2 Nisan 2015 Perşembe

"Okuma Üzerine" ilk sayfalar

Yaşamadan geçip gittiğine inandığımız günlerin yanında çocukluk hayatımızın hiçbir günü gözde bir kitabımızla geçirdiğimiz günler kadar dolu dolu yaşanmamıştır belki de. Başkalarının hayatını dolduran her şey bizler için adeta ilahi bir hazzın önünden uzaklaştırdığımız kaba birer engeldi: en ilginç pasajda arkadaşımızın bizi çağırmaya geldiği oyun, bakışlarımızı yukarı kaldırmaya ya da bizi yer değiştirmeye zorlayan usandırıcı bal arısı ya da güneş ışığı, dışarı çıkarken elimize tutuşturdukları fakat güneş başımızın üzerinde mavi gökte güçten düşerken bankta yanımızda, dokunmadan öylece unuttuğumuz tadımlık atıştırmalıklar, eve dönmeyi gerektiren ama bizim yarıda kalmış kısmı bitirmek için bir an önce yukarı çıkmaktan başka bir şey düşünmediğimiz akşam yemeği, okuma tüm bunları, bıktırıcılıkları dışında algılamamızı engellemiş olmalı, oysa bunlardan içimize tatlı bir hatıra (öyle bir hatıra ki, büyük bir aşkla okuduğumuz zamanlara göre bugün tahayyülümüz için çok daha belirgindir) kazıyan yine okumanın kendisiydi, o halde bizler için, geçmişten gelen bu kitapları haspelkader şöyle bir karıştırmak, artık varolmayan gölcüklerin, yapıların hayallerini yeniden görme umuduyla, yitik günlerimizden kalma takvim yapraklarını çevirmekle aynı şey olacaktır.
Dokunulmaz olmaları için, sırası ile günün yeterince dingin ve ilişilmez her bir saatine gizlediğimiz bu tatil okumalarını tıpkı benim gibi kim hatırlamaz. Sabahları parktan dönüşte, herkes “gezinti yapmak” için dışarı çıktığında yemek odasına doğru süzülürdüm, yemek saatine daha çok olurdu, bir dereceye kadar ses çıkarmayan yaşlı Félicie haricinde kimse içeri girmezdi, burada bana tek eşlik eden, okumaya karşı  hayli saygılı, duvarlara asılmış boyalı tabaklar, önceki günden kalma yaprağı henüz kopartılmış takvim ve anlamdan yoksun tatlı sözleri, insanlarınki gibi, okuduğunuz kelimelerin yerini başka kelimelerle değiştirmeye gelmeyen, kendilerine cevap verilsin istemeden konuşup duran duvar saati ve ateşti. Bir sandalyeye, sabahları erken kalkan ve bahçıvan amcamın yemek sırasında şöyle söz ettiği küçük odun ateşinin yanına yerleşirdim: “Zararı olmaz! Birazcık ateşe herkes dayanabilir. Sizi temin ederim, sabah saat altıda sebzelikte fena soğuk vardı. Gel de sekiz gün sonra Paskalya de!”. Gelin görün ki, okumama son verecek yemeğe daha iki saat olurdu. Kimi zamanlar, su kaçırdığında bakışlarınızı üzerine çevirten ve kapalı camın ardından kendisine baktırtan tulumbanın sesi duyulurdu, tulumba menekşe tarhları boyunca briketler ve yarım-ay fayanslar çekilmiş sebzeliğin biricik yolunda, hayli yakındaydı: bu menekşeler sanki en güzel göklerden, kilisenin vitraylarının, ara sıra kasabanın çatıları arasından gördüğümüz yansıları gibi alacalı bir gökyüzünden, fırtına öncesinde ya da sonrasında gün batarken ortaya çıkan hüzünlü göklerden toplanmıştı.
Ama aşçı masa örtüsünü sermek için vaktinden çok erken gelirdi; bunu konuşmadan da yapamazdı hani. Şunları söylemek zorunda hissederdi: “Böyle rahat değil gibisiniz, size bir masa yaklaştırayım ister miydiniz?” “Hayır, sağolun” cevabını vermek için sadece, net bir biçimde durmak, gözlerinizin okuduğu kelimeleri dudaklarınızın arasında çıt çıkarmadan, koşar gibi tekrar eden sesinizi gittiği uzaklardan geri getirmek yeterliydi; sesinizi durdurmak, dışarı çıkartmak, tam manâsıyla “Hayır, sağolun” diyebilmek için, ona kaybettiği, sıradan hayattan bir görünüm vermek, bir cevaplama tonu katmak gerekirdi.  Zaman geçiyordu; sık sık, yorulanlar, gezintiyi kısa kesenler, “yolu Méséglise’ten geçenler” ya da “yazmak ile meşgul oldukları için” o sabah dışarı çıkmayanlar yemekten çok önce yemek odasına gelmeye başlarlardı. Gayet hoş “Seni rahatsız etmek istemem” derler, ama vakit geçmeden ateşe yaklaşır, saate bakıp durur, yemeğe başlamanın kendileri için fena olmayacağından dem vururlardı. “Yazmak için kalanın” etrafına özel bir alaka ile toplanır, içinde saygı, gizem, çöpçatanlık, ihtiyat olan bir gülümseme ile “Küçük yazışmanız nihayete erdi mi?” diye sorarlardı, bu “küçük yazışma” onlar için sanki aynı anda hem bir devlet sırrı, hem bir kraliyet imtiyazı, hem iyi bir talih, hem de sonu hastalığa varacak hafif bir kırgınlıktı. Kimileri daha fazla bekleyemeden, erkenden masada yerine otururdu. İşte bu benim için bir yıkımdı, çünkü bu, yeni gelenlerin çoktan öğlen olduğunu sanmasına ve annemle babamın şu ölümcül cümleyi “Hadi artık kapat kitabını, yemek yenecek” demesine neden olacak kötü bir örnekti. Her şey hazır olur, yemek sonunda getirilecekler haricinde sofra takımları tamamen örtünün üzerinde yerini alırdı, bahçıvan ve aşçı amcamın masada kendi eliyle yaptığı kahvenin camdan aygıtı, güzel bir koku yayardı, bu aygıt bir fizik aleti gibi boru biçiminde ve karmaşık yapılıydı, ani kaynamanın çan biçiminde kapağa kadar yükselip sonrasında buğulanıp buhar tutmuş cam kenarlara kokulu ve kahverengi bir kül bırakmasını izlemek ne hoştu; aynı amcanın bir koloristin tecrübesi ve bir oburun biliciliği ile daima aynı ölçülerde karıştırdığı ve gerekli kat-i pembelikte bıraktığı krema ve çileği de eklemek gerek. Yemek faslı bana amma uzun geliyordu. Büyükhalam sadece, itirazları kaldırabilen ama kabul de etmeyen bir yumuşaklıkla fikrini dile getirmek için yemeklerin tadına bakardı. Bir roman, manzumeler, iyi bildiği şeyler konusunda bir hanım alçakgönüllüğü ile daha bilgili olanlara haklarını teslim ederdi. Ona göre bu tip konular, bir tek kişinin beğenisinin gerçeği saptayamayacağı sürekli değişen geçici heveslerin alanına aitti. Ancak, belli yemekleri yapma usulü, Beethoven’den sonatlar çalma, nazik bir biçimde misafir ağırlama gibi kural ve prensipleri ona annesi tarafından öğretilmiş şeyler konusunda kusursuzluğa varacak kadar kesin bir fikri olan, diğerlerinin bu kusursuzluğa ne derece yaklaştığını ya da uzaklaştığını tartan da o olurdu. Ayrıca üç şey konusunda da kusursuzluk hemen hemen aynı şeyleri gerektiriyordu: yeteneklerde belli bir sadelik, azla yetinme ve de sevimlilik. Mutlaka gerekmediği halde yemeklere baharat ekilmesine, pedalların gösterişle ya da gereksiz yere kullanılmasına, “misafir ağırlarken” mutlak bir doğallıktan çıkılmasına, birinin kendinden abartarak bahsetmesine şiddetle karşı çıkardı. İlk lokmadan itibaren, ilk notada, yahut sıradan bir kabulde karşısındakinin iyi bir aşçı, gerçek bir müzisyen ya da iyi yetişmiş bir hanım olup olmadığını anlayabileceğini iddia ederdi. “Parmakları benimkilerden