....
...
Artık elinde hiçbir şey kalmamıştı,
safirin düşüncesi zayıf ama tek tesellisiydi: Hagen’in taşı asla ele
geçiremeyeceğini bilmek biraz olsun gücünü toparlamasına yetiyordu.
Bir kapının açıldığını,
sonra da bir sesin geldiğini duydu. Bu Kroner’in sesiydi. Clayton birkaç kez
gözlerini kırpıştırdı, gaipten sesler duyduğunu düşündü, galiba çıldırıyordu. Kafasını
kaldırdı, kocaman açılmış gözleri Hollandalı’yı gördü.
Kroner’in tombul ellerindeki
karton kutuyu süzdü. Kroner’in masaya yaklaştığını, Hagen’e gülümseyerek kutuyu
masaya bıraktığını gördü:
“Açın da bakın. Daha önce
hiç bu kadar büyüğünü görmemişsinizdir.”
Hagen kapağı kaldırdığında,
yüzü heyecandan boncuk boncuk terledi. Parmakları yırtıcı, aç bir hayvanın sivri
dişleri gibi kutudan içeri daldı ve donuk mavi koca bir külçe taşla geri
çıktılar. Hagen elinde olmadan bir hayret çığlığı kopardı, bir müddet taşa
bakakaldı, yüzünde onu sanki ağzına çaktırmak, kendinden bir parça olmasını
sağlamak istiyormuş gibi bir hal vardı.
“Şuna bakın,” diye bir
çığlık attı Hagen. “Sadece bakın.” Taşı kaldırıp ışığa tuttu. Onunla konuştu, “Seni
tatlı şey… Seni koca, mavi sevgili.”
“Hoşuna gitti mi?” diye
mırıldandı Kroner.
“Harika. Tam bir bebek,”
diye yanıtladı Hagen, sevinçten etekleri zil çalarak.
“Güzel,” dedi Kroner. “O
halde artık iş konuşabiliriz.”
Clayton, Hollandalı’ya kötü
bir bakış attı. “Sanki taş seninmiş gibi konuşuyorsun.”
“Benim elbette.” Kroner pis
pis sırıtıyordu. “Vasiyetinde bana bırakmadın mı? Buradan canlı çıkamayacağını
biliyordum.”
Clayton’un gözleri öfkeden
çakmak çakmak parladı: “Satıcı alçak!”
“Ama lütfen,” dedi Kroner
yumuşak bir sesle, “yalvarırım, beni yanlış anlıyorsun…”
Clayton, onun yüzünü
inceledi. Ve aniden ne kadar doğru bir ifade takındığını anladı, şüphe götürmez
bir gerçek vardı, Hollandalı safî dürüst, onurlu bir amaç için hareket
ediyordu. Başarı ihtimali zayıf bir manevrayla Clayton’u kurtarmak için oraya
gelmişti. Kroner, Hagen’in büyük taşa beslediği delicesine arzunun üzerine
oynamıştı, bir alışveriş söz konusu olursa işlerin yoluna gireceğini, cinayeti
önleyebileceğini ummuştu.
Hagen’i süzdü, “Yap
teklifini,” dedi.
Hagen duymamış gibi
görünüyordu. Tamamen taşla meşguldü, bakışları doyasıya onu izliyordu. Diğer
elindeki silahı unutmuş gibiydi. Ayrıca, hâlâ dizinde oturan, kolunu omzuna
atmış, parmaklarıyla yanağını okşayan Alma’ya
hiç dikkat etmiyordu. Avcunun içinde parıldayan büyük mavi taştan başka
hiçbir şey bilmiyor, hissetmiyor, görmüyor gibiydi.
“Kusursuz,” dedi Hagen huşu
içinde. “Doğrulamak için göz merceğine ihtiyacım yok. Kusursuz ve de kesinlikle
paha biçilmez. Dünyada eşi yok.” Gözlerinde ateş, sesinde cinnetle şöyle
bağırdı: “En iyisi ve en büyüğü artık bende!”
“Henüz sana ait değil,”
dedi Kroner, kısık bir sesle. “Hâlâ teklifini bekliyorum.”
“Teklif mi?” Hagen birkaç kez
göz kırpıştırdı. Mavi bir sisin içinden, safirden süzülen bir buhardan gerçek
dünyaya dönüyor gibiydi. Gözleri kısıldı, dudakları koca bir gülümsemeyle
büzüldü: “Sen delirmişsin Kroner. Taşı elimde görmüyor musun? Malı teslim
ettin, artık benimdir.”
Kroner’in yüzü sert bir
ifade aldı. “Ücretimi ödemeyeceğini mi ima ediyorsun?”
Hagen kısa bir kahkaha
attı. “Paran ödenecek,” dedi. “Hatta sana bir alındı makbuzu imzalaman için
kalem de vereceğim. Özel bir kalem. Suyun altında yazıyor.”
...