30 Kasım 2015 Pazartesi

Blogta ayın şarkısı; Victor Démé - Yafaké (Clip Officiel)

#ekitap, "Kaçıklar", ilk sayfalar

I


NEDEN altıda? ne altıya beş kala, ne altıyı beş geçe, saat tam altıda. bu konu kabullenmek istemeyeceğim kadar kafamı meşgul ediyordu, yine de yanılmamıştım. alın işte, daha dün davam için yine ona gittim.
Şu halde size neden ve kimden söz ettiğimi söylememin zamanı geldi.
O dediğim kişi, mister golding, solistörüm, anlayışlı ve yetenekli biri, Birleşik Devletlerdeki tüm avukatlardan daha kurnaz, keçe bir eldiveni tersyüz eder gibi düşüncelerinizi tersyüz etmeyi, sizi kıvama getirip zihninizi, grezlenmiş bir bowie-bıçağıyla açar gibi açmayı gayet iyi bilen biri.
Ben de sizin gibi bir insanım  okur dostum, ancak içimde sizde belki henüz sadece gizil halde olan bir yetenek barındırıyorum.
İnsan ırkına mensup her bireyde, hususî bir noktada ve o bunun farkında bile değilken, dikkate değer bir süperduyarlık yetisi vardır, bu yeti adeta başka bir duyudur. Bunun kimilerinde altın arzusu ya da ticari girişimlerde burnu iyi koku almak olduğunu gördüm; kimilerinde ise bir hanımın kırılganlığını sezgisel bir biçimde önceden görmekti. Bol kepçeden sallayan birini duyduklarında şöyle diyenler vardı: sövüşleyecek birini buldum yine. Kimileriyse çoluk çocuk sahibi kadınlar içinde en en süslüsüne bakarak kendine şunları söylüyordu: işte aşığı olacağım kadın.
Bahsettiğim şey tartışma götürmediği gibi açıklama da kaldırmaz. Olduğu gibidir, tüm istemlerden bağımsız bir birleşme, başka bir varlıktan bir parçayla onun dengi olan sizin doğanızdan bir parçanın birleşmesidir ve kaçmakta muvaffak olamayacağınız bir dişliye benzer. O adamda ya da o kadındaki bir pürüz, girinti çıkıntı, kendi kalıtımı nedeniyle mekanizmamızın zembereklerinden birine takılı kalır. Üstelik anında takılıverir.
Bana gelecek olursak... benim önsezim bambaşka: bir adamda, epey masum, herkese hayli doğal gelen bir adamda anormal olanı önceden sezerim, en küçük ölçeklerde olsa bile. Sonsuz-küçük bana fena dokunur. Ve bir kez bu görünmez zemberek tarafından dokunulmayagörüyüm hiçbir şey beni durduramaz. Öğrenmem, hareketi devam ettirmem, bana bağlanan itkinin sebebini tespit etmem gerekir.
Mister Golding’le de böyle oldu, düzenli adamdır, bir saatin sarkacı gibi: bir dişli gibi yürür, otomatik bir biçimde, dahası matematiksel bir hayat sürer. Danışmanlığından faydalanmak için onu bürosunda sabah saat onda bulurdum. Ayrıca şuna dikkat edin, ne ona bir kala, ne de onu bir geçe; mahkemede saat birde; dairesinde ise saat beşte; saat altı da ise... işte beni yıldırım gibi çarpan da bu saat oldu.
Ofisindeydim: davam hakkında konuşuyorduk... Ah ki ah! Tam bir felaket... Bana dokunmayacak bir kaç yüz dolardı mesele... Fakat bunu bir gurur meselesi haline getirdim ve yirminci kez Golding’e – kimbilir belki de yüzüncü kez - inatçılığımın nedenini tekrar ettim. Bir solistör dinlemeyi nasıl ki iyi bilirse o da, geçen her dakikayı tarifelendirerek, az sonra takdim edeceği ve şunları okumak zorunda kalacağım: X... davasına danışmış olmaktan ... 8 dolar, borç defterini hayal ederek beni dinliyordu. Saate dikkat etmemiştim, o da bana danışma süresinin bitmek üzere olduğunu hatırlatmamıştı. Esasında, çözüme yaklaşıyorduk ve görüşme hiç de gereksiz değildi.
Tartışmamıza son noktayı koymak üzereydim, zafer kazanmış bir edayla hasmımın namussuzun teki olduğunu gösterecektim ki saat altıyı çaldı: ah ki ah! usulca, upusulca, bir ingiliz gemi yükünden çıkmış, kurtlar tarafından kemirilmiş yaşlı bir duvar saatinin yaşlı zilinin çatlak sesiyle. Öyle görünüyor ki saat altıyı çalmıştı: bense tam duyamamıştım, zil ne kadar da zayıf çınlamıştı. Fakat aynı anda, Golding artık karşımda yoktu. Peki neredeydi? Daha az önce deri koltuğunun içine çivi gibi epey sağlamca çakık vaziyetteydi!... Arkama baktım, çalışma odasının kapısı kapanıyordu. O gitmişti. Hıpızlı, teptereddütsüz, tek af kelimesi etmeden, eyvallah bile demeden!... Gitti, daha doğrusu dışarı kaydı.
Bu adamla ilgili  şey ve tahkikat yeteneğim arasında bir birleşme oldu. Kendimi boşlukta asılı kalmış gibi hissettim. Çarkın mandalı artık düşmüştü bir kere.
Hayır, görüşmemizden böyle kaçması ne nezaketsizlikten, ne sıkıntıdan ne de yorgunluktandı. Nezaketsizlik mi? Golding çelebinin ta kendisiydi! Sıkıntıdan mı? Bir solistör, sadece evraka dökülmeyen şeylerden sıkılır. Yorgunluktan mı? Müşteri ya da başka biri, ne önemi olur ki bunların?
Başka bir şey vardı. Peki neydi? Hiçbir şey bilmiyordum, ama sezinliyordum. Belli belirsiz bir heyecan, tanımlamayan ama bildiren, pozitif bir öngörü. Ertesi gün, bütün gün boyunca, kafam fena meşguldü, bir arzuyla ilgili değildi bu, bilme ihtiyacıydı ve kafamın içinden çıkmak bilmiyordu. Bir saplantıydı; fikir içimde kök salıyor, gelişiyor, büyüyordu. Saat beşte solistöre döndüm. Beni her zamanki gibi karşıladı. Halinde ne bir değişiklik ne de bir soğukluk vardı, fakat özür de yoktu. Dün olanlar hakkında bilgisi yokmuş gibi davrandı; bense konuyu açmaya cesaret edemedim.
Soru dudaklarımın ucuna neden on kez gelip gitti ve neden on kez konuşacak cesareti kendimde bulamadım? Altıya bir kaç dakika kala... bekliyordum, ah ki ah... çatlak sesli zil çınlasın diye nasıl da bekliyordum... fakat gelip görüşmemizi erken sonlandıranlar oldu, oradan ayrılmak zorunda kaldım ve caddeye indim. Saat altıda, yanımdan geçti... ama beni görmeden, ya da en azından ben, beni görmediğinden eminim, zira geçerken yüzüme bakmıştı... Onu takip edebilirdim, ama bu şekilde davranmaya gerek olmadığına karar verdim. Böylece yollandım, ertesi gün, bir sonrakinde de geri gelmek üzere.
Fakat talih – gerçi buna talih mi denir? – bana karşıydı; saat altıya kadar bir türlü kendimi çalışma odasında bulamıyordum. Sadece aşağıda kapının yanında büzülmüş bir halde durup kabarık cüzdanını aşırmak isteyen bir hırsız gibi onu gözetleyerek, yanımdan geçtiğini, sakin, soğukkanlı, etrafında olan biten her şeye duyarsız bir halde, her zaman aynı yöne doğru, ne sağına ne soluna bakmadan bir hedefe doğru dimdirek gittiğini görüyordum...
Kırk yaşlarında bir adamdı... Tabii ya! Portresi mi? Onda tuhaf olan hiçbir şey, kendine has hiçbir özellik göze çarpmıyordu. Sadece çocuklar ve duygusal yetişkinler hâlâ kişinin dış kabuğunda bir tuhaflık ışıltısı, davranışlarda ve fizyonomide ihanet eden bir nokta olduğuna inanıyor. İnanın bana, tam aksine, hiçbir görüntü vermeyen insandan sakının asıl! Sakin yüz, önemsiz duruş, o istemli ya da bilinçsiz ikiyüzlülük. Hiçbir şey demeyen yüz içerde konuşuyordur.
O adam – gri saçlarıyla, mavi gözleriyle, yüksek ve kırışıksız alnıyla, düzenli adımlarıyla, dışardan bakıldığında telaştan yoksunluğuyla – cidden içerde kırışıklara sahip olmalıydı, kalbi eminim, vicdan azabının ihtilaçlı kesik kesik soluklarıyla ya da korkudan sıçrama anında olduğu gibi, göğüs kafesinin içinde kesik aralıklı bir çarpmayla atıyordu.
Onu casus gibi nasıl da izledim, peşinden küçük ince adımlarla nasıl da gizlice gittim, ses tonundaki değişiklikleri nasıl da inceledim!... ama nafile! Peki, sadece ve sadece; otuz yıllık bir uygulama boyunca, saat tam altıda ofisini terk etme alışkanlığını yerine getirdiğini, o saatte belki bir hükümet görevlisinin, biraz daha kelli felli, belki biraz daha sert, Ketıldaki suyun fazla kaynamasından, ekmeklerin fazla kızarmasından şikayet eden birinin onu beklediğini farz etmek de ne oluyor?...
Ama hayır, hayır, bin kere hayır. Kimse onu beklemiyor; ama o birini bulacak, başka türlü yapamaz. Saat altıda yola düşmesi gerek. İşte böyle, bunu açıklayamam, ama, yine de tekrar edeyim, bunu biliyorum. Böyle olmamasının imkanı yok.
Bu düşünce bende sabit bir hale gelmişti. Golding’i hayatı bana ait olan bir düşman gibi görmeye başlamıştım. Sırrını gizlemeye hakkı yoktu: zira onun içinde varolan anormal benim içime yansıyor ve bende sürekli bir huzursuzluğa neden oluyordu. Buna bir son vermeye karar verdim.

Tam anlamıyla belli bir koşul bana hizmet etti. Buna uzun zamandır hazırlanmıştım. Golding çok kibardı, ve – saat altıdan önce – kendisiyle arada sırada bir bardak sherry içtiğim, plume-cake paylaştığım iyi yürekli bir insan evladıydı. Böylece ona şöyle dedim: Davamı kazanırsam, sizi bir luncha davet etmeme izin verir misiniz?
Lunch demiştim çünkü bu kelime gündüz gözüyle anlamına gelir ki masamda ona öğlen ya da saat birde ihtiyacım vardı.
Davamı kazandım. Sizi temin ederim, sözünü tutmasını talep etmek için hiçbir şey bana geri adım attırmadı. Kuşkuya kapılmasından korkuyordum, ısrar etsem bu mutlaka onda şüphe uyandırırdı. Evine dönmek zorunda olduğu vakti söylemesinden endişeleniyordum. Fakat hayır, bahsi bile geçmedi. Hamilton-square’daki evime kadar beni yüzünde bir gülümseme ve sakin bir alınla, işte böyle takip etti.
Eve girer girmez istirhamlarda bulunmak için elimden geleni yaptım. Esasında da hayli canayakındım... belki doğal olsun diye fazlasıyla canayakındım. Fakat o hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey anlamıyordu. Hatta, Yankee Doodle’ı mırıldandı, inan olsun, büyüden yoksun olmayan bir sesle... fakat ben o sırada sabırsızlık içinde şaraptan içsin diye tatlıya sıra gelmesini bekliyordum... kendime mahsus şarabımdan. Sıkı bir oyun çıkarıyor ve saat altıyı çalacak diye ürperiyor, titriyordum... ama hayır, daha çok vaktim vardı.
Nihayet! Pastalar ve meyveler; kadehini bana uzattı, ben de doldurdum; birlikteliğimizin parlak başarısına kadeh kaldırdı ve iki, üç, derken altı kadeh yuvarladı... Zira bildiğim şeyin etkisini göstermesi uzun zaman alacaktı!
Ama işte kafası ağırlaşıyor, gözleri kapanıyor, onu kanepeye götürüyorum, bir puro yakıp bekliyorum...
Ve saat altıyı çalıyor...



13 Kasım 2015 Cuma

"Beni Bırakın" ilk sayfalar

7 Kasım 1930

“Bunda bir aşk kanıtı görüyorsun, öyle değil mi?” Trenin ritmi cümleyi kendi ölçüsüne uydurarak  sürekli tekrar ediyordu. Üşümüştüm; bir köşeye kıvrılmış uyumaya çalışıyordum. Amma üşüdüm! Ne diye yola çıktı ki bu tren! Bir aptallık yaptığımızda duyduğumuza benzer bir endişe boğazımı düğümlüyordu. Kırılgan bir mutluluğu senatoryuma dönmek için ardımda bırakmıştım, ama ne aptallık. Bir kaç haftadır biraz olsun eğlenmiştim, elbette karşılığında büyük bir keder şimdi beni bekliyordu.
“Bunda bir aşk kanıtı görüyorsun, öyle değil mi?” Önceki akşam bu cümleyi bana söyleyen sıkıntılı yüzü yeniden görüyordum. O aynı yüz, üst üste binen bir görüntü halinde, yapyakınımda, gözlerinde kocaman gözyaşlarıyla şunları söylüyordu: “Evlenin benimle, beni aldatacaksınız.” O başı kollarımın arasına alıp şunları söyleyebilmem için sahne yeniden başlasın isterdim: “Hayır, böyle bir şey yapmayacağımı biliyorsunuz.”Ama olup bitmiş şeyler silbaştan başlamıyor. Ayrıca şu cümle, onu söylemek zorunda değildim, zira ben ne gerektiğinde konuşmasını ne de o konuşmaya uygun tonlama yapmasını bilirim. Aşırı heyecanlıyımdır; kendimi heyecana kaptırmamak için kaskatı kesilirim. Bir heyecanın tam da meydana geldiği anda yarattığı sarsıntı nasıl hissettirilebilir? Bu ninni gibi tatlı cümlenin üzerinde uyuyalım biz de: “Bunda bir aşk kanıtı görüyorsun, öyle değil mi?” Boşlukta bir öpücük yolluyorum sana. Beni seviyorsan, ben de iyileşirim.
İyileştiğimde her şey nasıl yoluna girecek göreceksin. Artık burada olmadığından sana “sen” demek hoşuma gidiyor. Âdetim değil böyle konuşmak, bana yasak bir şeymiş gibi geliyor, yine de olağanüstü. Sana bir gün “sen” diyebileceğime inanıyor musun? İyileştiğimde, artık geçimsiz olduğumu düşünmeyeceksin. Ben hastayım. Bana hastaların çevrelerindekilerle iyi geçinmeye çalıştığını söylemiştin; ve güzel bir sürü örnek sıralamıştın. Söylev çekmeye kalkıştığında sevmiyorum seni; esneyesim geliyor, bana sitem ediyorsan eminim beni daha az sevdiğindendir: beni başkalarıyla karşılaştırıyorsun. Evet hastalar uysaldır, ama ben bitiğim de: tüm gücüm devam etmek için ve anlamayanlara “sağolun” demek için tükeniyor. Peki ya sen, senin bir “sağol”a ihtiyacın var mıydı? Anlamadın çünkü bilmiyorsun. Sekiz gün uyumasan keyfin nasıl olur diye sormuştum sana. Başıma böyle bir şey gelmedi ama hoş bir şey olmasa gerek diye cevap verdin. Anlamadığın gün gibi ortada. Ayrıca şunu da biliyorum: kıra gittiğimizde, halinden hoşnut değildin, sevgilinin yaşadığı Paris’te olmayı istemiş olmalısın. Ayrıca geri dönmekte acele ediyor ve beni huysuz buluyordun. Görüyorsun ya, arzularımın aleyhine işleyen bir şey daha: gelmeni istediğimde seni sevindireceğimi sanmıştım. Paris’te çok daha naziksin... beni de çok daha nazik buluyorsun: ama o orada. Ayrıca sen hastaları sevmiyorsun. Öyle sanıyorum ki, kapatılsınlar, ne halleri varsa görsünler diye görüş bildirirdin. Senin de hasta olman gerek ki anlayasın.
“Bunda bir aşk kanıtı görüyorsun, öyle değil mi?” İnanmak adına bu cümleden ne çıkartılabilir? Beni artık sevmediğini biliyorum. Kim bilir ne komik bir özenle bana: “Sizi seviyorum!” demekten kaçınıyorsun. Bana hiçbir şey vaat etmemiş olacaksın. Yine de güven içinde aşkına kapılmak, zaten yalnız olan ve uzaklara giden bana iyi gelecektir. Bu aşka ihtiyacım var: iyileştiğimde onu tekrar kazanmak istiyorum. Birinin sevdiğinden ve beklemeye devam ettiğinden emin olmak, başka her şeyi geçici, etkisiz birer uğraş olarak gören hasta için büyük bir mutluluktur: yokluğunda geride bıraktığı hayatın ayırt edildiği hissine kapılır, yeni bir gelecek hayal edemez, geçmişten kabaca kopmuş olmaktan  zayıf düşmüş, acı çeken biri olarak “ilerleyen zamanlardan” beklediği sadece, eskiden bu yana süregelenlerin daha iyiye gitmesidir.
Dün akşamın hatırasını içimde bir tılsım gibi korumayı ne kadar da isterdim. Hayal yeniden gelsin diye kapatalım gözlerimizi. Rüyadakiyle aynı: kıpırdamamak gerek.
Seviyorum seni.

***