15 Nisan 2019 Pazartesi

David Goodis | Mavi Sevgili [III]

….
Kapıya vuruluyor, her vuruş uykusunda, karanlığın içinde zıp zıp zıplayan mavi kürelerden bir geçide dönüşüyordu. Gözlerini açtı, küreler kayboldu ancak karanlık olduğu gibi kaldı. Sonra bir yumruk kapıyı yeniden tıklattı.
Silah yatağın altındaydı, hemen uzanıp aldı, emniyeti indirdi, çabukça kendini yataktan dışarı attı.
Dışarıdan bir ses: “Benim, Kroner.”
Işığı açtı, ardından da kapıyı. Kroner, Clayton’un elindeki silahı fark etti, ona hak verdiğini gösteren bir ifadeyle kafa salladı.
Clayton esnedi. “Saat kaç?”
“Üçü geçiyor. Geldi. Aşağıda.”
Clayton, Kroner’i süzdü. Sonra hiç düşünmeden, otomatikman “Onu yukarı gönder,” dedi.
Kroner iç çekti, ama bir şey söylemedi. Eşikte öylece duruyordu. Gözleriyle, Clayton’a onu içeri almanın ciddi bir hata olacağını anlatıyordu.
Clayton’un dudakları çatıldı. Alma orada bir kat aşağıdaysa, bu mutlaka meydan okumak içindi. Genç adam sesini yükseltti: "Ne dediğimi duydun, onu yukarı gönder.”
“Hemen mi?”
“Derhal.”
“Tıraş olmayacak mısın? Şu haline bak. Üzerinde giysi bile yok.”
“Giysinin canı cehenneme. Beni nasılsam  öyle görsün.”
Kroner yine iç çekti. Çıktı ve kapıyı kapattı. Clayton bir sigara yaktı, duvardaki aynaya bakar vaziyette olduğu yerde kaldı. Karmakarışık saçları, kirli sakalı ona hırpani bir hava veriyordu, giysi namına üzerinde tek şey kısa bir şorttu. Ancak o sırada, bakışları hâlâ aynaya sabitlenmişken, derbeder hali dikkatini çekmiyordu. Aynanın ötesinde bir şeylerdi gördüğü. Beyni acı hatıraların patikaları boyunca, çetrefilli yolculuğuna yeniden çıkmıştı.
Üç yıl öncesine, uzun bir aradan sonra ilk kez görüştükleri ana gitmişti. Birlikte biraz içmişlerdi sonrasında Alma işleri oluruna bırakmasını, onu unutmasını istemişti. Onun için mesele nakitti, Clayton züğürttü bu da toplu fotoğrafta bir kenarda durması için yeterli sebepti.
Ancak Clayton onun bir profesyonel olmadığını biliyordu. Onu daha açık konuşturmaya çalıştı. Böylece Alma ona hayatını anlattı, Okinawa muharebesinde ölen kocasından, feleğin bir dizi sillesinden, birkaç yıkımdan ve en nihayet parayı her şeyden üstün tutma kararından bahsetti.
Oysa bakışları o an paranın aralarında mesele olmayacağını anlatıyordu. Yine de Clayton parayı bulmayı bir kez aklına koymuştu. Safir çıkarmak için dere tepe aştığı, her seferinde boş ellerle döndüğü iki yıllık bir dönem başladı. Ancak boş kalan kolları değildi. Zira Alma her seferinde onu karşılamak için oradaydı. Paranın bahsi bile geçmiyordu.
Sonra bir yıl öncesinde, tepelerden epeyce büyük ebatta bir kaç taşla döndü. Hazine sayılmazdı. Ancak Clayton’un evlilik teklif edebilmesine yetecek kadardı. Colombo’ya vardığı gece, Alma ilk kez onu otobüs garajında karşılamadı. Clayton bir saat, iki saat bekledi ama genç kadın kendini göstermedi. Dairesini aradı; çıktı dediler. Rudy Hagen aklına gelince bakışları sertleşti.
Hagen’in toplu fotoğratfa her zaman için bir yeri vardı, akbaba gölgesi gibi durmadan girip çıkardı. Ve o an yine Hagen onu rıhtıma kadar yürüme zahmetinden kurtarıyor, hesap vermesini istiyordu.
Garaja bir Rolls Royce geldi, içinden inen bir kaç adam Hagen’in ofisine çağrıldığını söylediler, onu oraya götürmekten memnuniyet duyacaklardı. Yüzlerine bakar bakmaz safirlerle ilgili haberlerin Colombo’ya kendisinden önce geldiğini anladı. Bir kez daha baktı ve elinden bir şey gelmeyeceğine hükmetti. Omuz silkip arabaya bindi.
Hagen, kısa-sert kesti. Taşlar ona aitti. Ayrıca ortağı olduğu holdingin arazisinde bulunmuşlardı. Clayton dinlemiyordu. O, Alma’ya bakıyordu. Alma’nın eli Hagen’in omzundaydı, Hagen’in kolu ise onun beline dolanmıştı.
Clayton, Hagen’in üzerine atıldığında, derdi asla safirler değildi. Ve sonrasında, kanlı bir et torbası gibi sürüklenerek ofisten atılırken duyduğu, Hagen’in elinde şıkırdayan taşların sesi değildi. Tüm duyduğu bir kadın kahkahası idi, küçümseyen, keriz yerine konduğunu anlatan bir kahkaha.
Şimdi, bir yıl sonra, aynanın karşısında durmuş, dudaklarının kıpırdadığını görüyor, kendine şöyle söylediğini duyuyordu: “Allah belasını versin!”
Ancak kapı açıldığında, gövdesi erir gibi oldu, gözlerine ateş yürüdü. Onu her gördüğünde alevlenen ateşti bu.
Göz kamaştırıyordu. Yüzü, kamera ya da resim fırçasının yakalayamayacağı bir güzelliğe sahipti. Gözlerin, burnun ve dudakların mükemmelliğini sadece canlı beden gösterebilirdi. Saçları platin rengiydi, teni kamelya yaprakları gibi yumuşaktı. Bedenin narin zarafeti, derin gögüs dekoltesiyle kesilen, soluk yeşil satenden bir kılıfa girmişti. Göğüsleri harikaydı. Her şeyiyle kusursuzdu, omuzları, göbeği, kalçaları, bacakları.
Clayton sakin kalmak için çaba sarf ediyordu. Ona bakmamaya çalıştı. “İş için mi buradasın?” diye sordu.
- Başka ne olsun.
- Üzerindeki işinin bir parçasıysa, benden birkaç dolar çalışır.

Alma bocalamadı. Bir hamleyi savurup çeneye temiz bir sağ direk çıkartan zeki bir boksör gibiydi. “Harcayacak parası olan benim,” dedi oldukça yumuşak bir sesle. Clayton’un sigarasından bir tane aldı, yaktı derin bir nefes çekti. Duman dudaklarından çıkarken Clayton’a gülümsüyordu. “Taşı görebilir miyim?”
....