"Bir iç dünya okulu açıp kapısına şunu yazacağım: Sanat Okulu." Max Jacob
24 Ocak 2019 Perşembe
Laurence Albaret | KOCA KARIN [2]
....
***
O akşam soğuk aniden
başgösterdi. Caddeden esen rüzgâr dondurucuydu. Pencerelerin kıyısından
köşesinden sızacak bir delik buluyordu, sırt sırta yerde yatmaya devam ettiler,
örtü namına ne varsa üzerlerine aldılar.
Yine de geceleyin gelişme
sayılabilecek bir şey oldu. “Belediye gıdası” tadına rağmen sanki biraz onları
diriltmişti. Bundan her gün alırlarsa hayat da devam edecekti; sarılıp
kucaklaşırken sevinçten neredeyse ağlayacaklardı. Gece iyice çöktü, kendilerini
mutlak karanlığın içinde buldular. Aynı durum ışıksız şehrin tamamı için de
geçerliydi. Ve belki birbirlerini görmedikleri için, aydınlanmış beyinlerinde,
gerçekliği geride bıraktıkları illüzyonunu sürdürdüler. Günlerdir ilk kez şahsi
yaşamlarını anımsadılar. Gino, Verveine’i sevdiğini hatırladı. Artık ona asla
bakmıyordu. Bedenlerinin belli noktaları haricinde sanki hiçbirinin artık
fiziksel bir yaşamı yoktu, bu noktalar öylesine belirgin ve sivrilmişti ki neredeyse
duyumu aşıyorlardı, daha çok maddeötesi bir dünyaya ait gibiydiler. Karmaşa
öyle bir hal aldı ki açlığın acıyan, büzülmüş karınlarında mı ruhlarında mı
olduğunu bilemiyorlardı; karınlarını dolduran yahut ruhlarında saçılan acaba
açlık mıydı…
Gino yere uzanmış, Verveine’i
görmüyordu. Onun nerede olduğundan bihaberdi. Kendisi, iç içe geçmiş bir yığın
bedenin ortasındaydı. Ancak kafasının içinde, kollarında-bacaklarında, ve de
özellikle düşüncelerinin meskeni haline gelmiş karnında, belli belirsiz, Verveine’in
bir çeşit yansımasını, kendi cisminden çıkıp yayılmasını hissediyordu. Ve iç
dünyasına bakan gözlerinin önünde sadece Verveine’in mor gözleri beliriyordu,
bunların sanki bakışları yoktu.
Verveine’in iki mor gözü kara
bir dumanın içinde kayboldu.
Gino, bedenini hatırladı,
hafızası ile değil karnıyla, sonra karnının uzuvlarına yansımasıyla, her türde
maddiyetten yoksun (yahut büsbütün
maddi) cinsiyetine yansıyan açlıkla.
Sarsak elini rastgele
örtülerin altından, titreyen, ateş içindeki beden yığının içine uzattı, bir
kumaşın altında bir derinin zonkladığını hissetti. Gino, görmeden, arzusundan
başka amacı olmadan kumaşı araladı ve düzenli bir biçimde, kendi içinde bir
hipnoz etkisi yaratıncaya dek bu belirsiz, ne olduğu asla seçilemeyen deri
parçasını, aşkının gücüyle Verveine’nin bütün bedeninin toplandığı bu anonim et
köşesini parmaklarının arasında yoğurdu.
***
İki-üç gün boyunca, bir
gelişme olduğuna gerçekten inandılar. Gün ağarırken, neredeyse ayağa kalkacak,
içerde birkaç adım atacak güçleri oluyordu.
Ancak “ekmekler” etkilerini
bundan sonra gösterdi ve doğa tükenmez bir buluş dehası sergiledi.
Bunun farkına ilk varan Bure
oldu. Uyandığında, kafatasının tepesinde tuhaf bir soğukluk duydu, elini
oraya götürdüğünde ise sadece çıplak derisini hissetti. Saçları artık yoktu.
Onları yerde, örtünün üzerinde buldu, biçilmiş buğday başaklarını
andırıyorlardı, onlar kadar sarı ve çok daha yumuşaklardı. Böylece Bure öyle
bir kahkaha patlattı ki diğer hepsi uykudan uyandı. Bu gülüş, Bure’un düz ve
parlak, gülle gibi yuvarlak kafasını fark ettiklerinde genel bir hal aldı.
