....
***
O akşam soğuk aniden
başgösterdi. Caddeden esen rüzgâr dondurucuydu. Pencerelerin kıyısından
köşesinden sızacak bir delik buluyordu, sırt sırta yerde yatmaya devam ettiler,
örtü namına ne varsa üzerlerine aldılar.
Yine de geceleyin gelişme
sayılabilecek bir şey oldu. “Belediye gıdası” tadına rağmen sanki biraz onları
diriltmişti. Bundan her gün alırlarsa hayat da devam edecekti; sarılıp
kucaklaşırken sevinçten neredeyse ağlayacaklardı. Gece iyice çöktü, kendilerini
mutlak karanlığın içinde buldular. Aynı durum ışıksız şehrin tamamı için de
geçerliydi. Ve belki birbirlerini görmedikleri için, aydınlanmış beyinlerinde,
gerçekliği geride bıraktıkları illüzyonunu sürdürdüler. Günlerdir ilk kez şahsi
yaşamlarını anımsadılar. Gino, Verveine’i sevdiğini hatırladı. Artık ona asla
bakmıyordu. Bedenlerinin belli noktaları haricinde sanki hiçbirinin artık
fiziksel bir yaşamı yoktu, bu noktalar öylesine belirgin ve sivrilmişti ki neredeyse
duyumu aşıyorlardı, daha çok maddeötesi bir dünyaya ait gibiydiler. Karmaşa
öyle bir hal aldı ki açlığın acıyan, büzülmüş karınlarında mı ruhlarında mı
olduğunu bilemiyorlardı; karınlarını dolduran yahut ruhlarında saçılan acaba
açlık mıydı…
Gino yere uzanmış, Verveine’i
görmüyordu. Onun nerede olduğundan bihaberdi. Kendisi, iç içe geçmiş bir yığın
bedenin ortasındaydı. Ancak kafasının içinde, kollarında-bacaklarında, ve de
özellikle düşüncelerinin meskeni haline gelmiş karnında, belli belirsiz, Verveine’in
bir çeşit yansımasını, kendi cisminden çıkıp yayılmasını hissediyordu. Ve iç
dünyasına bakan gözlerinin önünde sadece Verveine’in mor gözleri beliriyordu,
bunların sanki bakışları yoktu.
Verveine’in iki mor gözü kara
bir dumanın içinde kayboldu.
Gino, bedenini hatırladı,
hafızası ile değil karnıyla, sonra karnının uzuvlarına yansımasıyla, her türde
maddiyetten yoksun (yahut büsbütün
maddi) cinsiyetine yansıyan açlıkla.
Sarsak elini rastgele
örtülerin altından, titreyen, ateş içindeki beden yığının içine uzattı, bir
kumaşın altında bir derinin zonkladığını hissetti. Gino, görmeden, arzusundan
başka amacı olmadan kumaşı araladı ve düzenli bir biçimde, kendi içinde bir
hipnoz etkisi yaratıncaya dek bu belirsiz, ne olduğu asla seçilemeyen deri
parçasını, aşkının gücüyle Verveine’nin bütün bedeninin toplandığı bu anonim et
köşesini parmaklarının arasında yoğurdu.
***
İki-üç gün boyunca, bir
gelişme olduğuna gerçekten inandılar. Gün ağarırken, neredeyse ayağa kalkacak,
içerde birkaç adım atacak güçleri oluyordu.
Ancak “ekmekler” etkilerini
bundan sonra gösterdi ve doğa tükenmez bir buluş dehası sergiledi.
Bunun farkına ilk varan Bure
oldu. Uyandığında, kafatasının tepesinde tuhaf bir soğukluk duydu, elini
oraya götürdüğünde ise sadece çıplak derisini hissetti. Saçları artık yoktu.
Onları yerde, örtünün üzerinde buldu, biçilmiş buğday başaklarını
andırıyorlardı, onlar kadar sarı ve çok daha yumuşaklardı. Böylece Bure öyle
bir kahkaha patlattı ki diğer hepsi uykudan uyandı. Bu gülüş, Bure’un düz ve
parlak, gülle gibi yuvarlak kafasını fark ettiklerinde genel bir hal aldı.
Myrtille’e gelince, balon gibi
şişmiş, canavarsı, koca bir karnı önüne katmış, fıçı gibi iterek mutfaktan
geliyordu. İskeleti andıran genç kıza hiç de ait değilmişe benzeyen bu bedenin
yaklaşmasını alık gözlerle izlediler.
Aynı gün Gino yüzünde, ve
hızla tüm bedeninde, yer yer yapış yapış tuhaf pürtükler hissetti. Ellerine
baktığında, bir çeşit kanlı pelte ile kaplı kalkmış deriler, kabuklar
gördü. O andan sonra tüm problemlerin cevabını, yaşamın amacını bulduğu hissine
kapıldılar. Gün boyu, keyfi yerinde, dişlerinin arasında hafifçe ıslık çalarak
kabuklarını kaldırdı.
***
İlk ölen Myrtille oldu. Karnı
şişmeye devam ettiği için patlayacağa benziyordu. Fakat bu durum onu tasalandırmıyor
gibiydi. Kısık, yumuşak ve takıntılı bir sesle şarkı söyleyip, iki koluyla
karnını iterek küçük adımlarla durmadan odanın içinde gidip geliyordu. “Ah!
Karnım ne kadar da güzel… karnım ne kadar da güzel… karnım ne kadar da güzel…” Karnının
havası, ağzı açılan bir balonunki gibi aniden boşaldığında şarkı söylemeye hâlâ
devam etmekteydi. Ne bir çığlık attı ne de iç çekti. Sadece şarkı söylemeyi
bıraktı, onları uyuşukluklarından silkeleyen de şarkının bitmesi oldu. Sessizlik
ani bir şok gibiydi. Sonrasında onun üzerine eğildiler ve onu sadece gözleri
kocaman açılmış, neşeyle onlara bakarken, dudaklarında delice bir gülümsemeyle
gördüler. Ancak artık nefes almıyordu.
Takip eden gece, hepsi saçlarını
ve tırnaklarını kaybetti; dişleri oynamaya, sonra da birbiri ardına dökülmeye
başladı; hızlı öldüler, ancak Bertrand diğerlerine göre çok daha uzun yaşadı.
Yeni yeni zayıflamaya, değişmeye başlamıştı, sadece artık duyamıyor ve
göremiyordu. Bir sabah, kurumuş meyve gibi, acı vermeden düşen bir ayak
parmağını kaybetti, ve aynı akşam göz pınarları kurudu, gözleri öyle küçüldü ki
artık çok büyük gelen göz çukurları içinde oynayıp durmaya başladılar, sonra da
yuvalarını terk edip optik sinirin ucunda yanağa sarktılar, tıpkı kordonlarının
ucundan sarkan minyatür birer bilboquet topu
gibi. Betrand’ın tüm eti büzüldü büzüldü, iskeleti tutmak için artık çok dar
hale geldi. İskelet de çoktandır deriyi delip, omuzlarda, kaburgaların altında
kendini göstermeye başlamıştı.
İçerde kalp ise hâlâ - her
dakika daha yavaş, daha yavaş, daha yavaş - çarpmaktaydı… Sonra... odada tek başına, Gino’nun amcasından kalma gülünç duvar saati – düzenli
mekanik yaşamının makarası tamamen boşalıncaya dek - çalışmaya devam etti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder