"..... Kendimden bahsetmemin elbette gereği yok, ne de olsa bu hikayedeki rolüm anlatıcılıkla sınırlı; ....."
"Bir iç dünya okulu açıp kapısına şunu yazacağım: Sanat Okulu." Max Jacob
4 Nisan 2015 Cumartesi
İnanılmaz Öyküler, ikinci bölümü "Çivi" ile yakında yayında.
"..... Kendimden bahsetmemin elbette gereği yok, ne de olsa bu hikayedeki rolüm anlatıcılıkla sınırlı; ....."
3 Nisan 2015 Cuma
2 Nisan 2015 Perşembe
"Okuma Üzerine" ilk sayfalar
Yaşamadan geçip
gittiğine inandığımız günlerin yanında çocukluk hayatımızın hiçbir günü gözde bir kitabımızla geçirdiğimiz
günler kadar dolu dolu yaşanmamıştır belki de. Başkalarının hayatını dolduran
her şey bizler için adeta ilahi bir hazzın önünden uzaklaştırdığımız kaba birer engeldi: en ilginç pasajda arkadaşımızın
bizi çağırmaya geldiği oyun, bakışlarımızı yukarı kaldırmaya ya da bizi yer
değiştirmeye zorlayan usandırıcı bal arısı ya da güneş ışığı, dışarı çıkarken
elimize tutuşturdukları fakat güneş başımızın üzerinde
mavi gökte güçten düşerken bankta yanımızda, dokunmadan
öylece unuttuğumuz tadımlık atıştırmalıklar,
eve dönmeyi gerektiren ama bizim yarıda kalmış kısmı bitirmek için bir
an önce yukarı çıkmaktan başka bir şey düşünmediğimiz akşam yemeği, okuma tüm
bunları, bıktırıcılıkları dışında algılamamızı engellemiş olmalı, oysa
bunlardan içimize tatlı bir hatıra (öyle bir hatıra ki, büyük bir aşkla
okuduğumuz zamanlara göre bugün tahayyülümüz için çok daha belirgindir) kazıyan yine okumanın kendisiydi, o halde bizler için,
geçmişten gelen bu kitapları haspelkader şöyle bir karıştırmak, artık
varolmayan gölcüklerin, yapıların hayallerini yeniden görme umuduyla, yitik günlerimizden kalma takvim
yapraklarını çevirmekle aynı şey olacaktır.
Dokunulmaz olmaları için, sırası ile
günün yeterince dingin ve ilişilmez her bir saatine gizlediğimiz bu tatil
okumalarını tıpkı benim gibi kim hatırlamaz. Sabahları parktan dönüşte, herkes
“gezinti yapmak” için dışarı çıktığında yemek odasına doğru süzülürdüm, yemek
saatine daha çok olurdu, bir dereceye kadar ses çıkarmayan yaşlı Félicie
haricinde kimse içeri girmezdi, burada bana tek eşlik eden, okumaya karşı hayli saygılı, duvarlara asılmış boyalı
tabaklar, önceki günden kalma yaprağı henüz kopartılmış takvim ve anlamdan
yoksun tatlı sözleri, insanlarınki gibi, okuduğunuz kelimelerin yerini başka
kelimelerle değiştirmeye gelmeyen, kendilerine cevap verilsin istemeden konuşup
duran duvar saati ve ateşti. Bir sandalyeye, sabahları erken kalkan ve bahçıvan
amcamın yemek sırasında şöyle söz ettiği küçük odun ateşinin yanına
yerleşirdim: “Zararı olmaz! Birazcık ateşe herkes dayanabilir. Sizi temin
ederim, sabah saat altıda sebzelikte fena soğuk vardı. Gel de sekiz gün sonra
Paskalya de!”. Gelin görün ki, okumama son verecek yemeğe daha iki saat olurdu.