Myrtille’e gelince, balon gibi
şişmiş, canavarsı, koca bir karnı önüne katmış, fıçı gibi iterek mutfaktan
geliyordu. İskeleti andıran genç kıza hiç de ait değilmişe benzeyen bu bedenin
yaklaşmasını alık gözlerle izlediler.
Aynı gün Gino yüzünde, ve
hızla tüm bedeninde, yer yer yapış yapış tuhaf pürtükler hissetti. Ellerine
baktığında, bir çeşit kanlı pelte ile kaplı kalkmış deriler, kabuklar
gördü. O andan sonra tüm problemlerin cevabını, yaşamın amacını bulduğu hissine
kapıldılar. Gün boyu, keyfi yerinde, dişlerinin arasında hafifçe ıslık çalarak
kabuklarını kaldırdı.
***
İlk ölen Myrtille oldu. Karnı
şişmeye devam ettiği için patlayacağa benziyordu. Fakat bu durum onu tasalandırmıyor
gibiydi. Kısık, yumuşak ve takıntılı bir sesle şarkı söyleyip, iki koluyla
karnını iterek küçük adımlarla durmadan odanın içinde gidip geliyordu. “Ah!
Karnım ne kadar da güzel… karnım ne kadar da güzel… karnım ne kadar da güzel…” Karnının
havası, ağzı açılan bir balonunki gibi aniden boşaldığında şarkı söylemeye hâlâ
devam etmekteydi. Ne bir çığlık attı ne de iç çekti. Sadece şarkı söylemeyi
bıraktı, onları uyuşukluklarından silkeleyen de şarkının bitmesi oldu. Sessizlik
ani bir şok gibiydi. Sonrasında onun üzerine eğildiler ve onu sadece gözleri
kocaman açılmış, neşeyle onlara bakarken, dudaklarında delice bir gülümsemeyle
gördüler. Ancak artık nefes almıyordu.
Takip eden gece, hepsi saçlarını
ve tırnaklarını kaybetti; dişleri oynamaya, sonra da birbiri ardına dökülmeye
başladı; hızlı öldüler, ancak Bertrand diğerlerine göre çok daha uzun yaşadı.
Yeni yeni zayıflamaya, değişmeye başlamıştı, sadece artık duyamıyor ve
göremiyordu. Bir sabah, kurumuş meyve gibi, acı vermeden düşen bir ayak
parmağını kaybetti, ve aynı akşam göz pınarları kurudu, gözleri öyle küçüldü ki
artık çok büyük gelen göz çukurları içinde oynayıp durmaya başladılar, sonra da
yuvalarını terk edip optik sinirin ucunda yanağa sarktılar, tıpkı kordonlarının
ucundan sarkan minyatür birer bilboquet topu
gibi. Betrand’ın tüm eti büzüldü büzüldü, iskeleti tutmak için artık çok dar
hale geldi. İskelet de çoktandır deriyi delip, omuzlarda, kaburgaların altında
kendini göstermeye başlamıştı.
İçerde kalp ise hâlâ - her
dakika daha yavaş, daha yavaş, daha yavaş - çarpmaktaydı… Sonra... odada tek başına, Gino’nun amcasından kalma gülünç duvar saati – düzenli
mekanik yaşamının makarası tamamen boşalıncaya dek - çalışmaya devam etti.
10 Ocak 2019 Perşembe
Laurence Albaret | KOCA KARIN [I]
Laurence Albaret
Le Grand Ventre
Editions
Balzac,
Paris,
1944
[Ayrıca Fiction dergisi 107. sayısında (1962)]
“Koca Karın”
aynı başlıklı öykü seçkisinden
Kıtlık haziranda başladı. Ansızın
patlak vermedi. Etkisi gittikçe arttı, her şeye işledi, bariz hissedilmesi ise ağustosu
buldu.
İlk
başta temel gıdaları, tütsülenmiş jambonun ortadan kaybolduğunu gördüler, sonra
da yumurta bulunmaz oldu. Bütün yaz boyunca yedikleri sebze ve meyvelerden henüz
hâlâ vardı.
Yazı
birlikte, neşe içinde geçirdiler. O sıralar kıtlık halen görünmezdi. Gino bir
dolabın derinliklerinde birkaç kutu et konservesine sahipti, diğerleri buna
ekleyebilecekleri ne varsa evlerinden getirdiler, bu sayede güneşli ayların
hepsini, endişesiz, bir şey sezinlemeden geçirdiler. Ancak eylül sonunda artık
hiçbir şey kalmamıştı. Pazarlarda sebze ve meyveler de yoktu. Ve daha başından
itibaren – fark etmeye fırsat kalmadan - güçleri usul usul tükendi.
Güçsüzlüklerini tembelliğe yordular ve eğlenmek için parti veriyormuş gibi hep
birlikte, Gino’nun evinde kalmaya karar verdiler, çünkü görüşmek için sürekli
yer değiştirmek hayli yorucuydu.
Kendilerini
hoşgören bir gülümseme ile içleri rahat “Bu çok komik,” diye mırıldandıkları
oluyordu, “Bu gezintiler bizi amma yordu…”
Kıtlığa
gerçekten toslamaları ise bir ekim sabahı oldu. Fakat toslamak biraz sert olur.
Daha çok üstlerinden usulca geçen geniz yakıcı bir duman gibiydi, beraberinde
tuhaf, açıklanamaz bir koku getirmişti ve öylesine yeniydi ki bu havayı
teneffüs etmek onları pek de rahatsız etmemişti.
Diane’nın
eve gelip boş süt şişesini masaya koyduğu ve sessizce, sıradan bir şeymiş gibi,
tüm fırınların kapandığını, bulunabilen son sebze, karahindibanın da pazarda artık
olmadığını söylediği, güneşle ışıldayan o sabahta olmuştu bu.
Bunun
üzerine, sedirde uzanan Gino, dirseğinin üzerinde doğruldu, bakışlarını
önündeki meçhul boşluğa sabitledi. Buda duruşunda yerde oturan Bertrand, usulca
kafasını çevirdi. Portatif merdivene tırmanmış, etajerin son rafına düzgünce
serilmiş bir örtü üzerinde ütü yapmakta olan Myrtille donakaldı, eli havada
kaldığı için ütü neredeyse yanağına değecekti, onu hemen yanındaki üçayaklı
iskemleye bırakmak aklına gelmiyordu. Ve Verveine, ve Bure, asma katta, halıya
yüzükoyun uzanmış kitap okuyan onlar ise salona bakan balkona kadar süründüler,
ve kafalarını demirlerden dışarı sarkıttılar.
Tek
kelime etmediler. Gino bir müddet sonra ayağa kalktı, tam bir sessizlik içinde,
odayı baştan sona kat etti, karşı duvardaki gömme dolabı açtı. Tüm kafalar o
yöne döndü.
Gino
sayım yaptı: yarım kilo kahve, iki kavanoz hardal, üç kesmeşeker, yarısı boş
bir şişe cin, bir şişe konyak, iki şişe rom, küçük bir viski damacanası ve bir
paket pirinç.
Gino
tek kelime etmeden kapağı kapattı.
***
Kahve
ve pirincin dibini bir günde buldular. Ertesi gün kurutma kâğıdına sürülmüş
hardal yediler. Bu, Bure’ün getirdiği bir yenilikti, söylediğine bakılırsa çocukken
bundan çok tüketmiş. (Ancak yediği hardalsız kurutma kâğıdıymış ve bunun için
kaliteli olması yeterliymiş.) İcat belli bir başarı kaydetti. Verveine bunun
tütsülenmiş jambonu andırdığını söylüyordu. Bertrand ise zencefilli pastalarla
arasında bir akrabalık kuruyordu.
Takip
eden sekiz gün, sâfi alkolle beslendiler. Sarhoş olduklarından açlıklarını
hissetmiyorlardı, ancak alkol de güçleri de azalıyordu. İçlerinden üçü ciddi,
su götürmez bir zehirlenmenin belirtilerini gösterdi; olay onları alarma geçirdi,
özellikle de Gino’yu. Gino’nun bilinci görece hâlâ yerindeydi, çünkü gerektiği
durumda insiyatif alma olasılığını korumak için diğerlerine kıyasla daha az
içmeye çabalamıştı.
Sekizinci
gün, ola ki tütün de biter korkusuyla, sigara namına ne bulabilirlerse almak
için Bure ile dışarı çıktı. Tütün git gide daha önemli hale geliyordu,
öncelikle açlığı bastırdığı ve sinirleri diri tuttuğu için, ikinci olaraksa
tütün çiğnemek henüz hâlâ kurutma kâğıdı çiğnemekten daha cazipti: daha önceki
gün Betrand izmaritlere hücum etmiş, koca koca lokmalar halinde mideye
indirmişti.
Henüz
hâlâ dışarı çıkabilecek güçleri vardı: Esasında yorgun değillerdi; bunu belirgin
bir biçimde hissetmiyorlardı. Bu, sona ramak kalmadan kendini göstermeyecek,
içten başlayan, yavaş bir ölümdü.
