"Bir iç dünya okulu açıp kapısına şunu yazacağım: Sanat Okulu." Max Jacob
30 Kasım 2015 Pazartesi
#ekitap, "Kaçıklar", ilk sayfalar
I
NEDEN altıda? ne
altıya beş kala, ne altıyı beş geçe, saat tam altıda. bu konu kabullenmek
istemeyeceğim kadar kafamı meşgul ediyordu, yine de yanılmamıştım. alın işte,
daha dün davam için yine ona gittim.
Şu
halde size neden ve kimden söz ettiğimi söylememin zamanı geldi.
O
dediğim kişi, mister golding, solistörüm, anlayışlı ve yetenekli biri, Birleşik
Devletlerdeki tüm avukatlardan daha kurnaz, keçe bir eldiveni tersyüz eder gibi
düşüncelerinizi tersyüz etmeyi, sizi kıvama getirip zihninizi, grezlenmiş bir
bowie-bıçağıyla açar gibi açmayı gayet iyi bilen biri.
Ben
de sizin gibi bir insanım okur dostum,
ancak içimde sizde belki henüz sadece gizil halde olan bir yetenek
barındırıyorum.
İnsan
ırkına mensup her bireyde, hususî bir noktada ve o bunun farkında bile
değilken, dikkate değer bir süperduyarlık
yetisi vardır, bu yeti adeta başka bir duyudur.
Bunun kimilerinde altın arzusu ya da ticari girişimlerde burnu iyi koku almak olduğunu gördüm; kimilerinde ise bir hanımın
kırılganlığını sezgisel bir biçimde önceden
görmekti. Bol kepçeden sallayan birini duyduklarında şöyle diyenler vardı:
sövüşleyecek birini buldum yine. Kimileriyse çoluk çocuk sahibi kadınlar içinde
en en süslüsüne bakarak kendine şunları söylüyordu: işte aşığı olacağım kadın.
Bahsettiğim
şey tartışma götürmediği gibi açıklama da kaldırmaz. Olduğu gibidir, tüm
istemlerden bağımsız bir birleşme,
başka bir varlıktan bir parçayla onun dengi olan sizin doğanızdan bir parçanın birleşmesidir ve kaçmakta muvaffak
olamayacağınız bir dişliye benzer. O adamda
ya da o kadındaki bir pürüz,
girinti çıkıntı, kendi kalıtımı nedeniyle
mekanizmamızın zembereklerinden birine takılı kalır. Üstelik anında
takılıverir.
Bana
gelecek olursak... benim önsezim bambaşka: bir adamda, epey masum, herkese hayli doğal gelen bir
adamda anormal olanı önceden sezerim,
en küçük ölçeklerde olsa bile. Sonsuz-küçük
bana fena dokunur. Ve bir kez bu görünmez zemberek tarafından
dokunulmayagörüyüm hiçbir şey beni durduramaz. Öğrenmem, hareketi devam
ettirmem, bana bağlanan itkinin sebebini tespit etmem gerekir.
Mister
Golding’le de böyle oldu, düzenli adamdır, bir saatin sarkacı gibi: bir dişli
gibi yürür, otomatik bir biçimde, dahası matematiksel bir hayat sürer. Danışmanlığından
faydalanmak için onu bürosunda sabah saat onda bulurdum. Ayrıca şuna dikkat
edin, ne ona bir kala, ne de onu bir geçe; mahkemede saat birde; dairesinde ise
saat beşte; saat altı da ise... işte beni yıldırım gibi çarpan da bu saat oldu.
Ofisindeydim:
davam hakkında konuşuyorduk... Ah ki ah! Tam bir felaket... Bana dokunmayacak bir
kaç yüz dolardı mesele... Fakat bunu bir gurur meselesi haline getirdim ve
yirminci kez Golding’e – kimbilir belki de yüzüncü kez - inatçılığımın nedenini tekrar ettim. Bir solistör
dinlemeyi nasıl ki iyi bilirse o da, geçen her dakikayı tarifelendirerek, az
sonra takdim edeceği ve şunları okumak zorunda kalacağım: X... davasına
danışmış olmaktan ... 8 dolar, borç defterini hayal ederek beni dinliyordu.
Saate dikkat etmemiştim, o da bana danışma süresinin bitmek üzere olduğunu
hatırlatmamıştı. Esasında, çözüme yaklaşıyorduk ve görüşme hiç de gereksiz
değildi.
