4 Aralık 2014 Perşembe

ekitap, Okuma Üzerine-ilk sayfalar






Yaşamadan geçip gittiğine inandığımız günlerin yanında çocukluk hayatımızın hiçbir günü gözde bir kitabımızla geçirdiğimiz günler kadar dolu dolu yaşanmamıştır. Başkalarının hayatını dolduran her şey bizler için adeta ilahi bir hazzın önünden uzaklaştırdığımız kaba birer engeldi: en ilginç pasajda arkadaşımızın bizi çağırmaya geldiği oyun, bakışlarımızı yukarı kaldırmaya ya da bizi yer değiştirmeye zorlayan usandırıcı bal arısı ya da güneş ışığı, dışarı çıkarken elimize tutuşturdukları fakat güneş başımızın üzerinde mavi gökte güçten düşerken bankta yanımızda, dokunmadan öylece unuttuğumuz tadımlık atıştırmalıklar, eve dönmeyi gerektiren ama bizim yarıda kalmış kısmı bitirmek için bir an önce kalkmaktan başka bir şey düşünmediğimiz akşam yemeği, okuma tüm bunları, bıktırıcılıkları dışında algılamamızı engellemiş olmalı, oysa bunlardan içimize tatlı bir hatıra (öyle bir hatıra ki, büyük bir aşkla okuduğumuz zamanlara göre bugün tahayyülümüz için çok daha belirgindir) kazıyan yine okumanın kendisiydi, o halde bizler için, geçmişten gelen bu kitapları haspelkader şöyle bir karıştırmak, artık varolmayan gölcüklerin, yapıların hayallerini yeniden görme umuduyla, yitik günlerimizden kalma takvim yapraklarını çevirmekle aynı şey olacaktır.
Dokunulmaz olmaları için, sırası ile günün yeterince dingin ve ilişilmez her bir saatine gizlediğimiz bu tatil okumalarını tıpkı benim gibi kim hatırlamaz. Sabahları parktan dönüşte, herkes “gezinti yapmak” için dışarı çıktığında yemek odasına doğru süzülürdüm, yemek saatine daha çok olurdu, bir dereceye kadar ses çıkarmayan yaşlı Félicie haricinde kimse içeri girmezdi, burada bana tek eşlik eden, okumaya karşı  hayli saygılı, duvarlara asılmış boyalı tabaklar, önceki günden kalma yaprağı henüz kopartılmış takvim ve anlamdan yoksun tatlı sözleri, insanlarınki gibi, okuduğunuz kelimelerin yerini almaya gelmeyen, kendilerine cevap verilsin istemeden konuşup duran duvar saati ve ateşti. Bir sandalyeye, sabahları erken kalkan ve bahçıvan amcamın yemek sırasında şöyle söz ettiği küçük odun ateşinin yanına yerleşirdim: “Zararı olmaz! Birazcık ateşe herkes dayanabilir. Sizi temin ederim, sabah saat altıda sebzelikte fena soğuk vardı. Gel de sekiz gün sonra Paskalya de!”. Gelin görün ki, okumama son verecek yemeğe daha iki saat olurdu. Kimi zamanlar, su kaçırdığında bakışlarınızı üzerine çevirten ve kapalı camın ardından kendisine baktırtan tulumbanın sesi duyulurdu, tulumba menekşe tarhları boyunca briketler ve yarımay fayanslar çekilmiş sebzeliğin biricik yolunda, hayli yakındaydı: bu menekşeler sanki en güzel göklerden, kilisenin vitraylarının, ara sıra kasabanın çatıları arasından gördüğümüz yansıları gibi alacalı bir gökyüzünden, fırtına öncesinde ya da sonrasında gün batarken ortaya çıkan hüzünlü göklerden toplanmıştı.
Ama aşçı sofrayı hazırlamak için vaktinden çok erken gelirdi; bunu konuşmadan da yapamazdı hani. Şunları söylemek zorunda hissederdi: “Böyle rahat değil gibisiniz, size bir masa yaklaştırayım ister miydiniz?” “Hayır, sağolun” cevabını vermek için sadece, net bir biçimde durmak, gözlerinizin okuduğu kelimeleri dudaklarınızın arasında çıt çıkarmadan, koşar gibi tekrar eden sesinizi gittiği uzaklardan geri getirmek yeterliydi; sesinizi durdurmak, dışarı çıkartmak, tam manâsıyla “Hayır, sağolun” diyebilmek için, ona kaybettiği, sıradan hayattan bir görünüm vermek, bir cevaplama tonu katmak gerekirdi. Zaman geçiyordu; sık sık, yorulanlar, gezintiyi kısa kesenler, “yolu Méséglise’ten geçenler” ya da “yazmak ile meşgul oldukları için” o sabah dışarı çıkmayanlar yemekten çok önce yemek odasına gelmeye başlarlardı. Gayet hoş “Seni rahatsız etmek istemem” derler, ama vakit geçmeden ateşe yaklaşır, saate bakıp durur, yemeğe başlamanın kendileri için fena olmayacağından dem vururlardı. “Yazmak için kalanın” etrafına özel bir alâka ile toplanır, içinde saygı, gizem, çöpçatanlık, ihtiyat olan bir gülümseme ile “Küçük yazışmanız nihayete erdi mi?” diye sorarlardı, bu “küçük yazışma” onlar için sanki aynı anda hem bir devlet sırrı, hem bir kraliyet imtiyazı, hem iyi bir talih, hem de sonu hastalığa varacak hafif bir kırgınlıktı. Kimileri daha fazla bekleyemeden, erkenden masada yerine otururdu. İşte bu benim için bir yıkımdı, çünkü bu, yeni gelenlerin çoktan öğlen olduğunu sanmasına ve annemle babamın şu ölümcül cümleyi “Hadi artık kapat kitabını, yemek yenecek” demesine neden olacak kötü bir örnekti. Her şey hazır olur, yemek sonunda getirilecekler haricinde sofra takımları tamamen örtünün üzerinde yerini alırdı, bahçıvan ve aşçı amcamın masada kendi eliyle yaptığı kahvenin camdan aygıtı, güzel bir koku yayardı, bu aygıt bir fizik aleti gibi boru biçiminde ve karmaşık yapılıydı, ani kaynamanın çan biçiminde kapağa kadar yükselip sonrasında buğulanıp buhar tutmuş cam kenarlara kokulu ve kahverengi bir kül bırakmasını izlemek ne hoştu; aynı amcanın bir koloristin tecrübesi ve bir oburun biliciliği ile daima aynı ölçülerde karıştırdığı ve gerekli kat-i pembelikte bıraktığı krema ve çileği de eklemek gerek. Yemek faslı bana amma uzun geliyordu. Büyükhalam sadece, itirazları kaldırabilen ama kabul de etmeyen bir yumuşaklıkla fikrini dile getirmek için yemeklerin tadına bakardı. Bir roman, manzumeler, iyi bildiği şeyler konusunda bir hanım alçakgönüllüğü ile daha bilgili olanlara haklarını teslim ederdi. .....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder