31 Temmuz 2019 Çarşamba

Honoré Subrac'ın Kayboluşu | öykünün pdf/epub versiyonunu Archive.org'tan indirebilirsiniz

Josef Čapek - Zmizení Honoré Subraca (1926)
   
Honoré Subrac'ın Kayboluşu > Archive.org > pdf/epub




Guillaume Apollinaire | Honoré Subrac'ın Kayboluşu


Guillaume Apollinaire
La Disparation de Honoré Subrac


Honoré Subrac’ın Kayboluşu
Hérésiarque et Cie başlıklı öykü seçkisinden
Stock, 1910.

bu yazının pdf/epub versiyonunu Archive.org'tan indirebilirsiniz.



Titizlikle yürütülen araştırmalara rağmen, polis Honoré Subrac’ın kayboluşunun ardındaki esrarı aydınlatmayı başaramadı.
Subrac benim dostumdu, ve durumu ile ilgili gerçeği bildiğim için, yargıyı neler olduğu hakkında bilgilendirmeyi görev edindim. İfademi alan savcı, beni dinledikten sonra, sesine öylesine ürkmüş bir incelik tonu kattı ki beni deli yerine koyduğunu anlamakta güçlük çekmedim. Düşüncemi ona söyledim. Daha da kibarlaştı, sonra ayağa kalkıp beni kapıya sürdü, kâtibini gördüm, yerinden doğrulmuş, bir çılgınlık yaparsam üzerime atlamaya hazır, bekliyordu.
Israr etmedim. Honoré Subrac meselesi, doğrusu öylesine tuhaf ki gerçeklik onun yanında daha tuhaf kaçıyor. Subrac’ın ilginç bir tip olduğu gazetelerde yazılanlardan öğrenildi. Yaz kış bol bir kaftandan başka şey giymezdi, ayaklarında da daima terlik olurdu. Son derece zengindi, kılığı merakımı cezbettiği için, bir gün ona sebebini sordum:
“Gerektiğinde en çabuk şekilde çıplak kalabilmek için, “ diye yanıtladı. “Ayrıca, hafif giyinmeye çabuk alışılır. Çoraptan çamaşırdan, şapkadan çabuk vazgeçilir. Yirmi beş yaşından beri böyle yaşıyorum ve hiç hastalanmadım.”
Bu sözler, beni aydınlatmak yerine merakımı iyice arttırdı.
“O halde,” diye sordum kendime, “Honoré Subrac neden çabuk soyunmak istiyor?”
Ve pek çok varsayım geliştirdim…

•••

Bir gece eve dönerken – saat bir, bir buçuk dolayları – alçak sesle adımın telaffuz edildiğini duydum. Ses sanki omzumu sıyırarak geçtiğim duvardan gelmişti. Şaşkın, tadım kaçmış, olduğum yerde durdum.
Ses, “Sokakta başka kimse yok değil mi?” diye devam etti. “Benim, Honoré Subrac.”
“O halde neredesiniz?” diye bir çığlık kopardım, arkadaşımın nerede saklanıyor olabileceği konusunda fikir yürütemeden, etrafa bakınarak.
Sadece kaldırımın üzerinde yatan meşhur kaftanını gördüm, meşhurlukta aşağı kalmayan terlikleri de onun yanındaydı.
“İşte,” diye düşündüm, “Honoré Subrac’ı göz açıp kapamada soyunmaya zorlayan kaçınılmaz bir durum. Nihayet bir gizemi adamakıllı öğrenmiş olacağım.”
Ve yüksek sesle şöyle dedim:
“Yolda kimsecikler yok, sevgili dostum, artık ortaya çıkabilirsiniz.”
Honoré Subrac karşımdaki duvardan adeta çözülerek geldi, orada olduğunu ne görmüş ne fark etmiştim. Baştan aşağı çırılçıplaktı, ilk iş, kaftanını yakaladığı gibi sırtına geçirdi, elinin en çabuk hızıyla önünü ilikledi. Sonra terliklerini ayağına geçirip, tereddütsüz, kapıma kadar bana eşlik etti.
“Şaşırdınız!” dedi, “ama artık neden böyle tuhaf giyindiğimi biliyorsunuz. Bununla birlikte bakışlarınızdan tamamen nasıl kaçabildiğimi henüz anlayamadınız. Çok basit. Anlaşılacak tek şey var: bu bir mimetizm olayı. Tabiat iyi yürekli bir annedir. Tehlikelerin tehdit ettiği, kendilerini savunamayacak kadar zayıf çocuklarına etrafındaki şeylere karışma yeteneği bahşetmiştir… Ama siz bunu zaten biliyorsunuz. Kelebeklerin çiçeklere benzediğini, kimi böceklerin yaprak gibi olduğunu, bukalemunun onu en iyi saklayan rengi alabildiğini, kutup tavşanının -ki bizde sürülen toprakta aniden ortaya çıkanlar kadar ödlektir- buzla kaplı bölgeler gibi bembeyaz olduğunu -daha görmeye fırsat olamadan kaçıverir- biliyorsunuz.
Bu zayıf hayvanlar düşmanlarından, görünümlerini değiştiren bu içgüdüsel beceri sayesinde kurtulur.
Ve ben… bir düşman tarafından sürekli takip edilen, hayli korkak, kavgada kendini savunmaktan aciz olduğunu hisseden ben, ben de bu hayvanlara benziyorum işte: kendi isteğimle -ve sırf korkudan- etrafımdaki ortama karışıyorum.
Bu içgüdüsel yeteneği ilk icra etmemin üzerinden hatırı sayılır yıllar geçti. Yirmi beş yaşındaydım, kadınlar beni alımlı ve yapılı buluyordu. Bunlardan biri, ki evliydi, bana, karşı koyamadığım bir yakınlık gösterdi. Ölümcül ilişki!... Bir gece, sevgilimin yanındaydım. Kocası güya uzun süreliğine şehir dışındaydı. Elinde bir altıpatlarla aniden kapıyı açtığında tanrılar gibi çıplaktık. Dile sığmaz bir korku içindeydim, şimdi nasılsam o zaman da böyle ödlektim ve tek isteğim vardı: kaybolmak. Sırtımı duvara verip, onun içine karışmayı diledim. Ve beklenmedik olay anında gerçekleşti. Duvar kağıdının rengine büründüm; uzuvlarım inatla, şaşılacak biçimde yassılaşırken, duvarla birleştiğimi ve beni artık kimsenin göremeyeceğini hissettim. Gerçekti. Koca, beni öldürmek için içerde dört dönüyordu. Beni görmüştü ve kaçmam imkânsızdı… Deli gibiydi, öfkesini karısına çevirdi ve onu kafasına sıktığı altı el ateşle vahşice katletti. Sonra yıkık bir vaziyette, hüngür hüngür ağlayarak çekip gitti. O çıktıktan sonra bedenim, içgüdüyle, normal şeklini, doğal rengini aldı. Giyindim, ve kimseler gelmeden sıvışmayı başardım… Mimetizm menşeli bu latif yeteneği, o gün bugündür muhafaza ediyorum. Koca, beni öldüremediği için, tüm varlığını işimi görmeye adadı. Uzun süre, dünyanın dört yanında peşimi bırakmadı; Paris’e yerleşmeye geldiğimde ondan artık kurtulduğumu sanıyordum… Ancak o adamı siz geçmeden az önce yine gördüm. Korkudan dişlerim takırdıyordu. Soyunup duvarla birleşecek vakti ancak buldum. Kaldırıma bırakılmış kaftan ve terliklere merakla bakarak çok yakınımdan geçti. Şimdi böyle sade giyinmemin sebebini anladınız mı? Herkes gibi giyinseydim mimetik yeteneğim asla faaliyete geçmezdi. Cellâdımdan kaçabilmek için asla yeterince çabuk soyunamazdım. Ayrıca her şeyden önce, yassılaşan giysilerimin, savunma amaçlı kayboluşumu boşa çıkarmaması için çıplak olmak zorundayım.”
Kanıtlarını gördüğüm ve kıskandığım yeteneğinden ötürü Subrac’ı tebrik ettim.

•••

Takip eden günler bu konudan başka bir şey düşünmedim, kendimi durmadan, şeklimi ve rengimi değiştirmek için irade göstermeye çalışırken buluyordum. Otobüse, Eifel Kulesi’ne, Akademi’ye, büyük loto talihlisine dönüşmeye çalıştım. Çabalarım boşunaydı. Başaramıyordum. İradem yeterince güçlü değildi, ayrıca bende o kutsal korkudan yoktu, Honoré Subrac’ın içgüdülerini uyandıran o korkunç tehlike benim için söz konusu değildi.
Bir gün allak bullak bir halde çıkageldiğinde, onu epey zamandır görmemiştim:
“O herif, düşmanım,” dedi bana, “her yerde beni arıyor. Yeteneğimi kullanarak ondan üç kez kaçabildim, ama korkuyorum, korkuyorum dostum!...”
Gözle görülür biçimde zayıflamıştı, ama bunu söylemekten imtina etim.
“Yapabileceğiniz tek şey kaldı,” dedim ona, “Böylesine amansız bir düşmandan kaçmak istiyorsanız… Gidin! Bir köye saklanın. Buradaki işlerinizi çekip çevirmeme ve sizi en yakın istasyona götürmeme izin verin.”
Şunları söyleyerek elimi sıktı:
“Size yalvarırım, bana eşlik edin, korkuyorum!”

•••

Sokakta, sessizlik içinde yürüdük. Honoré Subrac endişeli bir edayla, durmadan başını geri çeviriyordu. Birden bire çığlık attı, kaftanı ve terliklerinden kurtulup kaçmaya başladı. Bir adamın koşarak arkamızdan geldiğini gördüm. Onu durdurmaya çalıştım. Ancak elimden kurtuldu. Honoré Subrac’a doğrulttuğu bir altıpatlar tutuyordu. Subrac ise hemence bir kışla duvarına yetişmiş, büyü yapılmış gibi ortadan kaybolmuştu.
Silahlı adam, şaşkınlıktan donakaldı, öfkeyle bir nağra savurdu, ve hasmını ondan kurtaran duvardan öç almak istercesine, tam da Subrac’ın kaybolduğu noktaya silahı boşalttı. Sonra da koşarak uzaklaştı…
Ahali toplandı, jandarma kalabalığı dağıtmaya geldi. Sonra, arkadaşıma seslendim. Ama yanıt vermedi.
Duvarı yokladım, hâlâ ılıktı; altı mermiden üçünün insan kalbi yüksekliğinde isabet ettiğini fark ettim, diğer mermiler taze sıvayı daha yukarıdan sıyırıp geçmişti, bir yüzün çizgilerini belirsiz, belli belirsiz, görür gibi oldum.




20 Temmuz 2019 Cumartesi

David Goodis | Mavi Sevgili | [IX]


….

Alma masaya döndü, ayakta durmaya devam etti, başı öne eğik, bakışları kadehteydi. Viskinin nerdeyse yarısı dökülmüştü, ancak içinde kalan, sıvı bir mıknatıs gibi elini kendine çekiyordu. İçinde tadı kötü bir ilaç varmışçasına kadehi kaldırdı, sonra tek ve uzun bir yudumda boşalttı.
“Bir daha ister misin?” diye sordu Hagen.
Alma hayır der gibi kafa salladı. Tik ağacından masanın cilalı yüzeyine dalıp gitmişti. Parlak ahşap sanki bir aynaydı, orada aksini görüyor, ve gördüğü şeyden nefret ediyordu.
Sırtı Hagen’e dönüktü. Hagen arkasından yaklaşıp elini omzuna koydu. Alma silkinip ondan uzaklaştı. Hagen’in yüzü yine kara bir renk aldı, mırıldandı: “Neyin var senin?”
“Yalnız kalmak istiyorum. Sana yorgun olduğumu söyledim.”
“Bana bak.” Hagen’in ses tonu, öfkeden kudurma ve ümitsiz bir yalvarış arasında gidip geliyordu.
Alma’nın sırtı hâlâ ona dönüktü.
“Yüzüme bile bakamıyorsun,” dedi Hagen, dişlerini sıkarak. Dudakları titredi. Sonra biraz da çabayla, kendine daha hakim, sakin bir tonda: “Seninle mantıklı biçimde konuşmaya çalışıyorum. Umarım tavrını değiştirir ve benimle konuşursun.”
“Pekâlâ,” dedi Alma, “dinliyorum.”
Ancak Hagen, onun arkasında olduğu için Clayton’un gördüklerini göremiyordu. Alma gözlerini kapatmıştı, boyun kasları iyice kasılmış, sakin kalmaya çalışıyordu.
Usulca yüzünü Hagen’e döndü, Hagen bir müddet sessiz kaldı, sonra: “İlişkimizin gidişatı hoşuma gitmiyor. Bir çıkmaza girmiş gibiyiz, ve gün geçtikçe derinleşiyor. Satranç oyuncularına benzedik. Ve artık bu oyundan sıkıldım.”
“Ne istiyorsun, Rudy?”
“Seni. Her şeyinle seni.”
“Anlaşmamızda bu yoktu.”
“Anlaşmanın canı cehenneme.” Daha sert bir tonda söyledi bunu, sonra ekledi: “Sana daha ilk gördüğüm anda âşık oldum.”
“Aşk hakkında ne biliyorsun?”
“Ben de etten kemikten bir varlığım,” diye bağırdı Hagen. “Küçük, sevimli bir oyuncaktan daha fazlasına ihtiyacım var. Hakiki bir sevgi istiyorum. Sıcaklık ve mutluluk.”
Alma uzak köşedeki çelik kasaya bakıyordu. “Senin mutluluğun işte orada.”
“Ne o, şikayet mi ediyorsun?” Hagen’in dili çatallanmıştı. “Beni eleştirmeye gelince üstüne yok. Faturalarını ödeyen birine en azından tatlılıkla konuşma şansı vermen gerek.”
Alma, kaskatı, cevap vermedi. Hagen’in sesi, keskin bir bıçak gibi, şimdi daha derine saplanıyordu.
“Belki de beni kör sanıyorsun… Clayton hakkında söylediklerinin tek kelimesine bile inanmadığımı biliyorsundur… Silahı elinden aldığını söyledin. Ben de şunu söyleyim, rezil bir yalancısın.”
Alma yüzünü çevirdi tam uzaklaşacaktı ki Hagen onu kollarından yakaladı, tüm gücüyle göğsünün üzerinde tuttu ve onu yüzüne bakmaya zorladı. Konuşmaya devam etti:
“Yalancı!... Taa en başından beri yalan söylüyorsun. Beni kandırıyordun, aptal yerine koydun. Seni ne zaman kollarıma alsam gözlerini kapattın, başka birini görüyordun. Clayton’u.”
Alma kurtulmaya çalıştı. Hagen pençelerini onun kollarına iyice geçirdi.
“Şimdi bana gerçeği söyleyeceksin. En başından beri aklın Clayton’daydı. İtiraf et! Edecek misin, yoksa gırtlağından kendim mi çıkartayım?!”
Hagen’in elleri Alma’nın boğazına gitti. Alma boğuk bir çığlık attı. Hagen, genç kadın dizlerinin üzerine çökünceye dek sıkmaya devam etti. Delice bir gülümseme dişlerini meydana çıkartmıştı, Alma’nın can vermek üzere olduğunu ya anlamıyor ya da umursamıyordu.
Ve ansızın pencere, alabildiğine açıldı. Clayton içeri atladı. Son sürat Hagen’in üzerine giderken, ne strateji ne taktik ne de cebindeki silahı hatırlamak aklına geliyordu. Yırtıcı bir hayvan gibi nağra attı, Hagen de onun gelişini duydu, kafasını kaldırdı… şaşakaldı; Alma’yı serbest bıraktı. Alma, olduğu yere yere yığıldı, güçlükle nefes almaya çalışıyordu. Hagen içgüdüyle, koca kollarını kaldırdı, yumruklarını sıktı, saldırıyı karşılayacak destekli bir duruş aldı.
….

1 Temmuz 2019 Pazartesi

David Goodis | Mavi Sevgili | [VIII]

....

Sürme pencere alttan açıktı, ancak Clayton odadan gelen bir ses duymuyordu. Son derece gösterişli bir odaydı. Bir Kirman kilimi tüm zemini kaplıyordu, duvarlar serigrafi resimlerle bezeliydi. Odanın uzak köşesinde, dünyaya doğrultulmuş bir silah gibi, Hagen’in çelik kasası duruyordu, anahtar kolu ve gümüş şifre kadranı ile parlak siyah demirden bir blok. Clayton, kasanın midesini doldurmak için aldatılan, soyulan, kimi zaman da öldürülen sayısız adamı düşündü. Bakışları bir an öfkeden donuklaştı, pencereden içeri atlayıp silahı kullanmayı istedi.
Ancak öfkesini frenledi ve böyle yapınca, Hagen’in sesini duydu: “Neyin var, içkine hiç dokunmamışsın.”
“Bir şeyim yok, sadece canım istemiyor.”
“Hayret,” diye üzerine bastı Hagen. Kadehinden derin bir yudum aldı.
Sonra aralarında yine sessizlik başgösterdi, Clayton, Hagen’in nasıl gülümsediğini, Alma’nınsa nasıl onunla yüz yüze gelmemeye çabaladığını gördü. Biraz sonra Dodsley odaya girdi. İngiliz, masaya, Hagen’in önüne yeni bir kadeh viski bıraktı, bu sırada göz göze geldiler. Clayton bunu görmüştü, bakışlarını Alma’ya çevirdi. Genç kadın hafif gerilmişti. Dodsley odadan çıkarken, Hagen ona gülümsemeye devam etti. Alma derince bir nefes aldı, zira ciğerleri havasızlıktan yorulmuştu.
Hagen ayağa kalktı, tikağacından masa ve kasa arasında gidip gelmeye başladı. Yavaş yürüyordu, başı uzun uzun düşünmekten öne düşmüştü, söylev arifesi ezber yapan biri gibiydi. Sonunda masanın önünde durdu, kollarını kavuşturdu, bakışlarını Alma’ya dikti; artık gülümsemiyordu.
Genç kadının dokunmadığı kadehi gösterdi. “İç şunu,” dedi kısaca. “Biraz içince bana daha yakın oluyorsun.”
Alma ona bakmadı. Bakışları sürekli boşluğa sabitlenmişti. “Canımın istemediğini sana söyledim.”
“Viskiyi geri çevirmek, çok ayıp,” diye homurdandı Hagen. “Otuz yıllık Skotch. Ayrıca dolu bir kadehi tatmamak uğursuzluk getirir.” Dudakları çatıldı. “Bir yudum al. Sadece bir yudum.”
“Hayır.” Alma, Hagen’e baktı. “Dil dökmeyi bırak.”
“Dil dökmüyorum, tatlım, söylüyorum.” Hagen kadehi aldı ve Alma’nın dudaklarına götürdü. Alma kafasını geri çekti, kadehi geri ittiğinde, içindeki biraz masaya döküldü.
Pencerenin ardında Clayton izlemeye devam ediyordu. Elleri pencere kasasını alttan, içe bakan taraftan sıkıca kavramıştı.
Hagen’in suratına öfkeden kan yürümüştü. Alma, yerinden kalktı, şöyle dedi: “Çok geç oldu, uyumaya ihtiyacım var. Daireme dönüyorum.”
Alma, yanından geçecekti ki Hagen onu bileğinden yakaladı, bırakmadı. “Sana gitmeni söylemedim. Ben ne zaman dersem o zaman gidersin.”
“Bırak da gideyim, Rudy.” Alma kurtulmaya çalıştı.
Hagen sırıttı ve bileği daha güçlü sıktı.
“Bırak da gideyim.” Bu sefer daha sessiz söylemişti. “Bırak da gideyim lanet olası.”
“İşte böyle daha iyi,” dedi Hagen, bileği serbest bırakırken. “En azından öfkeliyken seninle konuşabiliyorum.”

….