bu iki yolcunun gelişi oldukça hızlı, beklenmedik olmuştu. Öyle ki nöbetçiler alarm vermeye fırsat bile bulamadılar. Genç adam rahatça içeri girdi, deve seslendi:
“Sana kapıyı kim açtı,” diye gürledi Magock, öfke içinde.
“Kimse, ben kendim geldim.”
“Sahi mi - aman ne saygılı bir konuk!... Umarım beni serinletmek için yanında su getirmişsindir…”
“Elbette,” diye yanıtladı prens ona kristal şişeyi uzatırken.
Magock’un yüzü bir anda kireç gibi beyazladı. Ne de olsa dans eden suyu ilk görüşte tanımıştı:
“Biliyorsun,” diye söze başladı, “ben üç şey isterim. Diğerleri nerede, söyle bakalım…”
“Bu da ikincisi,” dedi prens, “şarkı söyleyen taş.” Elindeki Sfenks burnunu sallayarak. Burun sanki sürekli çekiliyormuş gibi sesler çıkartıyordu.
“Müziğe bak sen!”
“İşte bu müzik, seni mezarına götürecek cenaze marşı,” diye yanıtladı prens, gürleyen bir sesle. Öyle ki sarayın camları sallandı. “Pişman mısın söyle, çünkü yaşamak için sadece bir saatin kaldı!”
“Ben? Pişmanlık mı? Asla!”
“O halde derhal öleceksin!”
“Bunu da nereden çıkartıyorsun şimdi? Bunu sana kim söyledi?”
“Ben. Ben,” diye öttü ibis, birkaç adım öne gelerek.
İbisi gören dev renkten renge girdi:
“Konuşan kuş! Zavallı ben! Kaybettim!”
Ve ayağa kalktı, savaştığı zamanlardan kalma yayını yerinden aldı, prense uzattı.
“Ger bakalım şunu. On kişi bir olsa yine de yayımı geremez. Başarırsan yenilgiyi kabul edeceğim.”
Genç adam yayı aldı. Ve hiç zorluk çekmeden onu gerdi. Devin her bir kafasına birer ok attı. Magock, korkunç bir acı içinde on kez bağırdı. Sesi Malabar Adası’ndan bile duyuldu. Sonra sendeleyerek pencereye kadar gidip kendini denize attı.
Prens hemen Prenses Sita’nın zindanına koştu. Onu elinden tuttu, koluna göz kamaştırıcı inci bileziği taktı. Onu ailesinin yanına götürdü. Birkaç gün sonra evlendiler.
Bir gün prens, yaşlı bilginle sohbet ederken, ihtiyar adam ona şöyle dedi: “Bu zor görevi başaracağını biliyordum, çünkü senin bir tılsımın var.”
“Evet,” diye yanıtladı prens gülümseyerek, “dans eden su, şarkı söyleyen taş ve konuşan kuş.”
“Hayır, öyle değil,” dedi yaşlı bilgin. “Sende daha iyisi var: Bedeninde dans eden gençlik, göğsünde konuşan cesaret ve ruhunda şarkı söyleyen iyilik.”



[1]  “Baba” kelimesinin eski bir kullanımı, toplum içinde saygıdeğer yaşlılara bir hitap etme biçimi.  (ç.n.)