….
Kapıya vuruluyor, her vuruş
uykusunda, karanlığın içinde zıp zıp zıplayan mavi kürelerden bir geçide
dönüşüyordu. Gözlerini açtı, küreler kayboldu ancak karanlık olduğu gibi kaldı.
Sonra bir yumruk kapıyı yeniden tıklattı.
Silah yatağın altındaydı,
hemen uzanıp aldı, emniyeti indirdi, çabukça kendini yataktan dışarı attı.
Dışarıdan bir ses: “Benim,
Kroner.”
Işığı açtı, ardından da
kapıyı. Kroner, Clayton’un elindeki silahı fark etti, ona hak verdiğini
gösteren bir ifadeyle kafa salladı.
Clayton esnedi. “Saat kaç?”
“Üçü geçiyor. Geldi. Aşağıda.”
Clayton, Kroner’i süzdü. Sonra
hiç düşünmeden, otomatikman “Onu yukarı gönder,” dedi.
Kroner iç çekti, ama bir şey
söylemedi. Eşikte öylece duruyordu. Gözleriyle, Clayton’a onu içeri almanın
ciddi bir hata olacağını anlatıyordu.
Clayton’un dudakları çatıldı. Alma
orada bir kat aşağıdaysa, bu mutlaka meydan okumak içindi. Genç adam sesini
yükseltti: "Ne dediğimi duydun, onu yukarı gönder.”
“Hemen mi?”
“Derhal.”
“Tıraş olmayacak mısın? Şu
haline bak. Üzerinde giysi bile yok.”
“Giysinin canı cehenneme. Beni
nasılsam öyle görsün.”
Kroner yine iç çekti. Çıktı ve
kapıyı kapattı. Clayton bir sigara yaktı, duvardaki aynaya bakar vaziyette olduğu
yerde kaldı. Karmakarışık saçları, kirli sakalı ona hırpani bir hava veriyordu,
giysi namına üzerinde tek şey kısa bir şorttu. Ancak o sırada, bakışları hâlâ
aynaya sabitlenmişken, derbeder hali dikkatini çekmiyordu. Aynanın ötesinde bir
şeylerdi gördüğü. Beyni acı hatıraların patikaları boyunca, çetrefilli
yolculuğuna yeniden çıkmıştı.
Üç yıl öncesine, uzun bir
aradan sonra ilk kez görüştükleri ana gitmişti. Birlikte biraz içmişlerdi
sonrasında Alma işleri oluruna bırakmasını, onu unutmasını istemişti. Onun için
mesele nakitti, Clayton züğürttü bu da toplu fotoğrafta bir kenarda durması
için yeterli sebepti.
Ancak Clayton onun bir
profesyonel olmadığını biliyordu. Onu daha açık konuşturmaya çalıştı. Böylece
Alma ona hayatını anlattı, Okinawa muharebesinde ölen kocasından, feleğin bir
dizi sillesinden, birkaç yıkımdan ve en nihayet parayı her şeyden üstün tutma
kararından bahsetti.
Oysa bakışları o an paranın
aralarında mesele olmayacağını anlatıyordu. Yine de Clayton parayı bulmayı bir
kez aklına koymuştu. Safir çıkarmak için dere tepe aştığı, her seferinde boş
ellerle döndüğü iki yıllık bir dönem başladı. Ancak boş kalan kolları değildi.
Zira Alma her seferinde onu karşılamak için oradaydı. Paranın bahsi bile
geçmiyordu.
Sonra bir yıl öncesinde,
tepelerden epeyce büyük ebatta bir kaç taşla döndü. Hazine sayılmazdı. Ancak
Clayton’un evlilik teklif edebilmesine yetecek kadardı. Colombo’ya vardığı
gece, Alma ilk kez onu otobüs garajında karşılamadı. Clayton bir saat, iki saat
bekledi ama genç kadın kendini göstermedi. Dairesini aradı; çıktı dediler. Rudy
Hagen aklına gelince bakışları sertleşti.
Hagen’in toplu fotoğratfa her
zaman için bir yeri vardı, akbaba gölgesi gibi durmadan girip çıkardı. Ve o an yine
Hagen onu rıhtıma kadar yürüme zahmetinden kurtarıyor, hesap vermesini
istiyordu.
Garaja bir Rolls Royce geldi,
içinden inen bir kaç adam Hagen’in ofisine çağrıldığını söylediler, onu oraya
götürmekten memnuniyet duyacaklardı. Yüzlerine bakar bakmaz safirlerle ilgili
haberlerin Colombo’ya kendisinden önce geldiğini anladı. Bir kez daha baktı ve
elinden bir şey gelmeyeceğine hükmetti. Omuz silkip arabaya bindi.
Hagen, kısa-sert kesti. Taşlar
ona aitti. Ayrıca ortağı olduğu holdingin arazisinde bulunmuşlardı. Clayton
dinlemiyordu. O, Alma’ya bakıyordu. Alma’nın eli Hagen’in omzundaydı, Hagen’in
kolu ise onun beline dolanmıştı.
Clayton, Hagen’in üzerine
atıldığında, derdi asla safirler değildi. Ve sonrasında, kanlı bir et torbası
gibi sürüklenerek ofisten atılırken duyduğu, Hagen’in elinde şıkırdayan
taşların sesi değildi. Tüm duyduğu bir kadın kahkahası idi, küçümseyen, keriz
yerine konduğunu anlatan bir kahkaha.
Şimdi, bir yıl sonra, aynanın
karşısında durmuş, dudaklarının kıpırdadığını görüyor, kendine şöyle
söylediğini duyuyordu: “Allah belasını versin!”
Ancak kapı açıldığında,
gövdesi erir gibi oldu, gözlerine ateş yürüdü. Onu her gördüğünde alevlenen
ateşti bu.
Göz kamaştırıyordu. Yüzü, kamera
ya da resim fırçasının yakalayamayacağı bir güzelliğe sahipti. Gözlerin, burnun
ve dudakların mükemmelliğini sadece canlı beden gösterebilirdi. Saçları platin
rengiydi, teni kamelya yaprakları gibi yumuşaktı. Bedenin narin zarafeti, derin
gögüs dekoltesiyle kesilen, soluk yeşil satenden bir kılıfa girmişti. Göğüsleri
harikaydı. Her şeyiyle kusursuzdu, omuzları, göbeği, kalçaları, bacakları.
Clayton sakin kalmak için çaba
sarf ediyordu. Ona bakmamaya çalıştı. “İş için mi buradasın?” diye sordu.
- Başka ne olsun.
- Üzerindeki işinin bir
parçasıysa, benden birkaç dolar çalışır.
Alma bocalamadı. Bir hamleyi
savurup çeneye temiz bir sağ direk çıkartan zeki bir boksör gibiydi. “Harcayacak
parası olan benim,” dedi oldukça yumuşak bir sesle. Clayton’un sigarasından bir
tane aldı, yaktı derin bir nefes çekti. Duman dudaklarından çıkarken Clayton’a
gülümsüyordu. “Taşı görebilir miyim?”
....