Gino
sokağa adım attığında, bacakları sahiplerine huysuzluk etti. Bure’a baktı,
onunla göz göze geldi, neredeyse neşeyle, öylesine gülüştüler. Bure, Gino’nun
omzuna dokundu.
-
Hadi gidelim!..
Onun
koluna girdi, iki sarhoş gibi birbirlerinden destek alıp yürüdüler.
Cadde
bütünüyle ıssızdı. Ara sıra, aşırı bir yavaşlıkta, tekin olmayan adımlarla bir
gölgenin geçtiği, uzaklaşıp gittiği oluyordu. Tam bir sessizlik hâkimdi.
Durdukları
ilk tütüncü dükkânı, kapkaranlık ve bomboştu. Çok geçmeden tezgâhın arkasına
çömelmiş bir gölge fark ettiler, tütüncüyü hemen tanıdılar. Daima özenli olan
kadının saçları boynuna dökülüyordu, yüzü kir pas içindeydi. Onları tek kelime
etmeden, tek bir bakış atmadan karşıladı. Paket paket sigara isteme cüreti
gösterdiler, bunun üzerine kadın sert bir hareketle onlara döndü, boş gözlerini
üzerlerine sabitledi ve uzandığı tüm sigara ve tütün paketlerini öbekler
halinde alıp hepsini neredeyse yüzlerine fırlattı. Gino ödemek için para
çıkardığında, banknotu öfkeyle aldı, gergin ellerinin içinde top gibi yuvarladı
ve aynı öfkeyle salonun bir köşesine fırlattı. Sonra da derinden gelen bir
inlemenin ara ara kestiği hıçkırıklara boğuldu.
Sinir
krizinin geldiğini gören Gino ve Bure, ürpermiş bir halde, hazinelerini
toparladıkları gibi oradan kaçtılar.
***
İşte
o günün ertesinde “belediye gıdası”nın hayata geçmesine karar verildi.
Gazeteler artık çıkmadığı ve çıksaydı bile hiçbirinde aşağı inip bir tane
alacak kuvvet olmadığı için, bunu ancak akşama öğrenebildiler. Üstelik neye
yarardı ki? Bir gazete artık, en fazla kurutma kâğıdına yeğlenmeyecek hardallı
sandviç olasılığına cevap veriyordu ki bu sandviçlerin daha gösterişli
olmayacakları kesindi.
O
son günlerde, gerçekten hiçbir şey yememişlerdi. Hep beraber atölyede yere
uzanmış, örtü ve minder namına ne kaldıysa bunların üzerinde öylece duruyor,
kâğıt ve izmarit çiğniyorlardı. Hiçbiri asma kata çıkıp bir kitap alacak gücü
kendinde bulamıyordu, ayrıca okumak artık pek mümkün değildi çünkü gözleri neredeyse
artık tamamen kapalıydı. Myrtille elinin uzanabileceği bir mesafede halının
üzerinde dağınık halde duran gazeteyi okumak için epey çabaladı. Başka bir
dünyayı, yaşayanların dünyasını anlatan kelimeleri, hareketsiz, sersemlemiş bir
halde dinlediler. Ama anlıyor gibi görünmüyorlardı. İçlerinden biri aniden
gülmeye başladı, aptalca, kesik kesik, çırpınarak gülüp durdu. Myrtille’in sesi
titredi, boğuk bir öksürükle ara ara gidip geldi ve sonunda yitti. Bundan sonra
bir daha asla okumaya davranmadılar.
Bütün
gün bütün gece aynı yerde, aynı pozisyonda bekliyorlardı, ne üst baş
değiştiriyor ne de yıkanıyorlardı. İçlerinden biri bazen duvardan destek alıp
mutfağa yollanıyor, musluğun altına eğilip, açlığı biraz dininceye dek suyun
ağzına dökülmesine izin veriyordu, sonra geri dönüyor, yüzü ıslaklıktan ışıldayarak,
diğerlerin ortasına, olduğu yere yığılıyordu.
Zamanla
aşırı zayıf hale geldiler; giysileri üzerlerinde sallım sallım olmuştu. Gözleri
ateşten parlıyor, ölümüne solgun yüzlerinde ışıldıyordu. Gino’nun evini mesken
tutmuş hayaletlere benziyorlardı.