Kimi zamanlar, su kaçırdığında bakışlarınızı üzerine çevirten ve kapalı camın
ardından kendisine baktırtan tulumbanın sesi duyulurdu, tulumba menekşe
tarhları boyunca briketler ve yarım-ay fayanslar çekilmiş sebzeliğin biricik yolunda, hayli yakındaydı: bu menekşeler
sanki en güzel göklerden, kilisenin vitraylarının, ara sıra kasabanın çatıları arasından gördüğümüz yansıları gibi
alacalı bir gökyüzünden, fırtına öncesinde ya da sonrasında gün batarken
ortaya çıkan hüzünlü göklerden toplanmıştı.
Ama aşçı masa örtüsünü sermek için
vaktinden çok erken gelirdi; bunu konuşmadan da yapamazdı hani. Şunları
söylemek zorunda hissederdi: “Böyle rahat değil gibisiniz, size bir masa
yaklaştırayım ister miydiniz?” “Hayır, sağolun” cevabını vermek için sadece,
net bir biçimde durmak, gözlerinizin okuduğu kelimeleri dudaklarınızın arasında
çıt çıkarmadan, koşar gibi tekrar eden sesinizi gittiği uzaklardan geri
getirmek yeterliydi; sesinizi durdurmak, dışarı çıkartmak, tam manâsıyla
“Hayır, sağolun” diyebilmek için, ona kaybettiği, sıradan hayattan bir görünüm
vermek, bir cevaplama tonu katmak gerekirdi.
Zaman geçiyordu; sık sık, yorulanlar, gezintiyi kısa kesenler, “yolu
Méséglise’ten geçenler” ya da “yazmak ile meşgul oldukları için” o sabah dışarı
çıkmayanlar yemekten çok önce yemek odasına gelmeye başlarlardı. Gayet hoş
“Seni rahatsız etmek istemem” derler, ama vakit
geçmeden ateşe yaklaşır, saate bakıp durur, yemeğe başlamanın kendileri
için fena olmayacağından dem vururlardı. “Yazmak için kalanın” etrafına özel
bir alaka ile toplanır, içinde saygı, gizem, çöpçatanlık, ihtiyat olan bir
gülümseme ile “Küçük yazışmanız nihayete erdi mi?” diye sorarlardı, bu “küçük
yazışma” onlar için sanki aynı anda hem bir devlet sırrı, hem bir kraliyet
imtiyazı, hem iyi bir talih, hem de sonu hastalığa varacak hafif bir
kırgınlıktı. Kimileri daha fazla bekleyemeden, erkenden masada yerine otururdu.
İşte bu benim için bir yıkımdı, çünkü bu, yeni gelenlerin çoktan öğlen olduğunu
sanmasına ve annemle babamın şu ölümcül cümleyi “Hadi artık kapat kitabını,
yemek yenecek” demesine neden olacak kötü bir örnekti. Her şey hazır olur,
yemek sonunda getirilecekler haricinde sofra takımları tamamen örtünün üzerinde
yerini alırdı, bahçıvan ve aşçı amcamın masada kendi eliyle yaptığı kahvenin
camdan aygıtı, güzel bir koku yayardı, bu aygıt bir fizik aleti gibi boru
biçiminde ve karmaşık yapılıydı, ani kaynamanın çan biçiminde kapağa kadar
yükselip sonrasında buğulanıp buhar tutmuş cam kenarlara kokulu ve kahverengi
bir kül bırakmasını izlemek ne hoştu; aynı amcanın bir koloristin tecrübesi ve
bir oburun biliciliği ile daima aynı ölçülerde karıştırdığı ve gerekli kat-i
pembelikte bıraktığı krema ve çileği de eklemek gerek. Yemek faslı bana amma
uzun geliyordu. Büyükhalam sadece, itirazları kaldırabilen ama kabul de etmeyen
bir yumuşaklıkla fikrini dile getirmek için yemeklerin tadına bakardı. Bir
roman, manzumeler, iyi bildiği şeyler konusunda bir hanım alçakgönüllüğü ile
daha bilgili olanlara haklarını teslim ederdi. Ona göre bu tip konular, bir tek
kişinin beğenisinin gerçeği saptayamayacağı sürekli değişen geçici heveslerin
alanına aitti. Ancak, belli yemekleri yapma usulü, Beethoven’den sonatlar
çalma, nazik bir biçimde misafir ağırlama gibi kural ve prensipleri ona annesi
tarafından öğretilmiş şeyler konusunda kusursuzluğa varacak kadar kesin bir
fikri olan, diğerlerinin bu kusursuzluğa ne derece yaklaştığını ya da
uzaklaştığını tartan da o olurdu. Ayrıca üç şey
konusunda da kusursuzluk hemen hemen aynı şeyleri gerektiriyordu: yeteneklerde
belli bir sadelik, azla yetinme ve de sevimlilik.
Mutlaka gerekmediği halde yemeklere baharat ekilmesine, pedalların
gösterişle ya da gereksiz yere kullanılmasına, “misafir ağırlarken” mutlak bir doğallıktan çıkılmasına, birinin
kendinden abartarak bahsetmesine şiddetle karşı çıkardı. İlk lokmadan
itibaren, ilk notada, yahut sıradan bir kabulde karşısındakinin iyi bir aşçı,
gerçek bir müzisyen ya da iyi yetişmiş bir
hanım olup olmadığını anlayabileceğini iddia ederdi. “Parmakları
benimkilerden hızlı olabilir ama bu basit andanteyi
abartılı çaldığına göre zevkten yoksun
olmalı.” “Göz dolduran, oldukça yetenekli bir hanım olabilir ama şu
durumda kendinden böyle söz etmesi incelikten yoksun olduğunu gösterir.” “Çok bilgili bir aşçı olabilir, gel gör ki patatesli
biftek yapmayı bilmiyor.” Patatesli biftek!
İdeal bir yarışma parçası, zorluğunu basitliğinden alan, bir çeşit dokunaklı-“Patetik”,
“Mutfak Sonatı”, sosyal hayatta bir hizmetçiniz hakkında bilgi almaya gelen ve basit bir harekette, onun incelik ve
eğitim bakımından ne derece dolu ya da eksik olduğunu kanıtlayabilen
kibâr hanımın ziyaretinin gastronomik
karşılığı. Büyükbabam öyle özsaygılı idi ki yemekler hep başarılı olsun
isterdi, ancak yemeklerin yapılışı konusunda bir kusur olsa anlamayacak kadar
da az şey bilirdi. Bazen, çok nadir de olsa, yemeklerin – sadece bir tesadüf
eseri - kusurlu olduklarını kabul etmeye razı olurdu. Buna rağmen aşçı kadının
falan yemeği yapmayı bilmediğini içeren, büyükhalamın daima gerekçelerini belirttiği eleştirileri, büyükbabamca kabul edilemez
görülmekten kurtulamıyordu. Çoğu zaman, onunla tartışmaktan kaçınan büyükhalam,
dudaklarının ucu ile yemeğin tadına bakar ama görüşünü asla bildirmezdi, böyle
yaptığında yemeğin halanın hoşuna gitmediğini
hemen anlardık. Susardı, ama biz onun yumuşak bakışlı gözlerinde, büyükbabamı öfkeden kudurtacak,
üzerinde düşünülmüş ve sarsılmaz bir tasvip etmeyiş okurduk. Büyük
babam, halamın sessizliğine daha fazla sabredemeyerek, ondan yemek hakkında ne düşündüğünü söylemesini ister, sorularıyla onu
sıkıştırır, öfkelenirdi, ama halamın
her türlü acıya katlanmayı, büyükbabamın “Ara yemeklerin şekeri çok
olmamış” kanısını onaylamaya yeğleyeceğini hissederdiniz.
Yemekten sonra okumam derhal yeniden
başlardı: özellikle o gün hava fazla sıcaksa herkes “odasına çekilmeye”
çıkardı, işte bu, basamakları birbirine yakın merdivenle kendi odama ulaşmama
izin verirdi, odam, evin, bir çocuğun, dışarı doğru çıkıntı yapan pencerelerinden atlayıp kendini sokakta
bulabileceği kadar alçaktaki tek üst katındaydı. Penceremi kapamaya
gider ancak rüzgârlıkları indirme bahanesiyle her gün yemekten sonra pipo içip
yayalara iyi günler dilemek için - ki zaman zaman laflamak için duranlar da olurdu - kapısının önüne çıkan silah satıcısının
selamına yakalanmaktan kurtulamazdım. William Morris’in, Maple ve
İngiliz dekoratörler tarafından sıklıkla uygulanmış teorileri bir odanın yalnızca
işimize yarayan şeyleri içerdiği ölçüde güzel olduğunu ilan etmiştir, dolayısı
ile bir çivi bile olsa bir odada gerekli olan her şey gizlenmemeli tam aksine
görünürde olmalıdır. Bu hijyenik odaların çıplak duvarlarında, üstü tamamen
açık, bakır çubuklu yatağın üzerinde kimi
şaheserlerin reprodüksiyonları bulunurdu. Bu estetiğin prensipleri ile
değerlendirilecek olursa odam hiç de güzel değildi, zira işe yarayacak şeylerin
kullanımını güçleştiren, kibarca onların önüne geçen ve hiçbir işe yaramayan bir yığın şeyle doluydu. Oysa bana göre odam
güzelliğini kesinlikle, oraya benim rahatım için değil de kendi
keyifleri için gelmişe benzeyen bu şeylerden alıyordu. Bir tapınağın en uzak
köşesine yerleştirilmişe benzeyen yatağı gözlerden gizleyen yüksek beyaz perdeler;
ipek ve pamuktan ayak örtüsünün yere kadar dökülmesi, çiçekli karyola örtüleri,
nakışlı yatak örtüsü, yastıkların patiska kılıfları, yatağım gündüzleri
bunların altında, Meryem Ana yortusunda, çiçeklerin, fistoların altında
kaybolan bir sunak gibi kayboluyordu,
geceleri ise uyuyabilmek için bunları geceyi geçirmeye razı oldukları bir koltuğun üzerine özenle
bırakıyordum; yatağın yanında, mavi desenli bardak, benzeri şekerlik ve
sürahi kutsal bir baba-oğul-kutsal ruh üçlüsü meydana getirmişti ( sürahi, geldiğim
günün ertesinden itibaren beni onu “devirirken” görmekten endişelenen halamın
emriyle daima boş bırakıldı) bunların her biri adeta dini ayinlerde yeri olan
birer araç gereçti, ayrıca hemen yanlarına
yerleştirilmiş cam bir ampul içinde muhafaza edilen kıymetli portakal çiçeği likörü kadar kutsallardı, sanki
her biri, saygısızlık etmeyi aklımdan bile geçiremeyeceğim, kişisel
yararım için kullanmamın mümkün olmadığı kutsal birer kudas kitabıydı, yanlış
bir hareketle bunları deviririm korkusuyla giysilerimi çıkartmadan önce uzun uzun
düşünürdüm, koltukların sırtına atılmış üçgen köşeli gözenekleri ile süslü püslü
atkılar beyaz güllerden birer harmani meydana getirirdi, bu güllerin dikensiz
olmak gibi bir zorunlulukları olmayacak ki, ne zaman okumayı bitirip de kalkmak
istesem oraya yapışıp kaldığımı fark ederdim, yarım fanus biçiminde camdan kapağıyla,
uzaklardan gelmiş deniz kabukları ve hisli bir yaşlı çiçekle içtenlikle çeneçalan
sarkacını kaba temaslardan koruyan duvar saati, ancak bu kapak öyle ağırdı ki,
sarkaç durduğunda saatçi haricinde kimse onu kurmayı deneyecek kadar ihtiyatsız
olamazdı; bir yüce kurtarıcı İsa resmi, bir tane kutsanmış şimşir ve iki
vazoyla süslenmiş o konsol; üzerine bir sahnın kaplaması gibi serilmiş, dantelleri
kabartmalı beyaz örtü konsolu Kutsal Masa’ya benzetiyordu (her gün “odanın
toplanması” bittikten sonra yanına bırakılan bir dua taburesi bu düşünceyi
uyandırmayı başarırdı), ancak bu örtünün çekmece aralarına sıkışan kenar iplikleri bu oyunu layıkıyla sürdürmemi
engellerdi, öyle ki bir hamlede, yüce İsa’nın resmini, kutsal vazoları,
kutsanmış şimşiri düşürmeden ve dua taburesine sarılıp sendelemeden bir tek
mendil bile alamazdım; küçük etamin perdelerden başlayıp, büyük muslin perdeler
ve daha büyük pazen perdelerle sonlanan üçlü kat, akdiken beyazlıkları ile çoğu
zaman güneş gibi parlayan bu perdeler daima güleryüzlüydü, fakat paralel ahşap çubukları izin verdiği ölçüde hareketli
olmak, pencereyi açmak ya da kapatmak istediğimde iç içe geçmek ve
topluca pencerenin içine hücum etmekteki dikkafalılıkları
ve sakarlıkları ile de hayli sinir bozucu idiler; bir perdeyi diğerinden
kurtarmayı başarsam başka biri, kendilerince
kusursuz bir biçimde tıkanmış pencere köşelerinde, gerçek bir akdiken çalısı ya da yuva kurma fantazisi
olan kırlangıçlar gibi anında yerini kapmaya hazır oluyordu;
dolayısıyla, görünürde çok basit olan bu, pencereyi açma ya da kapama işlemini,
evden birinin yardımı olmadan başarı ile
sonuçlandıramıyordum; hiçbir ihtiyacıma cevap vermemelerinin yanısıra bunların giderilmesine köstek de olan,
gayet açık ki kimsenin işine yarasın diye oraya koyulmamış tüm bu şeyler
odamı, bir bakıma kişisel düşüncelerle, çoğu zaman ağaçların bir açıklıkta, çiçeklerin yol kenarlarında ya da harap olmaya yüz
tutmuş duvarların üzerinde takındıkları bir havayla, “burada yaşayıp
mutlu olmak tercih edilmiştir” havasıyla dolduruyordu. Tüm bu şeyler odamı
sessiz ve değişken bir hayat ile, kişiliğimin aynı anda hem kayıp hem de
büyülenmiş olarak içinde bulunduğu bir gizem ile dolduruyordu; odamdan sanki
bir şapel meydana getirmişlerdi, güneş
burada – amcamın pencerelerin üzerine
eklettiği küçük kızıl karolardan süzülüp – akdikenleri pembeleştirdikten
sonra, şapel sanki daha büyük vitraylı bir sahın ile çevriliyimiş gibi,
duvarlara öylesine tuhaf ışıklar düşürüyordu; evimizin kiliseye yakınlığı
nedeniyle – ki büyük kutsal günlerde kurulan geçici mabedler bizi kiliseye
çiçekli yollarla bağlardı - bu şapelde çan sesleri öyle güçlü yankılanırdı ki çanların
bizim çatımızın altında, sık sık tam da dua kitabını tutan papazı, akşam
duasından gelen halamı ya da bize takdis
edilmiş ekmek getiren koro çocuğunu selamladığım bu pencerenin üzerinde
çalındıklarını hayal ederdim. Maple
odalarının duvarlarında ve şömine raflarında kendilerine yer bulan,
William Morris tarafından faydasız güzellik
payesi verilmiş Lille müzesindeki Meçhul
kadın mulajına ve Boticelli’nin Baharının Brown tarafından çekilmiş
fotoğrafına bakılırsa itiraf etmeliyim ki odamda bunların yerini, önü işlemeli asker ceketinin içinde feci
yakışıklı ve müthiş, prens Eugene’i temsil eden bir çeşit gravür almıştı, bir
gece lokomotiflerden ve dolu yağışından
bir gürültü patırtı içinde gar büfelerinden birinin kapısında onu, yine
o aynı yakışıklı ve müthiş hali ile bir bisküvi markası için reklamlık yaparken gördüğümde ne kadar da şaşırmıştım. Bugün,
sonsuza dek odama yerleştirilmeden çok
önce, dedemin bu gravürü eliaçık bir
fabrikatörden prim olarak aldığından
şüpheleniyorum. Ama o zamanlar, bana tarihi ve gizemli gelen kökenini dert etmiyordum, her sene, daima
nasılsa öyle bulduğum ve odanın daimi bir sakini olarak gördüğüm prens Eugene’nin çok sayıda kopyasının olabileceğini
hayal bile edemezdim. Onu görmeyeli ne kadar uzun zaman oldu ve onu bir
daha görebilir miyim emin değilim. Ancak hoş bir tesadüf eseri yeniden karşıma
çıkarsa, Botficelli’nin Baharından
daha çok söz hak edeceğine inanıyorum.
Konutlarını hayran oldukları şaheserlerin reprodüksüyonları ile
süslemeyi ve kıymetli bir resmi, yontulmuş tahta bir çerçeve içine emanet
ederek onu özenle muhafaza etme zahmetini akıldan silmeyi zevk sahibi insanlara bırakıyorum. Odalarına kendi
zevklerinin görünümünü vermeyi ve bu zevki doğrulayacak ne varsa odalarını
bunlarla doldurmayı yine zevk sahibi insanlara bırakıyorum. Bana
gelirsek, ben ancak her şeyin, benim hayatımdan tamamen farklı hayatların bir
yaratısı ve ifadesi olduğu, her şeyin benimkine zıt bir zevke ait olduğu,
bilinçli düşünceme ait hiçbir şey ile
karşılaşmadığım, hayalgücümün kendini
ben-olmayan'ın sinesine bastırdığını hissederek coşkuya kapıldığı bir
odada yaşadığımı ve düşündüğümü
hissederim; Gar Bulvarında, rıhtımda ya da Kilise Meydanında – dışarının
rüzgârının kaloriferin gayretleri ile
kapışmakta başarılı olduğu, duvarlardaki tek süsün hâlâ ilçenin coğrafik haritası olduğu, her sesin
sessizliğin yerini değiştirerek onu
belli etmekten başka bir işe yaramadığı o uzun soğuk koridorlu taşra
otellerinden birine adım atmadığım sürece kendimi mutlu hissetmem; bu otellerde
odalar açık havanın temizlemeye geldiği ama
tamamen silip de süpürmediği bir kapatılmışlık kokusu muhafaza eder,
burun delikleri onu hayalgücüne kazandırmak için bu kokuyu yüzlerce kez solur ve koku ile kendinden geçen hayalgücü,
düşünce ve hatıralardan içerdiği her şey ile birlikte onu kendi içinde yeniden
yaratmayı denemek için ona bir model gibi poz verdirir; bu otellerde akşamları
odanızın kapısını açtığınızda orada içeride dağınık bir vaziyette kalmış tüm
hayatı rahatsız ettiğiniz hissine
kapılırsınız, kapı kapandığında ve daha öne, masaya ya da pencereye kadar
ilerlediğinizde ise çekinmeden onun elini tuttuğunuzu, bir çeşit rahat
bir sıkışıklık içinde onunla birlikte, ilçe merkezindeki halıcının Paris zevki
sanarak döşediği kanepeye oturduğunuzu hissedersiniz;
samimi bir kendi kendinize heyecan, şaşkınlık yaşatma niyetiyle, öteberiyi
sağa sola koyarak, iliklerine kadar
başkalarının ruhları ile dolmuş ve ocak ızgaralarının şeklinden
perdelerin desenlerine kadar bu ruhların hayalinin izini korumuş bu odada
efendilik taslayıp meçhul halınızın üzerinde çıplak ayak yürüyerek, her yerde
bu hayatın çıplaklığına dokunduğunuzu hissedersiniz;
yani, hepten titreyerek, kapıyı sürgülemeye gittiğinizde, bu gizemli
hayatı da kendinizle birlikte içeri hapsettiğiniz, onu önünüze katıp yatağa doğru ittiğiniz, kilisenin çanları can çekişenlerin
ve aşıkların uykusuzluk saatlerini tüm şehre duyurduğu sırada, yüzünüzü bile aşan koca beyaz çarşaflar içinde
onunla birlikte yattığınız duygusuna kapılırsınız.
Köye[1] bir
kilometre uzaktaki parka gitmek gerektiği için oldukça uzun bir süredir odamda
okuma ile meşgul olamıyordum. Ancak mecburi
oyundan sonra, sepetlerde getirilen ve nehrin kıyısında, kitabın geri alınmak
şartıyla bırakıldığı çimenlerin üzerinde, çocuklara dağıtılan ikindi
kahvaltısını kısa kesiyordum. Biraz daha uzakta
parkın yeterince el değmemiş, yeterince gizemli derinliklerinde nehir,
kuğularla kaplı, gülümseyen heykelleri ile gezinti yollarının eşlik ettiği,
zaman zaman sazanların birbiri ardına sıçradığı düz ve yapay bir su olmayı
bırakıyor, hızlanıyor, parkı sona erdiren
çitleri süratli bir devirle geçiyor, kelimenin coğrafi anlamında bir nehir haline geliyor, - bir adı
olması gerekirdi bu nehrin – öküzlerin uyukladığı, sarı düşünçiçeklerini
suları altına aldığı otlakların, kendisi tarafından yeterince bataklık haline
getirilmiş çayırların arasında dağılmakta gecikmiyordu (heykeller arasında,
kuğular altındayken de böyle miydi?), bir kıyısı, söylendiğine göre ortaçağdan
kalma, şekillerini kaybetmiş kuleler ile köye bağlanıyor, diğer kıyısı ise
akdikenlerle, kuşburnu ağaçlarıyla kaplı yokuşlu yollarla, başka isimleri olan köylerin sonsuzluğa uzanan “doğa”sıyla,
bilinmeyenle, birleşiyordu. İkindi kahvaltılarını bitirmekte olan diğerlerini, kuğuların yanında bırakır, koşarak
dehlizin içine, oturduğum, bulunmayacak şekilde budanmış fındık ağaçlarına
sırtımı yasladığım, kuşkonmaz fidelerini, çilek fidanlarından kenar
süslerini, kimi günler, atların altını
üstüne getirerek sularını yükselttiği havuzu, yukarılarda “parkın sonu” olan beyaz kapıyı, ondan daha
uzaklarda peygamberçiçeği ve gelincik tarlalarını görebildiğim herhangi
bir ağaçlık geçide kadar tırmanırdım. Ağaçlar içindeki bu boşlukta sessizlik
derin olurdu, keşfedilme riski ise neredeyse hiç yoktu, aşağıdan bana boşuna
seslenenlerin, kimi zaman, ilk bayırları aşıp her
tarafa baktıktan sonra bir şey bulamadan geri dönenlerin uzaklaşan bağrışları
güvenliği hoş bir hale getirmişti; zira bir müddet sonra hiç ses çıkmazdı;
sadece ara sıra uzakta, ovaların ötesinde, mavi göğün ardında çınlıyora
benzeyen çanların altın sesi beni geçen vakit konusunda uyarabiliyordu; fakat
bu sesin tatlılığıyla şaşkına döndüğümden ve son seslerle içi boşaldığı için
daha derin olan sessizlik nedeniyle kafam karıştığından, çanların kaç kez çalındığından asla emin olamıyordum. Bu
ses köye girerken – yüksek ve sarp
biçimini yeniden alan ve akşamın mavisine kargalarla puanlanmış arduvaz kapşonunu geçiren kiliseye
yaklaştıkça – duyduğunuz, sesi gümbürtüler halinde “dünyanın iyiliği
için” meydanın üzerinde seğirttiren gürültücü çanların sesi değildi. Parkın
sonuna ancak cılız ve çok yumuşak bir halde varıyorlardı ve bana değil tüm
araziye, tüm köylere, tarlalarında bir başına kalmış köylülere yöneliyorlardı,
beni hiç de kafamı kaldırmaya zorlamıyorlardı, saati uzak ülkelere taşıyarak,
beni görmeden, beni bilmeden ve beni rahatsız etmeden yakınımdan geçiyorlardı.
Ve kimi zamanlar
evde, yatağımda, yemek sonrasında uzun bir süre, akşamın son saatlerinin okumama
sığınaklık yaptığı oluyordu,
ama bu sadece, sona varmak için çok okumamın gerekmediği, bir kitabın son
bölümlerine geldiğim zamanlarda böyleydi. Böylece, yakalanırsam cezalandırılma,
kitap biterse uykusuzluğun belki de bütün
gece sürebileceği rizkini göze alarak, annemler yatağa girdiği andan itibaren mumumu tekrar yakıyordum; bu sırada
hemen yakındaki caddede tamamen sessizliğe bürünmüş silah satıcısının evi ve postanenin arasındaki boşluktan görülen,
kaskatı yine de mavi gökyüzü yıldızlarla dolu olurdu, solda, yokuş
yukarı kıvrılarak yükselen dar sokakta, kilisenin, canavara benzeyen ve
garabet, -heykelleri geceleri uyumayan- apsisinin etrafı gözlediğini
hissederdiniz, bu kilise köylü olduğu
kadar tarihiydi de, Yüce Tanrı'nın, kutsanmış ekmeğin, rengârenk azizlerin ve “at
arabalarında” ayine gelirlerken pazardan geçişlerinde tavukları gıdaklatan,
dedikoducuların bakışlarını üzerlerine çeken komşu şatolardan kibar hanımların
büyülü ikametgâhıydı burası, bu
hanımlar dönüşte, müminlerin döner kapıyı itip sahnın başıboş yakutlarını saçtıkları sundurmanın
gölgesinden çıkar çıkmaz, kokuları bende büyük ayinin çanları ve
pazarların neşesine karışmış haliyle yer etmiş, bir istorla güneşten korunan şu
kule şeklinde çöreklerden, “manquélerden”, “Saint-Honorélerden”,
“Cenova keklerinden” almadan edemezlerdi.
[1]Nedendir bilmem, bizim köy diye adlandırdığımız yer
nüfusu Guide Joanne’da 3000 kişi olarak
verilmiş kanton merkeziydi.
ekitap, Marcel Proust-"Okuma Üzerine" ekitabı, epub versiyonu ve yeni kapağı ile güncellendi; arka kapakta da değişiklik var
..... Geceyi bu dostlarla geçiriyorsak, bu
gerçekten böyle olmasını istediğimiz
içindir. Çoğu zaman
onları içimizden gelmeden terk etmeyiz. Ve onlardan ayrıldığımızda dostluğu çirkinleştiren şu: - Acaba hakkımızda ne düşündüler? – Kabalık ettik mi? – Bizden
hoşlandılar mı? gibi düşüncelerden hiçbiri ya da başka birine yeğlenip unutulmak korkusu söz konusu
olmaz. Dostlukla ilgili tüm bu çalkantılar okuma denen bu saf ve huzur verici
dostluğun eşiğinde son nefeslerini verir. Saygıya
da son: Moliere’in söylediklerine sadece tam olarak gülünç bulduğumuz ölçüde güleriz, bizi sıktığında sıkılmış bir hava takınmaktan gocunmayız, ve
onunla birlikte olmaktan ne zaman ki gına gelir, ne dehası ne şöhreti varmış gibi onu hemen eski yerine
bırakırız. ....
1 Nisan 2015 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)