28 Şubat 2019 Perşembe

David Goodis | Mavi Sevgili [II]

.... 
“Bu kadar yeter,” dedi Clayton. Bir kez daha İngiliz’le göz göze geldi. “Taş bana ait. Onu maden bölgesinde bulmadım. Arazilerinden en az üç mil uzakta, tepelerden çıkardım.”
Dodsley omuz silkti. “Şahitler varmış.”
“Şahit elbette olur. Aç sırtlanlar gibi etrafta dolaştılar. Ancak silahı göstermemle kaybolmaları bir oldu. Gösterişsiz küçük bir silah. Daima üstümde taşırım ve daima doludur.”
“Silahın önemi yok,” dedi Dodsley. “Sonuçta kanuna aykırı değil. Ama madenlerin orada çalıştığını söylediler.”
Clayton, sırıtmış hafifçe kafa sallıyordu. “Madenleri taşı bulmadan iki hafta önce terk ettim. Bunu kanıtlayabilecek giriş-çıkış belgelerim var.” Devam ettikçe yüzündeki sırıtma azalıp kayboldu. “Müşterine sadece silahtan bahset. Onu kullanmak için her zaman hazır olduğumu da ekle.”
İngiliz tavana bakıp iç çekti.  Sanki uğursuz bir kehaneti açığa vuracak, acımasız bir beyanda bulunacaktı. Clayton kaskatı kesildi, aklı şimdi Dodsley’nin müşterisindeydi.
Rudy Hagen adında biriydi düşündüğü. Bir yıl kadar önce onu Colombo’dan kovan bu Hagen’di. Alma’yı elinden alan da o idi. Bu hatıra adeta beynini dağladı.
Hatıra şimdi keskin bir bıçak gibi yüreğine saplanmış, derine daha derine iniyordu. Bir kez daha Hagen’in rıhtımdaki deposunda, onun özel ofisindeydi. Haşatı çıkmış, kanlar içinde Hagen’in dizleri dibine yığılıp kalmıştı. Alma, Hagen’in kollarında, bakışları yerde, ona balçık yığınıymış gibi bakıyordu. Sonra Clayton’u dışarı atmak için kapıya kadar sürüklediler, o sırada kahkahayı duydu. Hagen’in eli ağır adamlarının darbelerini artık hissetmiyordu. Sadece o kahkahayı duyduğu için dayanılmaz bir acı hissettmişti. Asit gibiydi, etini kemiğini erittikçe daha da içe işliyordu, döküldüğü kaynak ise Alma’nın dudaklarıydı.
Hâlâ beyninin içinde yankılanan o ses... Clayton öfkeden titredi. Kendine söylediği tek şey vardı, oturduğu yerden fırlamak, oradan çıktığı gibi rıhtıma, Hagen’in yerine koşmak. Neler olacağı umrunda değildi. O sırada hafif bir fısıltı duydu.
Kafasını çevirdi ve ikaz işaretini gördü. Kroner’in parmağıydı bu, bir sağa bir sola yattı. Kroner’in gözleri ise açıkça şöyle diyordu: “Sakın yapma, aklını başına topla.”
Clayton derin bir nefes aldı. Dodsley’e döndü. Sesi sakin, oturaklıydı: “Hagen’e beni rahat bırakmasını söyle, bana bulaşmazsa ben de ona bulaşmam. Bana yaptıklarını unutmayı umuyorum. Benden birkaç taş alabildi, bir de kadın. Benden aldığı her ne ise benden çıkmış sayıyorum.”
Dodsley’e bir omuz indirdi, İngiliz sendeleyip uzun sakallı bir Hindu’nun oturduğu masaya çarptı ve ondan da bir omuz yedi. Bu karşılama, onu kapıya kadar yolcu eden bir omuzlar silsilesine dönüştü. Kroner çoktan çıkışta yerini almıştı, ensesine bir şamar indirip hoş bir uğurlama gerçekleştirmek istiyordu. Clayton kalan cini yuvarladı, odasına çıktı.

….

Blogta ayın şarkısı | Chavela Vargas "La Bruja"

25 Şubat 2019 Pazartesi

David Goodis | Mavi Sevgili [I]



