"Bir iç dünya okulu açıp kapısına şunu yazacağım: Sanat Okulu." Max Jacob
31 Temmuz 2019 Çarşamba
Guillaume Apollinaire | Honoré Subrac'ın Kayboluşu
Guillaume Apollinaire
La Disparation de
Honoré Subrac
Honoré Subrac’ın Kayboluşu
Hérésiarque et Cie başlıklı öykü seçkisinden
Stock,
1910.
Titizlikle yürütülen araştırmalara
rağmen, polis Honoré Subrac’ın kayboluşunun ardındaki esrarı aydınlatmayı
başaramadı.
Subrac benim dostumdu,
ve durumu ile ilgili gerçeği bildiğim için, yargıyı neler olduğu hakkında
bilgilendirmeyi görev edindim. İfademi alan savcı, beni dinledikten sonra,
sesine öylesine ürkmüş bir incelik tonu kattı ki beni deli yerine koyduğunu
anlamakta güçlük çekmedim. Düşüncemi ona söyledim. Daha da kibarlaştı, sonra
ayağa kalkıp beni kapıya sürdü, kâtibini gördüm, yerinden doğrulmuş, bir
çılgınlık yaparsam üzerime atlamaya hazır, bekliyordu.
Israr etmedim. Honoré
Subrac meselesi, doğrusu öylesine tuhaf ki gerçeklik onun yanında daha tuhaf
kaçıyor. Subrac’ın ilginç bir tip olduğu gazetelerde yazılanlardan öğrenildi.
Yaz kış bol bir kaftandan başka şey giymezdi, ayaklarında da daima terlik
olurdu. Son derece zengindi, kılığı merakımı cezbettiği için, bir gün ona
sebebini sordum:
“Gerektiğinde en çabuk
şekilde çıplak kalabilmek için, “ diye yanıtladı. “Ayrıca, hafif giyinmeye
çabuk alışılır. Çoraptan çamaşırdan, şapkadan çabuk vazgeçilir. Yirmi beş
yaşından beri böyle yaşıyorum ve hiç hastalanmadım.”
Bu sözler, beni
aydınlatmak yerine merakımı iyice arttırdı.
“O halde,” diye sordum
kendime, “Honoré Subrac neden çabuk soyunmak istiyor?”
Ve pek çok varsayım
geliştirdim…
•••
Bir gece eve dönerken
– saat bir, bir buçuk dolayları – alçak sesle adımın telaffuz edildiğini
duydum. Ses sanki omzumu sıyırarak geçtiğim duvardan gelmişti. Şaşkın, tadım
kaçmış, olduğum yerde durdum.
Ses, “Sokakta başka
kimse yok değil mi?” diye devam etti. “Benim, Honoré Subrac.”
“O halde neredesiniz?”
diye bir çığlık kopardım, arkadaşımın nerede saklanıyor olabileceği konusunda
fikir yürütemeden, etrafa bakınarak.
Sadece kaldırımın
üzerinde yatan meşhur kaftanını gördüm, meşhurlukta aşağı kalmayan terlikleri
de onun yanındaydı.
“İşte,” diye düşündüm,
“Honoré Subrac’ı göz açıp kapamada soyunmaya zorlayan kaçınılmaz bir durum.
Nihayet bir gizemi adamakıllı öğrenmiş olacağım.”
Ve yüksek sesle şöyle
dedim:
“Yolda kimsecikler
yok, sevgili dostum, artık ortaya çıkabilirsiniz.”
Honoré Subrac
karşımdaki duvardan adeta çözülerek geldi, orada olduğunu ne görmüş ne fark
etmiştim. Baştan aşağı çırılçıplaktı, ilk iş, kaftanını yakaladığı gibi sırtına
geçirdi, elinin en çabuk hızıyla önünü ilikledi. Sonra terliklerini ayağına
geçirip, tereddütsüz, kapıma kadar bana eşlik etti.
“Şaşırdınız!” dedi,
“ama artık neden böyle tuhaf giyindiğimi biliyorsunuz. Bununla birlikte
bakışlarınızdan tamamen nasıl kaçabildiğimi henüz anlayamadınız. Çok basit.
Anlaşılacak tek şey var: bu bir mimetizm olayı. Tabiat iyi yürekli bir annedir.
Tehlikelerin tehdit ettiği, kendilerini savunamayacak kadar zayıf çocuklarına
etrafındaki şeylere karışma yeteneği bahşetmiştir… Ama siz bunu zaten
biliyorsunuz. Kelebeklerin çiçeklere benzediğini, kimi böceklerin yaprak gibi
olduğunu, bukalemunun onu en iyi saklayan rengi alabildiğini, kutup tavşanının
-ki bizde sürülen toprakta aniden ortaya çıkanlar kadar ödlektir- buzla kaplı
bölgeler gibi bembeyaz olduğunu -daha görmeye fırsat olamadan kaçıverir- biliyorsunuz.
Bu zayıf hayvanlar
düşmanlarından, görünümlerini değiştiren bu içgüdüsel beceri sayesinde
kurtulur.
Ve ben… bir düşman
tarafından sürekli takip edilen, hayli korkak, kavgada kendini savunmaktan aciz
olduğunu hisseden ben, ben de bu hayvanlara benziyorum işte: kendi isteğimle -ve
sırf korkudan- etrafımdaki ortama karışıyorum.
Bu içgüdüsel yeteneği
ilk icra etmemin üzerinden hatırı sayılır yıllar geçti. Yirmi beş yaşındaydım, kadınlar
beni alımlı ve yapılı buluyordu. Bunlardan biri, ki evliydi, bana, karşı
koyamadığım bir yakınlık gösterdi. Ölümcül ilişki!... Bir gece, sevgilimin
yanındaydım. Kocası güya uzun süreliğine şehir dışındaydı. Elinde bir
altıpatlarla aniden kapıyı açtığında tanrılar gibi çıplaktık. Dile sığmaz bir
korku içindeydim, şimdi nasılsam o zaman da böyle ödlektim ve tek isteğim
vardı: kaybolmak. Sırtımı duvara verip, onun içine karışmayı diledim. Ve
beklenmedik olay anında gerçekleşti. Duvar kağıdının rengine büründüm;
uzuvlarım inatla, şaşılacak biçimde yassılaşırken, duvarla birleştiğimi ve beni
artık kimsenin göremeyeceğini hissettim. Gerçekti. Koca, beni öldürmek için
içerde dört dönüyordu. Beni görmüştü ve kaçmam imkânsızdı… Deli gibiydi,
öfkesini karısına çevirdi ve onu kafasına sıktığı altı el ateşle vahşice
katletti. Sonra yıkık bir vaziyette, hüngür hüngür ağlayarak çekip gitti. O
çıktıktan sonra bedenim, içgüdüyle, normal şeklini, doğal rengini aldı.
Giyindim, ve kimseler gelmeden sıvışmayı başardım… Mimetizm menşeli bu latif
yeteneği, o gün bugündür muhafaza ediyorum. Koca, beni öldüremediği için, tüm
varlığını işimi görmeye adadı. Uzun süre, dünyanın dört yanında peşimi
bırakmadı; Paris’e yerleşmeye geldiğimde ondan artık kurtulduğumu sanıyordum…
Ancak o adamı siz geçmeden az önce yine gördüm. Korkudan dişlerim takırdıyordu.
Soyunup duvarla birleşecek vakti ancak buldum. Kaldırıma bırakılmış kaftan ve
terliklere merakla bakarak çok yakınımdan geçti. Şimdi böyle sade giyinmemin
sebebini anladınız mı? Herkes gibi giyinseydim mimetik yeteneğim asla faaliyete
geçmezdi. Cellâdımdan kaçabilmek için asla yeterince çabuk soyunamazdım. Ayrıca
her şeyden önce, yassılaşan giysilerimin, savunma amaçlı kayboluşumu boşa
çıkarmaması için çıplak olmak zorundayım.”
Kanıtlarını gördüğüm
ve kıskandığım yeteneğinden ötürü Subrac’ı tebrik ettim.
•••
Takip eden günler bu
konudan başka bir şey düşünmedim, kendimi durmadan, şeklimi ve rengimi
değiştirmek için irade göstermeye çalışırken buluyordum. Otobüse, Eifel
Kulesi’ne, Akademi’ye, büyük loto talihlisine dönüşmeye çalıştım. Çabalarım
boşunaydı. Başaramıyordum. İradem yeterince güçlü değildi, ayrıca bende o
kutsal korkudan yoktu, Honoré Subrac’ın içgüdülerini uyandıran o korkunç
tehlike benim için söz konusu değildi.
Bir gün allak bullak
bir halde çıkageldiğinde, onu epey zamandır görmemiştim:
“O herif, düşmanım,”
dedi bana, “her yerde beni arıyor. Yeteneğimi kullanarak ondan üç kez
kaçabildim, ama korkuyorum, korkuyorum dostum!...”
Gözle görülür biçimde
zayıflamıştı, ama bunu söylemekten imtina etim.
“Yapabileceğiniz tek
şey kaldı,” dedim ona, “Böylesine amansız bir düşmandan kaçmak istiyorsanız…
Gidin! Bir köye saklanın. Buradaki işlerinizi çekip çevirmeme ve sizi en yakın
istasyona götürmeme izin verin.”
Şunları söyleyerek
elimi sıktı:
“Size yalvarırım, bana
eşlik edin, korkuyorum!”
•••
Sokakta, sessizlik
içinde yürüdük. Honoré Subrac endişeli bir edayla, durmadan başını geri
çeviriyordu. Birden bire çığlık attı, kaftanı ve terliklerinden kurtulup
kaçmaya başladı. Bir adamın koşarak arkamızdan geldiğini gördüm. Onu durdurmaya
çalıştım. Ancak elimden kurtuldu. Honoré Subrac’a doğrulttuğu bir altıpatlar tutuyordu.
Subrac ise hemence bir kışla duvarına yetişmiş, büyü yapılmış gibi ortadan
kaybolmuştu.
Silahlı adam, şaşkınlıktan
donakaldı, öfkeyle bir nağra savurdu, ve hasmını ondan kurtaran duvardan öç
almak istercesine, tam da Subrac’ın kaybolduğu noktaya silahı boşalttı. Sonra
da koşarak uzaklaştı…
Ahali toplandı, jandarma
kalabalığı dağıtmaya geldi. Sonra, arkadaşıma seslendim. Ama yanıt vermedi.
Duvarı yokladım, hâlâ ılıktı; altı mermiden üçünün insan kalbi yüksekliğinde isabet
ettiğini fark ettim, diğer mermiler taze sıvayı daha yukarıdan sıyırıp
geçmişti, bir yüzün çizgilerini belirsiz, belli belirsiz, görür gibi oldum.
20 Temmuz 2019 Cumartesi
David Goodis | Mavi Sevgili | [IX]
….
Alma masaya döndü, ayakta durmaya devam
etti, başı öne eğik, bakışları kadehteydi. Viskinin nerdeyse yarısı dökülmüştü,
ancak içinde kalan, sıvı bir mıknatıs gibi elini kendine çekiyordu. İçinde tadı
kötü bir ilaç varmışçasına kadehi kaldırdı, sonra tek ve uzun bir yudumda boşalttı.
“Bir daha ister misin?” diye
sordu Hagen.
Alma hayır der gibi kafa
salladı. Tik ağacından masanın cilalı yüzeyine dalıp gitmişti. Parlak ahşap sanki
bir aynaydı, orada aksini görüyor, ve gördüğü şeyden nefret ediyordu.
Sırtı Hagen’e dönüktü.
Hagen arkasından yaklaşıp elini omzuna koydu. Alma silkinip ondan uzaklaştı. Hagen’in
yüzü yine kara bir renk aldı, mırıldandı: “Neyin var senin?”
“Yalnız kalmak istiyorum.
Sana yorgun olduğumu söyledim.”
“Bana bak.” Hagen’in ses
tonu, öfkeden kudurma ve ümitsiz bir yalvarış arasında gidip geliyordu.
Alma’nın sırtı hâlâ ona
dönüktü.
“Yüzüme bile bakamıyorsun,”
dedi Hagen, dişlerini sıkarak. Dudakları titredi. Sonra biraz da çabayla,
kendine daha hakim, sakin bir tonda: “Seninle mantıklı biçimde konuşmaya
çalışıyorum. Umarım tavrını değiştirir ve benimle konuşursun.”
“Pekâlâ,” dedi Alma, “dinliyorum.”
Ancak Hagen, onun arkasında
olduğu için Clayton’un gördüklerini göremiyordu. Alma gözlerini kapatmıştı,
boyun kasları iyice kasılmış, sakin kalmaya çalışıyordu.
Usulca yüzünü Hagen’e
döndü, Hagen bir müddet sessiz kaldı, sonra: “İlişkimizin gidişatı hoşuma
gitmiyor. Bir çıkmaza girmiş gibiyiz, ve gün geçtikçe derinleşiyor. Satranç
oyuncularına benzedik. Ve artık bu oyundan sıkıldım.”
“Ne istiyorsun, Rudy?”
“Seni. Her şeyinle seni.”
“Anlaşmamızda bu yoktu.”
“Anlaşmanın canı cehenneme.”
Daha sert bir tonda söyledi bunu, sonra ekledi: “Sana daha ilk gördüğüm anda
âşık oldum.”
“Aşk hakkında ne
biliyorsun?”
“Ben de etten kemikten bir
varlığım,” diye bağırdı Hagen. “Küçük, sevimli bir oyuncaktan daha fazlasına
ihtiyacım var. Hakiki bir sevgi istiyorum. Sıcaklık ve mutluluk.”
Alma uzak köşedeki çelik
kasaya bakıyordu. “Senin mutluluğun işte orada.”
“Ne o, şikayet mi
ediyorsun?” Hagen’in dili çatallanmıştı. “Beni eleştirmeye gelince üstüne yok. Faturalarını
ödeyen birine en azından tatlılıkla konuşma şansı vermen gerek.”
Alma, kaskatı, cevap
vermedi. Hagen’in sesi, keskin bir bıçak gibi, şimdi daha derine saplanıyordu.
“Belki de beni kör
sanıyorsun… Clayton hakkında söylediklerinin tek kelimesine bile inanmadığımı
biliyorsundur… Silahı elinden aldığını söyledin. Ben de şunu söyleyim, rezil
bir yalancısın.”
Alma yüzünü çevirdi tam
uzaklaşacaktı ki Hagen onu kollarından yakaladı, tüm gücüyle göğsünün üzerinde
tuttu ve onu yüzüne bakmaya zorladı. Konuşmaya devam etti:
“Yalancı!... Taa en başından
beri yalan söylüyorsun. Beni kandırıyordun, aptal yerine koydun. Seni ne zaman
kollarıma alsam gözlerini kapattın, başka birini görüyordun. Clayton’u.”
Alma kurtulmaya çalıştı.
Hagen pençelerini onun kollarına iyice geçirdi.
“Şimdi bana gerçeği
söyleyeceksin. En başından beri aklın Clayton’daydı. İtiraf et! Edecek misin, yoksa
gırtlağından kendim mi çıkartayım?!”
Hagen’in elleri Alma’nın boğazına
gitti. Alma boğuk bir çığlık attı. Hagen, genç kadın dizlerinin üzerine
çökünceye dek sıkmaya devam etti. Delice bir gülümseme dişlerini meydana
çıkartmıştı, Alma’nın can vermek üzere olduğunu ya anlamıyor ya da
umursamıyordu.
Ve ansızın pencere,
alabildiğine açıldı. Clayton içeri atladı. Son sürat Hagen’in üzerine giderken,
ne strateji ne taktik ne de cebindeki silahı hatırlamak aklına geliyordu. Yırtıcı
bir hayvan gibi nağra attı, Hagen de onun gelişini duydu, kafasını kaldırdı… şaşakaldı;
Alma’yı serbest bıraktı. Alma, olduğu yere yere yığıldı, güçlükle nefes almaya
çalışıyordu. Hagen içgüdüyle, koca kollarını kaldırdı, yumruklarını sıktı,
saldırıyı karşılayacak destekli bir duruş aldı.
….
1 Temmuz 2019 Pazartesi
David Goodis | Mavi Sevgili | [VIII]
....
Sürme pencere alttan açıktı, ancak Clayton odadan gelen bir ses duymuyordu. Son derece gösterişli bir odaydı. Bir Kirman kilimi tüm zemini kaplıyordu, duvarlar serigrafi resimlerle bezeliydi. Odanın uzak köşesinde, dünyaya doğrultulmuş bir silah gibi, Hagen’in çelik kasası duruyordu, anahtar kolu ve gümüş şifre kadranı ile parlak siyah demirden bir blok. Clayton, kasanın midesini doldurmak için aldatılan, soyulan, kimi zaman da öldürülen sayısız adamı düşündü. Bakışları bir an öfkeden donuklaştı, pencereden içeri atlayıp silahı kullanmayı istedi.