hızlı olabilir ama bu basit andanteyi abartılı çaldığına göre zevkten yoksun olmalı.” “Göz dolduran, oldukça yetenekli bir hanım olabilir ama şu durumda kendinden böyle söz etmesi incelikten yoksun olduğunu gösterir.” “Çok bilgili bir aşçı olabilir, gel gör ki patatesli biftek yapmayı bilmiyor.” Patatesli biftek! İdeal bir yarışma parçası, zorluğunu basitliğinden alan, bir çeşit dokunaklı-“Patetik”, “Mutfak Sonatı”, sosyal hayatta bir hizmetçiniz hakkında bilgi almaya gelen ve basit bir harekette, onun incelik ve eğitim bakımından ne derece dolu ya da eksik olduğunu kanıtlayabilen kibâr hanımın ziyaretinin gastronomik karşılığı. Büyükbabam öyle özsaygılı idi ki yemekler hep başarılı olsun isterdi, ancak yemeklerin yapılışı konusunda bir kusur olsa anlamayacak kadar da az şey bilirdi. Bazen, çok nadir de olsa, yemeklerin – sadece bir tesadüf eseri - kusurlu olduklarını kabul etmeye razı olurdu. Buna rağmen aşçı kadının falan yemeği yapmayı bilmediğini içeren, büyükhalamın daima gerekçelerini belirttiği eleştirileri, büyükbabamca kabul edilemez görülmekten kurtulamıyordu. Çoğu zaman, onunla tartışmaktan kaçınan büyükhalam, dudaklarının ucu ile yemeğin tadına bakar ama görüşünü asla bildirmezdi, böyle yaptığında yemeğin halanın hoşuna gitmediğini hemen anlardık. Susardı, ama biz onun yumuşak bakışlı gözlerinde, büyükbabamı öfkeden kudurtacak, üzerinde düşünülmüş ve sarsılmaz bir tasvip etmeyiş okurduk. Büyük babam, halamın sessizliğine daha fazla sabredemeyerek, ondan yemek hakkında ne düşündüğünü söylemesini ister, sorularıyla onu sıkıştırır, öfkelenirdi, ama halamın her türlü acıya katlanmayı, büyükbabamın “Ara yemeklerin şekeri çok olmamış” kanısını onaylamaya yeğleyeceğini hissederdiniz.
Yemekten sonra okumam derhal yeniden başlardı: özellikle o gün hava fazla sıcaksa herkes “odasına çekilmeye” çıkardı, işte bu, basamakları birbirine yakın merdivenle kendi odama ulaşmama izin verirdi, odam, evin, bir çocuğun, dışarı doğru çıkıntı yapan pencerelerinden atlayıp kendini sokakta bulabileceği kadar alçaktaki tek üst katındaydı. Penceremi kapamaya gider ancak rüzgârlıkları indirme bahanesiyle her gün yemekten sonra pipo içip yayalara iyi günler dilemek için - ki zaman zaman laflamak için duranlar da olurdu - kapısının önüne çıkan silah satıcısının selamına yakalanmaktan kurtulamazdım. William Morris’in, Maple ve İngiliz dekoratörler tarafından sıklıkla uygulanmış teorileri bir odanın yalnızca işimize yarayan şeyleri içerdiği ölçüde güzel olduğunu ilan etmiştir, dolayısı ile bir çivi bile olsa bir odada gerekli olan her şey gizlenmemeli tam aksine görünürde olmalıdır. Bu hijyenik odaların çıplak duvarlarında, üstü tamamen açık, bakır çubuklu yatağın üzerinde kimi şaheserlerin reprodüksiyonları bulunurdu. Bu estetiğin prensipleri ile değerlendirilecek olursa odam hiç de güzel değildi, zira işe yarayacak şeylerin kullanımını güçleştiren, kibarca onların önüne geçen ve hiçbir işe yaramayan bir yığın şeyle doluydu. Oysa bana göre odam güzelliğini kesinlikle, oraya benim rahatım için değil de kendi keyifleri için gelmişe benzeyen bu şeylerden alıyordu. Bir tapınağın en uzak köşesine yerleştirilmişe benzeyen yatağı gözlerden gizleyen yüksek beyaz perdeler; ipek ve pamuktan ayak örtüsünün yere kadar dökülmesi, çiçekli karyola örtüleri, nakışlı yatak örtüsü, yastıkların patiska kılıfları, yatağım gündüzleri bunların altında, Meryem Ana yortusunda, çiçeklerin, fistoların altında kaybolan bir sunak gibi kayboluyordu, geceleri ise uyuyabilmek için bunları geceyi geçirmeye razı oldukları bir koltuğun üzerine özenle