Tartışmamıza
son noktayı koymak üzereydim, zafer kazanmış bir edayla hasmımın namussuzun
teki olduğunu gösterecektim ki saat altıyı çaldı: ah ki ah! usulca, upusulca,
bir ingiliz gemi yükünden çıkmış, kurtlar tarafından kemirilmiş yaşlı bir duvar
saatinin yaşlı zilinin çatlak sesiyle. Öyle
görünüyor ki saat altıyı çalmıştı: bense tam duyamamıştım, zil ne kadar da
zayıf çınlamıştı. Fakat aynı anda, Golding artık karşımda yoktu. Peki
neredeydi? Daha az önce deri koltuğunun içine çivi gibi epey sağlamca çakık
vaziyetteydi!... Arkama baktım, çalışma odasının kapısı kapanıyordu. O gitmişti. Hıpızlı, teptereddütsüz, tek
af kelimesi etmeden, eyvallah bile demeden!... Gitti, daha doğrusu dışarı kaydı.
Bu
adamla ilgili şey ve tahkikat yeteneğim
arasında bir birleşme oldu. Kendimi
boşlukta asılı kalmış gibi hissettim. Çarkın mandalı artık düşmüştü bir kere.
Hayır,
görüşmemizden böyle kaçması ne nezaketsizlikten, ne sıkıntıdan ne de
yorgunluktandı. Nezaketsizlik mi? Golding çelebinin ta kendisiydi! Sıkıntıdan
mı? Bir solistör, sadece evraka dökülmeyen şeylerden sıkılır. Yorgunluktan mı?
Müşteri ya da başka biri, ne önemi olur ki bunların?
Başka bir şey vardı. Peki neydi? Hiçbir şey
bilmiyordum, ama sezinliyordum. Belli belirsiz bir heyecan, tanımlamayan ama
bildiren, pozitif bir öngörü. Ertesi gün, bütün gün boyunca, kafam fena
meşguldü, bir arzuyla ilgili değildi bu, bilme ihtiyacıydı ve kafamın içinden
çıkmak bilmiyordu. Bir saplantıydı; fikir içimde kök salıyor, gelişiyor, büyüyordu.
Saat beşte solistöre döndüm. Beni her zamanki gibi karşıladı. Halinde ne bir
değişiklik ne de bir soğukluk vardı, fakat özür de yoktu. Dün olanlar hakkında
bilgisi yokmuş gibi davrandı; bense konuyu açmaya cesaret edemedim.
Soru
dudaklarımın ucuna neden on kez gelip gitti ve neden on kez konuşacak cesareti
kendimde bulamadım? Altıya bir kaç dakika kala... bekliyordum, ah ki ah...
çatlak sesli zil çınlasın diye nasıl da
bekliyordum... fakat gelip görüşmemizi erken sonlandıranlar oldu, oradan
ayrılmak zorunda kaldım ve caddeye indim. Saat altıda, yanımdan geçti... ama
beni görmeden, ya da en azından ben, beni görmediğinden eminim, zira geçerken
yüzüme bakmıştı... Onu takip edebilirdim, ama bu şekilde davranmaya gerek
olmadığına karar verdim. Böylece yollandım, ertesi gün, bir sonrakinde de geri
gelmek üzere.
Fakat
talih – gerçi buna talih mi denir? – bana karşıydı; saat altıya kadar bir türlü
kendimi çalışma odasında bulamıyordum. Sadece aşağıda kapının yanında büzülmüş
bir halde durup kabarık cüzdanını aşırmak
isteyen bir hırsız gibi onu gözetleyerek, yanımdan geçtiğini, sakin,
soğukkanlı, etrafında olan biten her şeye duyarsız bir halde, her zaman aynı
yöne doğru, ne sağına ne soluna bakmadan bir hedefe doğru dimdirek gittiğini
görüyordum...
Kırk
yaşlarında bir adamdı... Tabii ya! Portresi mi? Onda tuhaf olan hiçbir şey,
kendine has hiçbir özellik göze çarpmıyordu. Sadece çocuklar ve duygusal yetişkinler
hâlâ kişinin dış kabuğunda bir tuhaflık ışıltısı, davranışlarda ve fizyonomide
ihanet eden bir nokta olduğuna inanıyor. İnanın bana, tam aksine, hiçbir görüntü vermeyen insandan sakının asıl!
Sakin yüz, önemsiz duruş, o istemli ya da bilinçsiz ikiyüzlülük. Hiçbir şey
demeyen yüz içerde konuşuyordur.
O
adam – gri saçlarıyla, mavi gözleriyle, yüksek ve kırışıksız alnıyla, düzenli
adımlarıyla, dışardan bakıldığında telaştan yoksunluğuyla – cidden içerde
kırışıklara sahip olmalıydı, kalbi eminim, vicdan azabının ihtilaçlı kesik
kesik soluklarıyla ya da korkudan sıçrama anında olduğu gibi, göğüs kafesinin
içinde kesik aralıklı bir çarpmayla atıyordu.
Onu
casus gibi nasıl da izledim, peşinden küçük ince adımlarla nasıl da gizlice
gittim, ses tonundaki değişiklikleri nasıl da inceledim!... ama nafile! Peki,
sadece ve sadece; otuz yıllık bir uygulama boyunca, saat tam altıda ofisini
terk etme alışkanlığını yerine getirdiğini, o saatte belki bir hükümet
görevlisinin, biraz daha kelli felli, belki biraz daha sert, Ketıldaki suyun fazla kaynamasından, ekmeklerin fazla kızarmasından
şikayet eden birinin onu beklediğini farz etmek de ne oluyor?...
Ama
hayır, hayır, bin kere hayır. Kimse onu beklemiyor; ama o birini bulacak, başka
türlü yapamaz. Saat altıda yola düşmesi gerek.
İşte böyle, bunu açıklayamam, ama, yine de tekrar edeyim, bunu biliyorum. Böyle olmamasının imkanı yok.
Bu
düşünce bende sabit bir hale gelmişti. Golding’i hayatı bana ait olan bir
düşman gibi görmeye başlamıştım. Sırrını gizlemeye hakkı yoktu: zira onun
içinde varolan anormal benim içime yansıyor ve bende sürekli bir huzursuzluğa
neden oluyordu. Buna bir son vermeye karar verdim.
Tam
anlamıyla belli bir koşul bana hizmet etti. Buna uzun zamandır hazırlanmıştım.
Golding çok kibardı, ve – saat altıdan önce – kendisiyle arada sırada bir
bardak sherry içtiğim, plume-cake
paylaştığım iyi yürekli bir insan evladıydı. Böylece ona şöyle dedim: Davamı
kazanırsam, sizi bir luncha davet
etmeme izin verir misiniz?
Lunch
demiştim çünkü bu kelime gündüz gözüyle anlamına gelir ki masamda ona öğlen ya
da saat birde ihtiyacım vardı.
Davamı
kazandım. Sizi temin ederim, sözünü tutmasını talep etmek için hiçbir şey bana
geri adım attırmadı. Kuşkuya kapılmasından korkuyordum, ısrar etsem bu mutlaka
onda şüphe uyandırırdı. Evine dönmek zorunda olduğu vakti söylemesinden
endişeleniyordum. Fakat hayır, bahsi bile geçmedi. Hamilton-square’daki evime
kadar beni yüzünde bir gülümseme ve sakin bir alınla, işte böyle takip etti.
Eve
girer girmez istirhamlarda bulunmak için elimden geleni yaptım. Esasında da
hayli canayakındım... belki doğal olsun diye fazlasıyla canayakındım. Fakat o
hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey anlamıyordu.
Hatta, Yankee Doodle’ı mırıldandı,
inan olsun, büyüden yoksun olmayan bir sesle... fakat ben o sırada
sabırsızlık içinde şaraptan içsin diye tatlıya sıra gelmesini bekliyordum...
kendime mahsus şarabımdan. Sıkı bir oyun çıkarıyor ve saat altıyı çalacak diye
ürperiyor, titriyordum... ama hayır, daha çok vaktim vardı.
Nihayet!
Pastalar ve meyveler; kadehini bana uzattı, ben de doldurdum; birlikteliğimizin
parlak başarısına kadeh kaldırdı ve iki, üç, derken altı kadeh yuvarladı...
Zira bildiğim şeyin etkisini
göstermesi uzun zaman alacaktı!
Ama
işte kafası ağırlaşıyor, gözleri kapanıyor, onu kanepeye götürüyorum, bir puro
yakıp bekliyorum...
Ve
saat altıyı çalıyor...
13 Kasım 2015 Cuma
"Beni Bırakın" ilk sayfalar
7 Kasım 1930
“Bunda bir aşk kanıtı görüyorsun, öyle değil mi?” Trenin
ritmi cümleyi kendi ölçüsüne
uydurarak sürekli tekrar ediyordu.
Üşümüştüm; bir köşeye kıvrılmış uyumaya çalışıyordum. Amma üşüdüm!
Ne diye yola çıktı ki bu tren! Bir aptallık yaptığımızda duyduğumuza benzer bir endişe boğazımı düğümlüyordu.
Kırılgan
bir mutluluğu senatoryuma dönmek için ardımda bırakmıştım, ama ne aptallık. Bir
kaç haftadır biraz olsun eğlenmiştim, elbette karşılığında büyük bir keder
şimdi beni bekliyordu.
“Bunda
bir aşk kanıtı görüyorsun, öyle değil mi?” Önceki akşam bu cümleyi bana söyleyen sıkıntılı yüzü yeniden görüyordum. O
aynı yüz, üst üste binen bir görüntü
halinde, yapyakınımda, gözlerinde kocaman gözyaşlarıyla şunları söylüyordu: “Evlenin benimle, beni
aldatacaksınız.” O başı kollarımın arasına alıp şunları
söyleyebilmem için sahne yeniden başlasın isterdim: “Hayır, böyle bir şey
yapmayacağımı biliyorsunuz.”Ama olup bitmiş şeyler silbaştan başlamıyor. Ayrıca
şu cümle, onu söylemek zorunda değildim, zira ben ne gerektiğinde konuşmasını
ne de o konuşmaya uygun tonlama yapmasını bilirim. Aşırı heyecanlıyımdır; kendimi
heyecana kaptırmamak için kaskatı kesilirim. Bir heyecanın tam da meydana
geldiği anda yarattığı sarsıntı nasıl hissettirilebilir? Bu ninni gibi tatlı
cümlenin üzerinde uyuyalım biz de: “Bunda bir aşk kanıtı görüyorsun, öyle değil
mi?” Boşlukta bir öpücük yolluyorum sana. Beni seviyorsan, ben de iyileşirim.
İyileştiğimde
her şey nasıl yoluna girecek göreceksin. Artık burada olmadığından sana “sen”
demek hoşuma gidiyor. Âdetim değil böyle konuşmak, bana yasak bir şeymiş gibi
geliyor, yine de olağanüstü. Sana bir gün “sen” diyebileceğime inanıyor musun? İyileştiğimde, artık geçimsiz
olduğumu düşünmeyeceksin. Ben hastayım. Bana hastaların
çevrelerindekilerle iyi geçinmeye çalıştığını söylemiştin; ve güzel bir sürü
örnek sıralamıştın. Söylev çekmeye kalkıştığında sevmiyorum seni; esneyesim
geliyor, bana sitem ediyorsan eminim beni daha az sevdiğindendir: beni
başkalarıyla karşılaştırıyorsun. Evet hastalar uysaldır, ama ben bitiğim de:
tüm gücüm devam etmek için ve anlamayanlara “sağolun” demek için tükeniyor.
Peki ya sen, senin bir “sağol”a ihtiyacın var mıydı? Anlamadın çünkü
bilmiyorsun. Sekiz gün uyumasan keyfin nasıl olur diye sormuştum sana. Başıma
böyle bir şey gelmedi ama hoş bir şey olmasa gerek diye cevap verdin.
Anlamadığın gün gibi ortada. Ayrıca şunu da biliyorum: kıra gittiğimizde,
halinden hoşnut değildin, sevgilinin yaşadığı Paris’te olmayı istemiş
olmalısın. Ayrıca geri dönmekte acele ediyor ve beni huysuz buluyordun.
Görüyorsun ya, arzularımın aleyhine işleyen bir şey daha: gelmeni istediğimde
seni sevindireceğimi sanmıştım. Paris’te çok daha naziksin... beni de çok daha
nazik buluyorsun: ama o orada. Ayrıca sen hastaları sevmiyorsun. Öyle sanıyorum
ki, kapatılsınlar, ne halleri varsa görsünler diye görüş bildirirdin. Senin de
hasta olman gerek ki anlayasın.
“Bunda
bir aşk kanıtı görüyorsun, öyle değil mi?” İnanmak adına bu cümleden ne
çıkartılabilir? Beni artık sevmediğini biliyorum. Kim bilir ne komik bir özenle bana: “Sizi seviyorum!”
demekten kaçınıyorsun. Bana hiçbir şey vaat etmemiş olacaksın. Yine
de güven içinde aşkına kapılmak, zaten yalnız olan ve uzaklara giden bana iyi
gelecektir. Bu aşka ihtiyacım var: iyileştiğimde onu tekrar kazanmak istiyorum.
Birinin sevdiğinden ve beklemeye devam ettiğinden emin olmak, başka her şeyi
geçici, etkisiz birer uğraş olarak gören hasta için büyük bir mutluluktur:
yokluğunda geride bıraktığı hayatın ayırt edildiği hissine kapılır, yeni bir
gelecek hayal edemez, geçmişten kabaca
kopmuş olmaktan zayıf düşmüş, acı çeken
biri olarak “ilerleyen zamanlardan” beklediği sadece, eskiden bu yana
süregelenlerin daha iyiye gitmesidir.
Dün
akşamın hatırasını içimde bir tılsım gibi korumayı ne kadar da isterdim. Hayal yeniden gelsin diye kapatalım
gözlerimizi. Rüyadakiyle aynı: kıpırdamamak gerek.
Seviyorum
seni.
***
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)