Sürme pencere alttan açıktı, ancak Clayton odadan gelen bir ses duymuyordu. Son derece gösterişli bir odaydı. Bir Kirman kilimi tüm zemini kaplıyordu, duvarlar serigrafi resimlerle bezeliydi. Odanın uzak köşesinde, dünyaya doğrultulmuş bir silah gibi, Hagen’in çelik kasası duruyordu, anahtar kolu ve gümüş şifre kadranı ile parlak siyah demirden bir blok. Clayton, kasanın midesini doldurmak için aldatılan, soyulan, kimi zaman da öldürülen sayısız adamı düşündü. Bakışları bir an öfkeden donuklaştı, pencereden içeri atlayıp silahı kullanmayı istedi.
Ancak öfkesini frenledi ve
böyle yapınca, Hagen’in sesini duydu: “Neyin var, içkine hiç dokunmamışsın.”
“Bir şeyim yok, sadece canım
istemiyor.”
“Hayret,” diye üzerine bastı
Hagen. Kadehinden derin bir yudum aldı.
Sonra aralarında yine
sessizlik başgösterdi, Clayton, Hagen’in nasıl gülümsediğini, Alma’nınsa nasıl
onunla yüz yüze gelmemeye çabaladığını gördü. Biraz sonra Dodsley odaya girdi.
İngiliz, masaya, Hagen’in önüne yeni bir kadeh viski bıraktı, bu sırada göz göze
geldiler. Clayton bunu görmüştü, bakışlarını Alma’ya çevirdi. Genç kadın hafif
gerilmişti. Dodsley odadan çıkarken, Hagen ona gülümsemeye devam etti. Alma
derince bir nefes aldı, zira ciğerleri havasızlıktan yorulmuştu.
Hagen ayağa kalktı,
tikağacından masa ve kasa arasında gidip gelmeye başladı. Yavaş yürüyordu, başı
uzun uzun düşünmekten öne düşmüştü, söylev arifesi ezber yapan biri gibiydi.
Sonunda masanın önünde durdu, kollarını kavuşturdu, bakışlarını Alma’ya dikti;
artık gülümsemiyordu.
Genç kadının dokunmadığı
kadehi gösterdi. “İç şunu,” dedi kısaca. “Biraz içince bana daha yakın
oluyorsun.”
Alma ona bakmadı. Bakışları
sürekli boşluğa sabitlenmişti. “Canımın istemediğini sana söyledim.”
“Viskiyi geri çevirmek, çok
ayıp,” diye homurdandı Hagen. “Otuz yıllık Skotch. Ayrıca dolu bir kadehi
tatmamak uğursuzluk getirir.” Dudakları çatıldı. “Bir yudum al. Sadece bir
yudum.”
“Hayır.” Alma, Hagen’e baktı.
“Dil dökmeyi bırak.”
“Dil dökmüyorum, tatlım,
söylüyorum.” Hagen kadehi aldı ve Alma’nın dudaklarına götürdü. Alma kafasını
geri çekti, kadehi geri ittiğinde, içindeki biraz masaya döküldü.
Pencerenin ardında Clayton
izlemeye devam ediyordu. Elleri pencere kasasını alttan, içe bakan taraftan
sıkıca kavramıştı.
Hagen’in suratına öfkeden kan
yürümüştü. Alma, yerinden kalktı, şöyle dedi: “Çok geç oldu, uyumaya ihtiyacım
var. Daireme dönüyorum.”
Alma, yanından geçecekti ki
Hagen onu bileğinden yakaladı, bırakmadı. “Sana gitmeni söylemedim. Ben ne
zaman dersem o zaman gidersin.”
“Bırak da gideyim, Rudy.” Alma
kurtulmaya çalıştı.
Hagen sırıttı ve bileği daha
güçlü sıktı.
“Bırak da gideyim.” Bu sefer
daha sessiz söylemişti. “Bırak da gideyim lanet olası.”
“İşte böyle daha iyi,” dedi
Hagen, bileği serbest bırakırken. “En azından öfkeliyken seninle
konuşabiliyorum.”
….
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)