Ama
üzgün değillerdi. Hatta tam tersi. Sanki eğleniyorlardı, hayat onlara daha
neşeli geliyor gibiydi. Her birinin yüzünde o aynı, biraz abartılı ama çok da
hoş gülümseme, kocaman çocuk bakışları vardı. Böyle olması belki sürekli sarhoş
olmalarından kaynaklanıyordu, - kısa bir süredir tek dayanakları olmayı sürdüren
- alkolün yaratamayacağı, açlığın sebep olduğu derin bir sarhoşluktu bu.
“Belediye
gıdası” Gino ile Bure’un sigara almaya gittiği günün ertesinde oluşturulmuştu.
Bu teşebbüs her şeyin sonu oldu. Bir çeşit kurumuş hamur söz konusuydu ve daha
çok alçıyı andırıyordu. Elde edilebilecek tüm çer-çöp biraraya getirilmişti, en
küçük bir besin değeri olan ne varsa. Havanda dövülmüş eski kemikler,
atıklardan kalanlar henüz hâlâ en besinli kısımlarıydı; geri kalanı ise sanki
hurda kâğıtlardan, samandan, ne olduğu belirsiz karmakarışık maddelerden
yapılmışa benziyordu.
Her
bir eve, sabahları gelen kamyonlarla, hanede yaşayanlara yetecek sayıda bu
tuhaf hamurdan yapılmış “ekmek”ten bırakılıyordu. Herkes istihkakını
kapıcısından kendi almak zorundaydı.
Bu
yenilikten de ancak Gino kapıcıyı görmeye gittiğinde haberdar oldular. Herhangi
bir haber umduğu yoktu, posta servisi askıya alınalı uzun zaman olmuştu, tek
dileği dışarısıyla küçük de olsa bir temasta bulunmaktı, başkaları da onlar
gibi aynı durumda mı, elbiseleri onlara da artık hayli büyük mü geliyor
öğrenmek istiyordu. Hayret, kapıcı ip-iriydi! Gülünç denecek kadar…
Gino
kulübenin kapısını çaldı ama yanıt gelmedi. Kulak kabarttı. Hırıltılar
duyuyormuş gibi oldu. Kapıyı açmaya karar verdi.
Kapıcı,
erken bir doğum öncesi şiddetli sancılar içinde yerde yuvarlanıyordu. Kocası,
bir sandalyede oturmuş, kolları sarkık, sersemlemiş bir halde onu izlemekteydi.
-
Doktor gerek, diye mırıldandı Gino.
Adam
sanki gülerek, omuz silkti.
Ve
o da Gino gibi, ürkmüş bir halde, geri geri giderek kapıya yanaştı. Gino’yu
hatırladığında, ona kendileri için bırakılan sekiz “belediye gıdası” ekmeğini
gösterdi.
Gino
kıymetli briketleri ile eve çıktı.
***
İçeri
girdiğinde diğerleri neşeli, uysal bakışlarını ona çevirdiler. “Belediye
gıdası”nı görmek onlara yeniden eğlenme gücü vermişti. Bu beyaz briketler
tarifsiz derecede komikti. Onlarda yepyeni bir icatmış etkisi yarattı: özellikle
de Gino yere düşmek üzere onları elinden bıraktığında çıkardıkları gürültüleri
ile. Eski güzel günleri hatırlatan bir kahkaha patlamasıdır onları içine aldı.
Yemeyi
denediler. Hamurda alçı tadı ve kokusu vardı – alçının kendisi de. Tozlu ve
yavan bir karışımdı, içinden ara ara, aniden ağzınıza gelen yumuşak, kaygan,
mide kaldıran şeyler çıkıyordu.
Bertrand,
dişlerinin arasında bir saman sapı, ilk başta bunu yemenin imkânsız olduğunu,
ölmeyi yeğleyeceğini bildirdi.
Verveine
daha ilk lokmada kusmaya başladı ve bu aralıksız bir saat boyunca devam etti.
Yine
de usul usul, ilerleye ilerleye, her biri “ekmek”lerini yemeyi bitirdiler,
kendilerini canlandıracak laflar açarak, zaman zaman da ufak bir kırıntıyı
eşyaların altına yollayarak.
Ekmek
işi bittiğinde doğrudan sigaraya hücum ettiler…
....
[Devam
edecek
O
akşam soğuk aniden başgösterdi. Caddeden esen rüzgâr dondurucuydu. Pencerelerin
kıyısından köşesinden sızacak bir delik buluyordu, sırt sırta yerde yatmaya
devam ettiler, örtü namına ne varsa üzerlerine aldılar…..]
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)