David Goodis
The Blue Sweetheart
Manhunt, Vol.1 No.1 1953

- Mavi Sevgili - 



Hint Okyanusu’ndan dalga dalga akın eden yoğun, nemli sıcaklık Clayton’a tek kurban kendisiymiş gibi hissettiriyordu. Genç adam Colombo rıhtımında, Kroner’in Yeri’nde bara oturmuş, buzlu cin içerek serinlemeye çalışmaktaydı - ama boşuna. Bir cumartesi akşamıydı, mekân hınca hınç doluydu ve müşterilerin çoğunun iyi bir banyoya ihtiyacı vardı. Clayton çıkmakta acele etmezse havasızlıktan boğulacağını düşündü. Ancak çıkamacayağını gayet iyi biliyordu.  Zira dışarı adım atar atmaz öldürüleceği kesindi.
Tuhaf bir paradokstu bu… Amansız bir ölümden çekinen biri asla Kroner yakınlarına gelmez, sırtı masalara dönük vaziyette tek başına bara oturmazdı. Mekan, şiddet ve suçla içli-dışlı simsarların meskeniydi;  haydutları, soyguncuları, profesyonel katilleri mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Bu hinoğluhinlerin  para yahut ederi kadar afyon karşılığında üstlenmeyecekleri iş yoktu. Kaybedecekleri bir şey olmadığı için hiçbir şeyden korkmazlardı. Bir istisna haricinde. İstisna Kroner’di, barın sahibi.
Kroner, Clayton’un arkadaşıydı, ve esasında tek dostuydu. Clayton bu yüzden burada güvende hissediyordu. İki gün önce, Ceylan Adası’nın derinlikliklerinden kimselere belli etmeden, sessiz sedasız çıkagelmiş, Kroner’e yerin altında bulduğu devasa safirden bahsetmişti. Kroner ise gülümsemiş, çoktan haberim var demişti. Bu tür haberler Colombo’da çabuk yayılır.
Kroner safiri görmek istemedi. Safirler ilgisini çekmiyordu. Hep, önce arkadaşlık derdi, dolayısıyla arkadaşlarının selameti onun için her şeyden önce geliyordu. Kısa-bodur, hepten kel Hollandalı, bir elli yıl kadardır kısık, sakin bir sesle konuşurdu; bu da duygusal doğasına sahte bir yumuşakkalplilik katardı. Oysa bu maskenin altında kaya gibi sert kaslar ve bir su aygırının yıkıcı öfkesi vardı.
Kroner, Clayton’a üst katta bir oda  ve Colombo’dan kalkan ilk gemiye ulaşmasını sağlama sözü verdi. Ancak gemi meselesi o yörede her zaman muallak olduğu için Clayton’un orada kalmasında, içini ferah tutmasında ve bir aptallık yapmamasında israr etti.
İşte bu, Clayton için zordu. Ömrü boyunca pek çoğu tuhaf, bir o kadar aptalca, sayısız düşüncesizce hareket işlemişti. Ama şimdi, yirmi dokuz yaşında, tehlike arzusu, hayatta kalma açlığı kudurduğu için biraz yatışmıştı.
Orta boylu bir adamdı, seri bir ortasiklet boksörünün yapısına sahipti, bu yapı kuvvet ve çeviklik bakımından gayet dengeliydi. Uzun zaman önce profesyonel boks yapmıştı, ve yüzü bunu ispatlıyordu. Ancak izlere rağmen, kadınların bakmaktan hoşlandığı bir surattı bu. Kırık burna yahut gözlerin üzerindeki yara izlerine aldırmıyormuş gibi görünürlerdi. Alma işte bu izlere dudaklarını dokundurur, ve böyle yaparken mırıltılar çıkartırdı. Clayton bu sesi hâlâ anımsıyordu, Alma’nın mırlamasını. Dudakları bu acı hatıra ile sertleşti.
Bardan uzandı, Kroner’e bir içki daha söyledi. Kroner kadehini tazelerken, bir el nazikçe, tüy hafifliğinde, Clayton’un omzuna dokundu. Clayton bar taburesinde usulca döndü ve İngiliz’in gülümseyen aydınlık yüzünü gördü.
İngiliz’in adı Dodsley idi, kırk yaşlarında, uzun favorileri yağ bağlamış kırık dökük bir adamdı. Tembellikten pörsümüş bir keşti o, ancak afyon tüketiminde kotrollüydü, bu sayede gerektiğinde berrak bir zihne sahip olabiliyordu. Şimdi yüzü düşüncelerinin nizamlı intizamlı olduğunu gösteriyordu, Clayton ne ile karşılaşacağını çabuk anladı. Dodsley’in mesleği, parıltılı gözlerinden belli oluyordu. Kıymetli taş isteyen her türde kişi için aracılık yapardı ve edindirme yönteminin önemi yoktu: satın alış, dolandırıcılık, yahut aleni soygun…
İngiliz gülümsemeye devam etti. Belli ki ilk sözcükleri seçmekte oldukça dikkatliydi. Bir an daha bekledi ve şöyle dedi: “Epey büyük bir taşmış diyorlar. İki yüz karatçık kadar...”
Clayton cevap vermedi.
“Onu görebilir miyim?”
“Hayır.”
“Ama görmeden teklif veremem ki…”
“Satılık değil,” diye yanıtladı Clayton. Yüzünü bara döndü, cinine odaklandı. Ardında İngiliz’in nefes alıp verişini duyabiliyordu, herifçioğlu yeniden söze girdi:
“Taşı Anuradhapua’da buldun, Koloni Madenleri’nde. Müşterim madenlerin ortağı. Sanırım müşterim kim biliyorsundur, çalışma yöntemlerini de -”
….