bırakıyordum; yatağın yanında, mavi desenli bardak, benzeri şekerlik ve sürahi kutsal bir baba-oğul-kutsal ruh üçlüsü meydana getirmişti ( sürahi, geldiğim günün ertesinden itibaren beni onu “devirirken” görmekten endişelenen halamın emriyle daima boş bırakıldı) bunların her biri adeta dini ayinlerde yeri olan birer araç gereçti, ayrıca hemen yanlarına yerleştirilmiş cam bir ampul içinde muhafaza edilen kıymetli portakal çiçeği likörü kadar kutsallardı, sanki her biri, saygısızlık etmeyi aklımdan bile geçiremeyeceğim, kişisel yararım için kullanmamın mümkün olmadığı kutsal birer kudas kitabıydı, yanlış bir hareketle bunları deviririm korkusuyla giysilerimi çıkartmadan önce uzun uzun düşünürdüm, koltukların sırtına atılmış üçgen köşeli gözenekleri ile süslü püslü atkılar beyaz güllerden birer harmani meydana getirirdi, bu güllerin dikensiz olmak gibi bir zorunlulukları olmayacak ki, ne zaman okumayı bitirip de kalkmak istesem oraya yapışıp kaldığımı fark ederdim, yarım fanus biçiminde camdan kapağıyla, uzaklardan gelmiş deniz kabukları ve hisli bir yaşlı çiçekle içtenlikle çeneçalan sarkacını kaba temaslardan koruyan duvar saati, ancak bu kapak öyle ağırdı ki, sarkaç durduğunda saatçi haricinde kimse onu kurmayı deneyecek kadar ihtiyatsız olamazdı; bir yüce kurtarıcı İsa resmi, bir tane kutsanmış şimşir ve iki vazoyla süslenmiş o konsol; üzerine bir sahnın kaplaması gibi serilmiş, dantelleri kabartmalı beyaz örtü konsolu Kutsal Masa’ya benzetiyordu (her gün “odanın toplanması” bittikten sonra yanına bırakılan bir dua taburesi bu düşünceyi uyandırmayı başarırdı), ancak bu örtünün çekmece aralarına sıkışan  kenar iplikleri bu oyunu layıkıyla sürdürmemi engellerdi, öyle ki bir hamlede, yüce İsa’nın resmini, kutsal vazoları, kutsanmış şimşiri düşürmeden ve dua taburesine sarılıp sendelemeden bir tek mendil bile alamazdım; küçük etamin perdelerden başlayıp, büyük muslin perdeler ve daha büyük pazen perdelerle sonlanan üçlü kat, akdiken beyazlıkları ile çoğu zaman güneş gibi parlayan bu perdeler daima güleryüzlüydü, fakat paralel ahşap çubukları izin verdiği ölçüde hareketli olmak, pencereyi açmak ya da kapatmak istediğimde iç içe geçmek ve topluca pencerenin içine hücum etmekteki dikkafalılıkları ve sakarlıkları ile de hayli sinir bozucu idiler; bir perdeyi diğerinden kurtarmayı başarsam başka biri, kendilerince kusursuz bir biçimde tıkanmış pencere köşelerinde, gerçek bir akdiken çalısı ya da yuva kurma fantazisi olan kırlangıçlar gibi anında yerini kapmaya hazır oluyordu; dolayısıyla, görünürde çok basit olan bu, pencereyi açma ya da kapama işlemini, evden birinin yardımı olmadan başarı ile sonuçlandıramıyordum; hiçbir ihtiyacıma cevap vermemelerinin yanısıra bunların giderilmesine köstek de olan, gayet açık ki kimsenin işine yarasın diye oraya koyulmamış tüm bu şeyler odamı, bir bakıma kişisel düşüncelerle, çoğu zaman ağaçların bir açıklıkta, çiçeklerin yol kenarlarında ya da harap olmaya yüz tutmuş duvarların üzerinde takındıkları bir havayla, “burada yaşayıp mutlu olmak tercih edilmiştir” havasıyla dolduruyordu. Tüm bu şeyler odamı sessiz ve değişken bir hayat ile, kişiliğimin aynı anda hem kayıp hem de büyülenmiş olarak içinde bulunduğu bir gizem ile dolduruyordu; odamdan sanki bir şapel meydana getirmişlerdi, güneş burada – amcamın pencerelerin üzerine eklettiği küçük kızıl karolardan süzülüp – akdikenleri pembeleştirdikten sonra, şapel sanki daha büyük vitraylı bir sahın ile çevriliyimiş gibi, duvarlara öylesine tuhaf ışıklar düşürüyordu; evimizin kiliseye yakınlığı nedeniyle – ki büyük kutsal günlerde kurulan geçici mabedler bizi kiliseye çiçekli yollarla bağlardı - bu şapelde çan sesleri öyle güçlü yankılanırdı ki çanların bizim çatımızın altında, sık sık tam da dua kitabını tutan papazı, akşam duasından gelen halamı ya da bize takdis edilmiş ekmek getiren koro çocuğunu selamladığım bu pencerenin üzerinde çalındıklarını hayal ederdim. Maple odalarının duvarlarında ve şömine raflarında kendilerine yer bulan, William Morris tarafından faydasız güzellik payesi verilmiş Lille müzesindeki Meçhul kadın mulajına ve Boticelli’nin Baharının Brown tarafından çekilmiş fotoğrafına bakılırsa itiraf etmeliyim ki odamda bunların yerini, önü işlemeli asker ceketinin içinde feci yakışıklı ve müthiş, prens Eugene’i temsil eden bir çeşit gravür almıştı, bir gece lokomotiflerden ve dolu yağışından bir gürültü patırtı içinde gar büfelerinden birinin kapısında onu, yine o aynı yakışıklı ve müthiş hali ile bir bisküvi markası için reklamlık yaparken gördüğümde ne kadar da şaşırmıştım. Bugün, sonsuza dek odama yerleştirilmeden çok önce, dedemin bu gravürü eliaçık bir fabrikatörden prim olarak aldığından şüpheleniyorum. Ama o zamanlar, bana tarihi ve gizemli gelen kökenini dert etmiyordum, her sene, daima nasılsa öyle bulduğum ve odanın daimi bir sakini olarak gördüğüm prens Eugene’nin çok sayıda kopyasının olabileceğini hayal bile edemezdim. Onu görmeyeli ne kadar uzun zaman oldu ve onu bir daha görebilir miyim emin değilim. Ancak hoş bir tesadüf eseri yeniden karşıma çıkarsa, Botficelli’nin Baharından daha çok söz hak edeceğine inanıyorum. Konutlarını hayran oldukları şaheserlerin reprodüksüyonları ile süslemeyi ve kıymetli bir resmi, yontulmuş tahta bir çerçeve içine emanet ederek onu özenle muhafaza etme zahmetini akıldan silmeyi zevk sahibi insanlara bırakıyorum. Odalarına kendi zevklerinin görünümünü vermeyi ve bu zevki doğrulayacak ne varsa odalarını bunlarla doldurmayı yine zevk sahibi insanlara bırakıyorum. Bana gelirsek, ben ancak her şeyin, benim hayatımdan tamamen farklı hayatların bir yaratısı ve ifadesi olduğu, her şeyin benimkine zıt bir zevke ait olduğu, bilinçli düşünceme ait hiçbir şey ile karşılaşmadığım, hayalgücümün kendini ben-olmayan'ın sinesine bastırdığını hissederek coşkuya kapıldığı bir odada yaşadığımı ve düşündüğümü hissederim; Gar Bulvarında, rıhtımda ya da Kilise Meydanında – dışarının rüzgârının kaloriferin gayretleri ile kapışmakta başarılı olduğu, duvarlardaki tek süsün hâlâ ilçenin coğrafik haritası olduğu, her sesin sessizliğin yerini değiştirerek onu belli etmekten başka bir işe yaramadığı o uzun soğuk koridorlu taşra otellerinden birine adım atmadığım sürece kendimi mutlu hissetmem; bu otellerde odalar açık havanın temizlemeye geldiği ama tamamen silip de süpürmediği bir kapatılmışlık kokusu muhafaza eder, burun delikleri onu hayalgücüne kazandırmak için bu kokuyu yüzlerce kez solur ve koku ile kendinden geçen hayalgücü, düşünce ve hatıralardan içerdiği her şey ile birlikte onu kendi içinde yeniden yaratmayı denemek için ona bir model gibi poz verdirir; bu otellerde akşamları odanızın kapısını açtığınızda orada içeride dağınık bir vaziyette kalmış tüm hayatı rahatsız ettiğiniz hissine kapılırsınız, kapı kapandığında ve daha öne, masaya ya da pencereye kadar ilerlediğinizde ise çekinmeden onun elini tuttuğunuzu, bir çeşit rahat bir sıkışıklık içinde onunla birlikte, ilçe merkezindeki halıcının Paris zevki sanarak döşediği kanepeye oturduğunuzu hissedersiniz; samimi bir kendi kendinize heyecan, şaşkınlık yaşatma niyetiyle, öteberiyi sağa sola koyarak, iliklerine kadar başkalarının ruhları ile dolmuş ve ocak ızgaralarının şeklinden perdelerin desenlerine kadar bu ruhların hayalinin izini korumuş bu odada efendilik taslayıp meçhul halınızın üzerinde çıplak ayak yürüyerek, her yerde bu hayatın çıplaklığına dokunduğunuzu hissedersiniz; yani, hepten titreyerek, kapıyı sürgülemeye gittiğinizde, bu gizemli hayatı da kendinizle birlikte içeri hapsettiğiniz, onu önünüze katıp yatağa doğru ittiğiniz, kilisenin çanları can çekişenlerin ve aşıkların uykusuzluk saatlerini tüm şehre duyurduğu sırada, yüzünüzü bile aşan koca beyaz çarşaflar içinde onunla birlikte yattığınız duygusuna kapılırsınız.
Köye[1] bir kilometre uzaktaki parka gitmek gerektiği için oldukça uzun bir süredir odamda okuma ile meşgul olamıyordum. Ancak mecburi oyundan sonra, sepetlerde getirilen ve nehrin kıyısında, kitabın geri alınmak şartıyla bırakıldığı çimenlerin üzerinde, çocuklara dağıtılan ikindi kahvaltısını kısa kesiyordum. Biraz daha uzakta parkın yeterince el değmemiş, yeterince gizemli derinliklerinde nehir, kuğularla kaplı, gülümseyen heykelleri ile gezinti yollarının eşlik ettiği, zaman zaman sazanların birbiri ardına sıçradığı düz ve yapay bir su olmayı bırakıyor, hızlanıyor, parkı sona erdiren çitleri süratli bir devirle geçiyor, kelimenin coğrafi anlamında bir nehir haline geliyor, - bir adı olması gerekirdi bu nehrin – öküzlerin uyukladığı, sarı düşünçiçeklerini suları altına aldığı otlakların, kendisi tarafından yeterince bataklık haline getirilmiş çayırların arasında dağılmakta gecikmiyordu (heykeller arasında, kuğular altındayken de böyle miydi?), bir kıyısı, söylendiğine göre ortaçağdan kalma, şekillerini kaybetmiş kuleler ile köye bağlanıyor, diğer kıyısı ise akdikenlerle, kuşburnu ağaçlarıyla kaplı yokuşlu yollarla, başka isimleri olan köylerin sonsuzluğa uzanan “doğa”sıyla, bilinmeyenle, birleşiyordu. İkindi kahvaltılarını bitirmekte olan diğerlerini, kuğuların yanında bırakır, koşarak dehlizin içine, oturduğum, bulunmayacak şekilde budanmış fındık ağaçlarına sırtımı yasladığım, kuşkonmaz fidelerini, çilek fidanlarından kenar süslerini, kimi günler, atların altını üstüne getirerek sularını yükselttiği havuzu, yukarılarda “parkın sonu” olan beyaz kapıyı, ondan daha uzaklarda peygamberçiçeği ve gelincik tarlalarını görebildiğim herhangi bir ağaçlık geçide kadar tırmanırdım. Ağaçlar içindeki bu boşlukta sessizlik derin olurdu, keşfedilme riski ise neredeyse hiç yoktu, aşağıdan bana boşuna seslenenlerin, kimi zaman, ilk bayırları aşıp her tarafa baktıktan sonra bir şey bulamadan geri dönenlerin uzaklaşan bağrışları güvenliği hoş bir hale getirmişti; zira bir müddet sonra hiç ses çıkmazdı; sadece ara sıra uzakta, ovaların ötesinde, mavi göğün ardında çınlıyora benzeyen çanların altın sesi beni geçen vakit konusunda uyarabiliyordu; fakat bu sesin tatlılığıyla şaşkına döndüğümden ve son seslerle içi boşaldığı için daha derin olan sessizlik nedeniyle kafam karıştığından, çanların kaç kez çalındığından asla emin olamıyordum. Bu ses köye girerkenyüksek ve sarp biçimini yeniden alan ve akşamın mavisine kargalarla puanlanmış arduvaz kapşonunu geçiren kiliseye yaklaştıkça – duyduğunuz, sesi gümbürtüler halinde “dünyanın iyiliği için” meydanın üzerinde seğirttiren gürültücü çanların sesi değildi. Parkın sonuna ancak cılız ve çok yumuşak bir halde varıyorlardı ve bana değil tüm araziye, tüm köylere, tarlalarında bir başına kalmış köylülere yöneliyorlardı, beni hiç de kafamı kaldırmaya zorlamıyorlardı, saati uzak ülkelere taşıyarak, beni görmeden, beni bilmeden ve beni rahatsız etmeden yakınımdan geçiyorlardı.
Ve kimi zamanlar evde, yatağımda, yemek sonrasında uzun bir süre, akşamın son saatlerinin okumama sığınaklık yaptığı oluyordu, ama bu sadece, sona varmak için çok okumamın gerekmediği, bir kitabın son bölümlerine geldiğim zamanlarda böyleydi. Böylece, yakalanırsam cezalandırılma, kitap biterse uykusuzluğun belki de bütün gece sürebileceği rizkini göze alarak, annemler yatağa girdiği andan itibaren mumumu tekrar yakıyordum; bu sırada hemen yakındaki caddede tamamen sessizliğe bürünmüş silah satıcısının evi ve postanenin arasındaki boşluktan görülen, kaskatı yine de mavi gökyüzü yıldızlarla dolu olurdu, solda, yokuş yukarı kıvrılarak yükselen dar sokakta, kilisenin, canavara benzeyen ve garabet, -heykelleri geceleri uyumayan- apsisinin etrafı gözlediğini hissederdiniz, bu kilise köylü olduğu kadar tarihiydi de, Yüce Tanrı'nın, kutsanmış ekmeğin, rengârenk azizlerin ve “at arabalarında” ayine gelirlerken pazardan geçişlerinde tavukları gıdaklatan, dedikoducuların bakışlarını üzerlerine çeken komşu şatolardan kibar hanımların büyülü ikametgâhıydı burası, bu hanımlar dönüşte, müminlerin döner kapıyı itip sahnın başıboş yakutlarını saçtıkları sundurmanın gölgesinden çıkar çıkmaz, kokuları bende büyük ayinin çanları ve pazarların neşesine karışmış haliyle yer etmiş, bir istorla güneşten korunan şu kule şeklinde çöreklerden, “manquélerden”, “Saint-Honorélerden”, “Cenova keklerinden” almadan edemezlerdi.



[1]Nedendir bilmem, bizim köy diye adlandırdığımız yer nüfusu  Guide Joanne’da 3000 kişi olarak verilmiş kanton merkeziydi. 

ekitap, Marcel Proust-"Okuma Üzerine" ekitabı, epub versiyonu ve yeni kapağı ile güncellendi; arka kapakta da değişiklik var


..... Geceyi bu dostlarla geçiriyorsak, bu gerçekten böyle olmasını istediğimiz içindir. Çoğu zaman onları içimizden gelmeden terk etmeyiz. Ve onlardan ayrıldığımızda dostluğu çirkinleştiren şu: - Acaba hakkımızda ne düşündüler? – Kabalık ettik mi? – Bizden hoşlandılar mı? gibi düşüncelerden hiçbiri ya da başka birine yeğlenip unutulmak korkusu söz konusu olmaz. Dostlukla ilgili tüm bu çalkantılar okuma denen bu saf ve huzur verici dostluğun eşiğinde son nefeslerini verir. Saygıya da son: Moliere’in söylediklerine sadece tam olarak gülünç bulduğumuz ölçüde güleriz, bizi sıktığında sıkılmış bir hava takınmaktan gocunmayız, ve onunla birlikte olmaktan ne zaman ki gına gelir, ne dehası ne şöhreti varmış gibi onu hemen eski yerine bırakırız. ....