....
Colombo limanının karanlık,
yağ tutmuş sularında belli belirsiz ışıklar yanıp sönüyordu. Rıhtımı aralıksız kucaklamaya
gelen küçük dalgaları saymazsak kıyıya sessizlik hakimdi. Clayton iskelelere
yaklaştı, kafası sanki prize takılmış gibi çalışıyordu, gözleri etrafında fır
fır dönüyora benzeyen karanlığı taramaktaydı.
Parçalanmış bir iskele ve
İngiliz pamuk deposunun kalın beton duvarları arasında dar bir geçide geldi.
Geçitten çıkınca, onu Hagen’in özel ofisine götürmesi gereken bir dönüş yaptı. Pencerede ışık vardı, ve sanki ona bir çağrı işareti
yapıyordu. Ardında sesler duyduğunda henüz birkaç adım atmıştı.
Kendi ekseninde döndü,
gözlerini iyice açtı ve onları gördü. Doğrusu, onlardan ikisini. Hızla
geliyorlardı, iyice yaklaştılar; yaşamlarını kasları ve kalın kafalarıyla kazanan
rıhtım kabadayılarının pörsümüş burunlarını, kalın dudaklarını gördü. Birinde
bıçak vardı diğerinde de güdük bir sopa. Clayton silahı cebinden çıkardı,
emniyeti indirdi, nişan aldı, ama sonra kurşunsuz bir çözüm denemeye karar
verdi. Kurşun, çok fazla gürültü patırtı anlamına geliyordu. Hagen ve
adamlarının ofisten çıkmasına sebep olabilirdi, bu da her şeyi mahvederdi. Buraya
kavga ya da cinayet için gelmediğini hatırladı, sadece bir şey öğrenmeye,
kendine bir şeyi kanıtlamaya gelmişti.
Haydutlar hedeflerine öyle
odaklanmışlardı ki silahı görmediler. Üzerine atıldıklarında, Clayton geri
çekildi ve kabzayı yakınındakinin kafatasına indirdi. Adam heykel gibi devrildi.
Diğeri küfretti ve Hagen’in öldürürken bıçak kullanmama emrini unutarak, parlak
çeliği Clayton’un gırtlağına savurdu. Clayton geri çekilip, silahla bir hamle
yaptı, öyle ki kabza doğrudan adamın bileğine çarptı. Paramparça olan kemiğin
sesi duyuldu. Feryat etmek için ağzını açtı, Clayton da öne atılıp, silahı çekiç
gibi çenesine indirdi. Hasmı artık diz çökmüştü, kan ve diş tükürüyordu, gelen
kan çoğalıyor, boğulacak gibi oluyordu. Clayton şakağına hafifçe vurdu, bu da
onun iki seksen devrilip, derin bir uykuya dalmasına yetti.
Işıklı pencerenin üzerinde Rudolph Hagen Co. Lmt. tabelası
okunuyordu. Baskı kelimelerin altında
kavisli fil boynuzlarından bir çerçeve içinde kuyumcuların kullandığı
tek-göz merceği sembolü resmedilmişti. Bu da Hagen’in mücevher, fildişi ve ele
geçirebildiği her türde değerli şeyin ticaretini yaptığı anlamına geliyordu.
Hagen’in gerçekten devasa elleri vardı ve Clayton şimdi onlara bakıyordu.
Duvarın kenarına sindi.
Bakışları, pencereden içeri, Hagen’in tik ağacından masanın üzerindeki o koca ellerine
sabitlenmişti. Kalın parmaklar gerilmişti, geniş bir kedi gözü ve bundan daha
büyük opal birer yüzük hemen dikkat çekiyordu. Clayton elleri biraz daha inceledi,
bakışları sonra usul usul yüze çevrildi.
Hagen’in kaba saba ama biçimli
bir dış görünüşü vardı. Yüz hatları belirgin ve dengeliydi, gür, açık kumral
saçları düzgünce taranmıştı. Kırkının başlarında güçlü kuvvetli, cüsseli bir
adamdı, fazla içtiğini ele veren kızıla çalan ten rengi haricinde fiziksel
bakımdan mükemmel durumdaydı. Şimdi de içiyordu. Uzunca kokteyl bardağından yudumlar alıyor, Alma’ya gülümsüyordu. Alma
tam karşısındaydı ancak gözleri ondan uzaklara bakıyor gibiydi. Önündeki içkiye
henüz dokunulmamıştı.
….