Yaşamadan geçip gittiğine inandığımız günlerin yanında çocukluk
hayatımızın hiçbir günü gözde bir kitabımızla geçirdiğimiz günler kadar dolu dolu yaşanmamıştır. Başkalarının hayatını dolduran her şey bizler için adeta ilahi bir hazzın
önünden uzaklaştırdığımız kaba birer engeldi: en ilginç
pasajda arkadaşımızın bizi
çağırmaya geldiği oyun, bakışlarımızı yukarı kaldırmaya ya da bizi
yer değiştirmeye zorlayan usandırıcı bal arısı
ya da güneş ışığı, dışarı çıkarken elimize tutuşturdukları fakat güneş başımızın üzerinde mavi gökte güçten düşerken bankta yanımızda, dokunmadan
öylece unuttuğumuz tadımlık
atıştırmalıklar,
eve dönmeyi gerektiren ama bizim yarıda kalmış kısmı bitirmek için bir an önce kalkmaktan
başka bir şey düşünmediğimiz akşam yemeği, okuma tüm bunları,
bıktırıcılıkları dışında
algılamamızı engellemiş olmalı, oysa
bunlardan içimize tatlı bir hatıra (öyle bir hatıra ki, büyük bir aşkla okuduğumuz zamanlara göre bugün
tahayyülümüz için çok daha belirgindir) kazıyan yine okumanın kendisiydi, o
halde bizler için, geçmişten gelen bu kitapları haspelkader şöyle bir karıştırmak, artık varolmayan gölcüklerin,
yapıların hayallerini yeniden görme umuduyla, yitik günlerimizden kalma takvim
yapraklarını çevirmekle aynı şey olacaktır.
Dokunulmaz olmaları için, sırası ile günün
yeterince dingin ve ilişilmez her bir
saatine gizlediğimiz bu tatil
okumalarını tıpkı benim gibi kim hatırlamaz. Sabahları parktan dönüşte, herkes “gezinti yapmak” için dışarı çıktığında yemek odasına doğru süzülürdüm, yemek saatine daha çok
olurdu, bir dereceye kadar ses çıkarmayan yaşlı Félicie haricinde kimse içeri
girmezdi, burada bana tek eşlik eden, okumaya karşı hayli saygılı, duvarlara asılmış boyalı tabaklar, önceki günden kalma
yaprağı henüz
kopartılmış takvim ve anlamdan
yoksun tatlı sözleri, insanlarınki gibi, okuduğunuz kelimelerin yerini almaya gelmeyen,
kendilerine cevap verilsin istemeden konuşup duran duvar saati ve ateşti. Bir sandalyeye, sabahları erken
kalkan ve bahçıvan amcamın yemek sırasında şöyle söz ettiği küçük odun ateşinin yanına yerleşirdim: “Zararı olmaz! Birazcık ateşe herkes dayanabilir. Sizi temin
ederim, sabah saat altıda sebzelikte fena soğuk vardı. Gel de sekiz gün sonra
Paskalya de!”. Gelin görün ki, okumama son verecek yemeğe daha iki saat olurdu. Kimi
zamanlar, su kaçırdığında bakışlarınızı üzerine çevirten ve kapalı camın
ardından kendisine baktırtan tulumbanın sesi duyulurdu, tulumba menekşe tarhları boyunca briketler ve yarımay
fayanslar çekilmiş sebzeliğin biricik yolunda, hayli yakındaydı:
bu menekşeler sanki en
güzel göklerden, kilisenin vitraylarının, ara sıra kasabanın çatıları arasından
gördüğümüz
yansıları gibi alacalı bir gökyüzünden, fırtına öncesinde ya da sonrasında gün
batarken ortaya çıkan hüzünlü göklerden toplanmıştı.
Ama aşçı sofrayı hazırlamak için vaktinden
çok erken gelirdi; bunu konuşmadan
da yapamazdı hani. Şunları
söylemek zorunda hissederdi: “Böyle rahat değil gibisiniz, size bir masa yaklaştırayım ister miydiniz?” “Hayır, sağolun” cevabını vermek için sadece,
net bir biçimde durmak, gözlerinizin okuduğu kelimeleri dudaklarınızın arasında
çıt çıkarmadan, koşar gibi
tekrar eden sesinizi gittiği
uzaklardan geri getirmek yeterliydi; sesinizi durdurmak, dışarı çıkartmak, tam manâsıyla “Hayır,
sağolun” diyebilmek için, ona
kaybettiği,
sıradan hayattan bir görünüm vermek, bir cevaplama tonu katmak gerekirdi. Zaman
geçiyordu; sık sık, yorulanlar, gezintiyi kısa kesenler, “yolu Méséglise’ten
geçenler” ya da “yazmak ile meşgul
oldukları için” o sabah dışarı
çıkmayanlar yemekten çok önce yemek odasına gelmeye başlarlardı. Gayet hoş “Seni rahatsız etmek istemem”
derler, ama vakit geçmeden ateşe yaklaşır, saate bakıp durur, yemeğe başlamanın kendileri için fena olmayacağından dem vururlardı. “Yazmak için
kalanın” etrafına özel bir alâka ile toplanır, içinde saygı, gizem, çöpçatanlık,
ihtiyat olan bir gülümseme ile “Küçük yazışmanız nihayete erdi mi?” diye
sorarlardı, bu “küçük yazışma”
onlar için sanki aynı anda hem bir devlet sırrı, hem bir kraliyet imtiyazı, hem
iyi bir talih, hem de sonu hastalığa
varacak hafif bir kırgınlıktı. Kimileri daha fazla bekleyemeden, erkenden
masada yerine otururdu. İşte bu
benim için bir yıkımdı, çünkü bu, yeni gelenlerin çoktan öğlen olduğunu sanmasına ve annemle babamın şu ölümcül cümleyi “Hadi artık kapat
kitabını, yemek yenecek” demesine neden olacak kötü bir örnekti. Her şey hazır olur, yemek sonunda
getirilecekler haricinde sofra takımları tamamen örtünün üzerinde yerini
alırdı, bahçıvan ve aşçı
amcamın masada kendi eliyle yaptığı
kahvenin camdan aygıtı, güzel bir koku yayardı, bu aygıt bir fizik aleti gibi
boru biçiminde ve karmaşık yapılıydı,
ani kaynamanın çan biçiminde kapağa kadar
yükselip sonrasında buğulanıp
buhar tutmuş cam
kenarlara kokulu ve kahverengi bir kül bırakmasını izlemek ne hoştu; aynı amcanın bir koloristin
tecrübesi ve bir oburun biliciliği ile
daima aynı ölçülerde karıştırdığı ve gerekli kat-i pembelikte bıraktığı krema ve çileği de eklemek gerek. Yemek faslı bana
amma uzun geliyordu. Büyükhalam sadece, itirazları kaldırabilen ama kabul de
etmeyen bir yumuşaklıkla
fikrini dile getirmek için yemeklerin tadına bakardı. Bir roman, manzumeler,
iyi bildiği şeyler konusunda bir hanım alçakgönüllüğü ile daha bilgili olanlara haklarını
teslim ederdi. .....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder