3 Aralık 2017 Pazar

Marcel Proust | Lemoine Davası | Emile Faguet


Pastiches et Mélanges
-Pastişler ve Seçme Yazılar-
Marcel PROUST
NRF (Gallimard), 1919

LEMOINE DAVASI*


Bu yazının pdf/epub versiyonlarını Archive.org'tan indirebilirsiniz.


EMILE FAGUET'NİN HAFTALIK TİYATRO KÖŞESİNDE


Dönüş'ün ve Pazar'ın müellifi - ki Henri Bernstein deyince akla bu gelir - yakınlarda Gymnase komedyenlerine bir dram, daha doğrusu bir trajedi ile vodvil karışımı sahneletti, bu oyun belki onun Athalie'si ya da Andromaque'si, Önceki Aşk'ı ya da Faziletin Patikaları[1] sayılmaz, ama Nicomedea'sı olmaya aday; belki kulağınız aşinadır, hiç de bütünüyle göz ardı edilemeyecek, hiç de hepten insan ruhunun utancı olamayacak bir piyestir bu. Nitekim Berntein'ın piyesi, biraz da abartılarak, bulutların ötesine diyemesem de en yüksek bulutlara kadar çıkartıldı, ve haklı bir başarı kazandı, neden mi, bay Bernstein'ın piyesi, gepegerçek bir arka planda, akılalmaz şeylerle dolup taşıyor da o yüzden. Lemoine Davası'nı Rafale'dan, ve de genel anlamda bay Bernstein'ın trajedilerini Eurupides'in - akılalmaz bir arka planda ama gerçeklerle dolu - çok sayıdaki komedisinden ayıran işte budur. Dahası bay Bernstein'ın bir piyesi ilk kez - şimdiye kadar uzak durduğu - insanların dikkatini çekiyor. Pekâlâ; sözde icadı 'elmas üretimi'yle insanları aldatmak isteyen dolandırıcı Lemoine… dünyanın en büyük elmas madeni sahibine başvurur. Ne kadar akılalmaz, bunu siz de hayli akılalmaz bulacak, bana hemen hak vereceksiniz. Bu birincisiydi. En azından, şunu hiç düşünür müsünüz: o,  kafası dünyanın en büyük işleriyle daima meşgul, dediğim dedik adam, Lemoine'i, Kudüs surlarının tepesinden inmesi için kendisine merdiven uzatanlara şöyle seslenen: "Non possum descendre, Magnum opus facio"[2] Nehemiah peygamber gibi başından savmak ister miydi? Belki balmumundan konuşacaklardı. Ama öyle olmadı. Şu Werner… acele acele merdivene tutundu. Şöyle bir fark var ki, inmek yerine, tırmanmak için. Biraz genç olduğundandır. Bay Coquelin Cadet'e  yaraşır bir rol değil bu, hiç de değil, olsa olsa bay Brulé'ye göre. Bu da ikincisi.  Şuna dikkat ediniz, Lemoine; tabiatı uyarınca işe yaramaz bir pudra olan bu sırrı, Werner'e armağan diye vermiyor. Sırrı iki milyona satıyor, üstelik bunun bir lütuf olduğunu sanmasını sağlıyor:

Hayranlıkla seyredin yaptığım iyiliği,
Ellerim size ne kadar ucuza verdi,  bu mucizevi hazineyi
Öylesine ki kuvvetli
Her derde deva bir ilaç gibi

Bu sözler, akılalmazlık no 1'de, herşey hesaba katıldığında bile, fazla değişiklik yaratmıyor, akılalmazlık no 2'yi ise daha da genişletiyor. Olsun da nasıl olursa! Tanrım, şuna dikkat edin, şimdiye kadar, özetle 'iyi bir dramatürg' olan yazarı takip ettik. Bize Lemoine'in elmas üretiminin sırrını keşfettiği söyleniyor. Her şeyden önce, bu konuda başka bir şey bilmiyoruz: bize bu söyleniyor, hay hay diyor, adımımızı alıyor, ilerliyoruz. Werner, elmas konusunda büyük bir bilirkişi, o da ilerledi, ve Werner, kurnaz yatırımcı, kazığı yedi. Daha da ilerliyoruz. Büyük bir İngiliz bilgini, yarı fizikçi, yarı senyör, doğru deyişle bir İngiliz lordu (fakat hayır madam, tüm lordlar zaten İngiliz değil midir, o halde bir İngiliz lordu gereksiz laf kalabalığı olmaz mı, hazır kimse duymamışken yeniden başlamayın), Lemoine'in gerçekten felsefe taşını bulduğuna hükmediyor. İlerlemiyorsak daha öteye gidemediğimizden. Zangırt! Buyrunuz, Lemoine'in elmaslarında, satın aldıkları ve kesinlikle Werner madeninden gelen taşları bulan kuyumcular. Bu kadarı biraz fazla. Demek elmasların üzerinde hâlâ kuyumcular tarafından işlenmiş markalar var. Fazlanın da fazlası:

Fırından markasıyla çıkan elmasta,
Détour'un yazarını göremiyorum artık

Lemoine tutuklanır. Werner parasını geri ister, İngiliz lord bir daha tek kelime etmez: pat diye duruyoruz, yürüme işi bitti, ve bu gibi durumlarda daima olduğu üzere, bunca mesafeyi teptiğimiz için sinirleniyoruz, ve öfkemizi tam da birisine - Bakın hele! - müellif bey boş yere orada değildir diye düşünmekteyim. Werner hemen hakimden talepte bulunur, meşhur sırrı muhafaza eden zarfa elkonulmasını ister. Hakim derhal kabul eder. Kimse bu hakim kadar nazik değildir. Ama Lemoine'in avukatı bu yapılanın kanuna aykırı olduğunu söyler. Hakim hemen talebi geri çevirir: kimse bu hakim kadar değişken değildir. Lemoine'e gelince, kesinlikle hakimle, avukatlarla, bilirkişilerle v.s. bir gezintiye çıkmak ister, taa Amiens'e kadar, fabrikası orada ya, elmas yapmayı bildiğini kanıtlamak için. Ve nazik ve değişken hakim ona, Werner'i dolandırdığını her tekrar ettiğinde, Lemoine şu yanıtı verir: "Bu bahsi kapatalım, gezintime bakalım." Ona cevaben hakiminse repliği şöyle: "Kanımca, gezintiye, değmeyecektir." Kimse, bu hakim kadar,  Moliereci repertuara adanmamıştır. V.s.




[1] Kimi tiyatro yazarlardan başyapıtlar. ç.n.
[2] "Büyük bir işle meşgulüm, inemem." ç.n.


*Aradan geçen on yılda Lemoine’ın, gerçeğe aykırı bir biçimde, elmas üretmeyi keşfettiğini ve Beersin başkanı sir Julius Werner’den bir milyondan fazlasını kopartarak, onun şikayeti üzerine 6 Temmuz 1909da altı yıla mahkum edildiğini belki de unutmuşsunuzdur. Ceza mahkemesinin bu önemsiz fakat vaktiyle kamuoyunu cezbetmiş davası bir akşam tarafımca, tamamen tesadüfen, belli sayıda yazarın tarzını taklit etmeyi deneyeceğim parçaların yegâne teması olarak seçildi. Pastişler hakkında küçük de olsa açıklama yaparak bunların etkisini azaltma rizki ile karşı karşıya kalıyoruz, haklı gururları incitmekten kaçınmak adına pastişi yapılmış yazarın sadece kendi aklınca değil, zamanının dili ile de konuştuğunu varsaydığımızı hatırlatmak isterim. Örneğin Saint Simone’daki iyi yürekli adam, iyi yürekli kadın kelimeleri aynı samimi ve koruyucu anlamı bugün hiç de taşımıyor. Hatıralarında Saint-Simon, sonsuz bir saygı beslediği, Chaulnes dükü için rahatça iyi yürekli adam Chaulnes der ve pek çok kişi için aynı tâbiri kullanır. (M.P)

11 Kasım 2017 Cumartesi

Blogta ayın şarkısı | Sonny Boy Williamsson | I'm trying to make London my home

Sandıktan çıkanlar; Comtesse de Ségur | Blondin | I. ve II. bölümler

Comtesse de Ségur
Nouveaux Contes Des Fées Pour Les Petits Enfants 
(Librairie Hachette, 1896,Paris.)
Resimleyen: Virginia Frances Sterret





I
BLONDİN

Bir  zamanlar Benin adında bir kral vardı; halkı onu çok severdi çünkü Benin çok iyi kalpliydi; kötüler ondan korkardı, zira Benin’in adaletinden kimse kaçamazdı. Benin’in karısı kraliçe Duset de onun kadar iyi kalpliydi.
Kral ve kraliçenin Blondin adında bir kızları vardı. Gözalıcı, saman sarısı saçları nedeniyle ona bu ismi vermişlerdi. Blondin de babası ve annesi kadar iyi kalpliydi.
Ne yazık ki bir gün, kraliçe hayatını kaybetti. Kral, karısının ölümüne günlerce ağladı. Blondin, annesinin artık hayatta olmadığını anlayamayacak kadar küçüktü: gülmeye, oyun oynamaya, huzur içinde uyumaya devam  etti. Kral, Blondin’e büyük bir sevgi besliyordu, Blondin ise babasını dünyada herkesten çok seviyordu. Babası ona en güzel oyuncakları alıyor, en güzel şekerlemelerden, en tatlı meyvelerden getiriyordu. Blondin çok mutluydu.
Bir gün Kral’ın kulağına bir haber geldi; tüm halkı onun yeniden evlenmesini istiyordu; çünkü onlara göre kralın kendisinden sonra ülkeyi yönetecek bir erkek çocuğu olmalıydı. Kral ilk başta karşı koydu, ama sonra halkının ısrarlarına dayanamadı; veziri ve arkadaşı Lejer’e şöyle dedi:
“Sevgili dostum, halkım evlenmemi isti-yor; zavallı karım Duset’in ölümü nedeniyle hâlâ kederliyim.  Başka bir eş bulacak gücü kendimde bulamıyorum. Lütfen bana eş bulma görevini siz üstlenin. Blondin’i mutlu edecek bir prenses bulmanız yeter. Tek isteğim bu. Gidin sevgili Lejer, kusursuz bir hanım bulduğunuzda, ondan benimle ev-lenmesini isteyin ve onu sarayıma getirin.”
Lejer hızla yola çıktı. Ne kadar kral varsa hepsini ziyaret etti. Güzellikten nasibini almamış, huysuz mu huysuz bir sürü prenses gördü. En sonunda Turbulent kralının sara-yına vardı. Kralın oldukça sevimli, canayakın bir kızı vardı, iyi kalpli birine benziyordu. Lejer onu çok güzel buldu ve kral Benin’le evlenmesini istedi. Gelin görün ki onun gerçekten iyi kalpli olup olmadığını sorup soruşturmaya gerek duymadı. Oysa bu prenses kötü, kıskanç ve kendini beğenmiş biriydi. Turbulent kralı kızının uzun tatillerinden, av partilerinden, bitmek bilmeyen eğlencelerinden bıkmıştı. Ondan kurtulacağına sevindi ve hiç düşünmeden bu evliliğe razı oldu. Böylece Lejer’in, prensesi Benin krallığına götürmesine izin verdi.
Lejer, prenses Fırçasaç’ı yanına aldı ve yola çıktı. Yolculuklarında bin katır, prensesin özel eşyalarını, mücevherlerini taşıyordu.



Bir ulak[1] Benin kralına kafilenin gelmekte olduğunu bildirdi. Kafile saraya vardığında karşılama için gerekli hazırlıklar çoktan tamamlanmıştı. Kral, prenses Fırçasaç’a “Hoş geldiniz,” dedi. Onu çok güzel buldu. Halbuki prenses Fırçasaç temiz kalplilik ve iyilik bakımından eski karısı Duset’e hiç de benzemiyordu! Yeni kraliçe, Blondin’i görünce ona kötü kötü baktı. O zamanlar henüz üç yaşında olan Blondin hemen ağlamaya başladı.
“Bu çocuğa ne oldu böyle?” diye sordu kral. “Benim tatlı, uslu Blondin’im acaba neden böyle yaramaz bir çocuk gibi ağlıyor?”
“Baba, babacığım...” diye bağırdı Blondin, kralın kollarına sığınarak. “Beni bu prensesten uzak tutun. Korkuyorum; o kötü birine benziyor!”
Buna şaşıran kral, prenses Fırçasaç’a baktı; Genç kadın, yüzündeki o korkunç ifadeyi gizlemeyi başaramamıştı. Kral onun bakışlarındaki kötülüğü fark etti. Ani bir kararla şöyle bir çözüm buldu: Blondin yeni kraliçeden ayrı büyütülecek, ona büyük bir sevgi besleyen dadısının ve hizmetçinin koruması altında olacaktı.
Böylece kraliçe, Blondin’i çok az gördü. Fakat tesadüfen karşılaştıklarında, küçük çocuğa duyduğu nefreti gizleyemiyordu.
Bir yılın sonunda kral Benin ve Fırçasaç’ın, Esmeray adında bir kızları oldu; kömür gibi kara saçları nedeniyle ona bu ismi vermişlerdi. Esmeray sevimliydi, ama bazen Blondin’e kötü davranıyordu. Onu ısırıyor, çimdikliyor, saçlarını çekiyordu. Oyuncaklarını kırıyor, en güzel elbiselerini kirletiyordu. İyi yürekli küçük Blondin ise ona hiç kızmıyordu. Her zaman Esmeray’ı affetmenin bir yolunu buluyordu.
“Yapma baba...” diyordu krala. “Onu azarlama; o daha çok küçük, oyuncaklarımı kırdığında beni üzdüğünü bilmiyor... Benimle oynamak istediği için beni ısırıyor... Saçlarımı da oyun yapmak için çekiyor, ” v.s.
Benin kralı kızına sarılıyor, hiçbir şey demiyordu ama Esmeray’ın tüm bunları yaramazlıktan yaptığını, Blondin’in de onu iyi yüreklilikten affettiğini iyi biliyordu. Öyle ki Blondin’e olan sevgisi nasıl artıyorsa, Esmeray’a olan sevgisi de azalıyordu.
Zeki bir kadın olan kraliçe Fırçasaç bu olanları fark etmekte gecikmedi. Küçük ve masum Blondin’den git gide daha çok nefret etti, kral Benin ile arasının bozulacağından korkmasa mutlaka Blondin’i mutsuz etmenin bir yolunu bulurdu.
Kral, Blondin’in kraliçeyle yalnız kalmasını kesinlikle yasaklamıştı. Kral Benin iyiliği kadar, kararlarının kesinliği ile de tanınıyordu. İtaatsizliği katı bir biçimde cezalandırırdı. Bu nedenle kraliçenin kendisi bile bu emri çiğnemeye cesaret edemedi.


 II.
BLONDİN KAYBOLUYOR



Blondin yedi, Esmeray üç yaşına geldi. Kral, Blondin’e iki devekuşunun koşulduğu çok şirin bir araba hediye etti. Arabayı on yaşında küçük bir paj[1] sürüyordu. Adı Oburo’ydu. Oburo, Blondin’e büyük bir sevgi besliyordu, doğumundan beri onunla oyun oynamıştı. Blondin de bu iyi yürekli oyun arkadaşını çok seviyordu. Fakat Oburo’nun kötü bir alışkanlığı vardı: o çok oburdu, şekerlemeleri çok seviyordu. Bir kese şekerlemeye sahip olmak için kötü bir şey yaparsa şaşırmazdınız. Blondin ona sık sık şöyle diyordu:
“Oburo, seni çok seviyorum, ama seni sürekli abur cubur yerken görmek hoşuma gitmiyor. Yalvarırım bu kötü alışkanlığından vazgeç, öyle obursun ki insanların gözünü korkutuyorsun.”
Oburo, Blondin’in elini öpüyor, ona düzeleceğine söz veriyordu. Ancak mutfaktan pasta, misafir salonundan şekerleme çalmaktan geri kalmıyordu. Arada sırada söz dinlemediği ve oburluğa devam ettiği için cezalandırıldığı da oluyordu.
Kraliçe Fırçasaç, Oburo ile ilgili şikayetleri çabuk öğrendi, onun bu çirkin alışkanlığından yararlanabileceğini düşündü. Belki Blondin’in kaybolması için ondan faydalanabilirdi... Şöyle bir plan hazırladı:
Blondin, Oburo’nun sürdüğü devekuşu arabasıyla gezmeyi çok seviyordu. Arabayla en çok bahçede gezerlerdi. Bu bahçe çitlerle çevrilmişti. Tam sınırda muhteşem, oldukça büyük bir orman başlıyordu. Buraya Leylak Ormanı deniyordu, bütün bir yıl boyunca burada çiçek açmış leylaklar olurdu.
Bu ormana girmeye kimse cesaret edemiyordu; çünkü büyülü olduğu herkes tarafından biliniyordu. Birisi ormana gitti mi oradan asla çıkamazdı. Oburo, ormanın bu korkunç özelliğinin farkındaydı. Arabayı o tarafa sürmesi kesinlikle yasaklanmıştı. Çünkü Blondin dalgınlıkla çitleri aşıp Leylak Ormanı’na girebilirdi.
Kral kim bilir kaç kez bu çitler boyunca yüksek bir duvar ördürmek istedi. En azından geçilmesini engellemek için bunları sıklaştırmaya çalıştı. Fakat işçiler taşları ya da tahtaları yerlerine koyar koymaz, bilinmeyen bir güç onları yerlerinden alıyordu. Tüm malzeme bir anda ortadan kayboluyordu.
Kraliçe Fırçasaç, işe Oburo’nun dost-luğunu kazanmakla başladı. Her gün ona başka başka şekerlemeler verdi. Onu öyle oburlaştırdı ki küçük paj, şekerlemelerden, dondurmalardan, pastalardan asla vazgeçemeyecek hale geldi. Çünkü bunlar hiç bitmiyor, kraliçe sayesinde hep yenileri geliyordu. Kraliçe bir gün onu huzuruna çağırttı ve şöyle dedi:
“Oburo, bonbon ve şekerlemelerle dolu bir sandığa sahip olmak senin elinde. Bana karşı gelirsen bir daha asla şekerleme göremezsin.”
“Bir daha asla şekerleme görememek mi!!! Yoo... Lütfen kraliçem... Şekerleme yemezsem üzüntüden ölürüm... Söyleyin kraliçem, ne emrederseniz yaparım...”
“Ne mi gerekiyor?” dedi kraliçe bakışlarını pajın üzerinden ayırmadan. “Prenses Blondin’i Leylak Ormanı’nın yakınlarına götürmelisin...”
“Ama kraliçem bunu yapamam, kral Benin bunu yasakladı.”
“Yaa!.. Yapamaz mısın?.. Madem öyle güle güle. Sana artık şekerleme veremeyeceğim, hatta tüm sarayda sana şeker verilmesini yasaklıyorum...”
“Durun!.. Lütfen kraliçem, acıyın bana...” dedi Oburo ağlayarak. “Bu kadar merhametsiz olmayın! Bana başka bir emir verin, hemen yerine getireyim.”
“Tekrar ediyorum, Blondin’i Leylak Ormanı’nın yakınlarına götüreceksin. Ara-badan inmesi, çitleri aşması, ormana gitmesi için onu cesaretlendireceksin.”
“Fakat kraliçem...” dedi Oburo, üzüntüden rengi solmuştu. “Prenses ormandan içeri girerse, oradan asla çıkamaz. Bu ormanın büyülü olduğunu biliyorsunuz. Prensesi oraya göndermek onu ölüme göndermek demek.”
“Üçüncü ve son kez soruyorum... Blondin’i oraya götürecek misin? Seçimini yap: ya her ay ağzına kadar şekerlemelerle dolu bir sandık alırsın ya da şekerlemelere, hamur işlerine sonsuza dek veda edersin.”
“Fakat kraliçem... Eninde sonunda Kral beni cezalandıracaktır. Bundan nasıl kurtulabilirim?”
“Seni koruyacağım. Söz veriyorum, ceza almayacaksın. Blondin’i Leylak Omanı’na gönderir göndermez yanıma gel. Şekerlerle birlikte buradan ayrılmanı sağlayacağım, ayrıca geleceğin de güvence altında olacak.”
“Kraliçem, lütfen bana acıyın! Ben ona kötülük yapamam. Çünkü o bana hep iyi davrandı!”
“Seni küçük sefil, yoksa karar veremiyor musun?! Blondin’e ne olduğunun senin için ne önemi var! Ayrıca şunu da bil, Blondin kaybolduktan sonra seni Esmeray’ın hizmetine alacağım... Ömrün boyunca şekerlemesiz kalmayacağını garanti ediyorum.”
Oburo ne yapacağını bilemiyordu. Ne yazık ki  sonunda bir karara vardı: Bir kaç kutu şekerleme için iyi kalpli prensesi büyülü ormana götürecekti. Günün geri kalanında ve de tüm gece boyunca bu suçu işleyip işlememeyi düşündü. Kraliçenin emrine uymazsa en sevdiği yiyeceklere bir daha asla kavuşamayacaktı... Sonra aniden aklına şu geldi: Prenses kaybolduktan sonra onu bulmak için güçlü bir periden yardım isteyebilirdi. “Periler hep iyilik yapar. Yardım istediğimde beni geri çevirmeyeceklerdir,” diye düşündü. Evet prenses belki kaybolacaktı ama bu uzun sürmeyecekti. Oburo, çözüm bulduğuna inanarak umutlandı, umut belirince de kararsızlığı son buldu. Kraliçenin emrini yerine getirmek üzere uykuya daldı.
Ertesi gün öğleden sonra, Blondin, arabasını çağırttı. Binmeden önce babasına sarıldı ve iki saat içinde döneceğine söz verdi. Bahçe çok büyüktü. Oburo devekuşlarını ilkin Leylak Ormanı’nın zıttı yöne sürdü.
Ama saraydan görülemeyecek kadar uzaklaştıklarında yön değiştirdi. Leylak Ormanı kapısına doğru ilerledi. Çok üzgündü, hiç konuşmuyordu. İşlediği suç kalbine ağır geliyor, düşünmesini engelliyordu.
“Neyin var, Oburo?” diye sordu Blondin. “Bugün hiç konuşmuyorsun. Yoksa, hasta mısın?”
“Hayır, hasta değilim prenses, bugün gayet iyiyim.”
“Ama rengin ne kadar solgun! Neyin var, söyle bana. Seni üzgün görünce ben de üzülüyorum. Seni neşelendirmek için her şeyi yaparım.”
Blondin ona iyi davrandığı için Oburo’nun kalbindeki ağırlık biraz geçmişti. Fakat kraliçe Fırçasaç’ın vaat ettiği şekerlemeler doğru olanı yapmasını engelledi.
Blondin’e cevap vermeye fırsat bulamadı. Devekuşları çoktan Leylak Ormanı’nın çitlerine varmıştı.
“Ne güzel bir koku! Ne güzel çiçekler!” diye bağırdı Blondin! Bu çiçeklerden koca bir demet yapıp babama götürsem ne güzel olur! Atla, Oburo, hadi bana bir kaç leylak getir.”
“Arabadan inemem, prenses; ben yokken devekuşları kaçabilir.”
“Ama ne olacak, onları tek başıma saraya götürebilirim.”
“Ama kral sizi yalnız bıraktığımı görürse çok kızar. Çiçekleri siz kendiniz toplasanız daha iyi olur, ayrıca en hoşunuza gidenleri seçersiniz.”
“Haklısın,” dedi Blondin. “Babamdan azar işitirsen çok üzülürüm, sen benim dostumsun.”
Sonra yavaşça arabadan indi, çitlerin arasından geçti ve leylak toplamaya başladı.
Oburo o an ürperdi, kafası karışmıştı: içini büyük bir pişmanlık kapladı. Blondin’e seslenirse kötü bir şey olmasına engel olabilirdi. Fakat Blondin ondan on adım uzakta olmasına rağmen, Oburo’yu duymuyordu. Yavaş yavaş büyülü ormanın içine içine gidiyordu.
Oburo uzun bir süre Blondin’i leylak top-larken gördü. Küçük kız en sonunda gözden kayboldu.
Oburo ne yapacağını bilemeden olduğu yerde kaldı. Ağladı da ağladı, oburluğuna lanet okudu, kraliçe Fırçasaç’tan nefret etti. Fakat sonunda saraya dönüş vaktinin geldiğini hatırladı ve yola çıktı.
Ahıra gizlice girdi. Sonra hemen kraliçenin yanına koştu. Kraliçe onu rengi solmuş, gözleri ağlamaktan kızarmış halde görünce Blondin’in kaybolduğunu anladı.
“Tamam mı?” diye sordu.
Oburo evet der gibi başını salladı, konuşacak gücü yoktu.
“Buraya gel,” dedi kraliçe. “İşte ödülün.”
Ve ona içi çeşit çeşit şekerlemeyle dolu küçük bir sandık gösterdi. Uşaklardan biri bu sandığı kaldırdı ve bir katıra yükledi.
“Bu sandığı Oburo’ya teslim ediyorum, onu babama götürecek. Oburo, hemen yola çık. Yeni bir sandık almak için bir ay sonra yine buraya gel.”
Bunları söylerken çocuğun eline bir kese de altın tutuşturdu. Oburo hiçbir şey söylemeden katıra bindi. Dörtnala yola çıktı. Ama katır oldukça huysuz ve inatçıydı, sırtındaki yükten çabuk bıktı. Oburo’yu da sandığı da üstünden atmak için  çifte atmaya, şaha kalkmaya başladı. Ne ata ne de katıra binmeyi bilmeyen Oburo dengesini kaybetti. Yere düştü ve başını bir taşa çarptı, aynı anda can verdi. Ömrü kraliçenin verdiği şekerlemelerden bir tane bile tatmaya yetmemişti.
 Ona ne olduğunu kimse merak etmedi, çünkü onu kimse sevmiyordu. Leylak Ormanı’ nda kaybolan Blondin’den başka...




[2] Paj: Eskiden yetiştirilmek üzere kral ya da yüksek dereceli soyluların yanına verilen çocuk veya delikanlı. ç.n.


[1] Eski zamanlarda haber getirmekle görevli kimse. Atlı ulaklar olduğu gibi koşucu ulaklar da vardı. ç.n.

20 Ekim 2017 Cuma

R. L. Stevenson "İLK KİTABIM: Define Adası" | ilk sayfalar

Robert Louis STEVENSON
My First Book: Treasure Island”
The Idler 6 [August 1894]

İLK KİTABIM: "DEFİNE ADASI"*


İlk kitabımdı demek olmaz, çünkü ben sadece romancı değilim. Ancak çok iyi bildiğim bir şey var ki, yüce halk, veznedarım benim, roman harici yazdıklarıma burun kıvırmasa da kayıtsızlıkla bakmakta; beni çağıracağı mı tuttu, en aşina olduğum, aklımdan silinmez karakterde seslenir, ve ne zaman ki ilk kitabımdan bahsetmem istense, gelen soru olsa olsa ilk romanımla ilgilidir.
Erken ya da geç, şu ya da bu şekilde, isteye ya da istemeye bir roman yazmaya koyuldum. Nedenini sormak bana anlamsız geliyor. İnsanlar türlü tuhaf meraklarla dünyaya gelir: daha küçük yaşlarımdan itibaren bir dizi hayali olayı oyuncağım yapma adetim vardı;  ve de yazmayı öğrenir öğrenmez, kağıt imalatçılarına iyi dost oldum. "Rathillet," "Pentland'ın İsyanı," "Kralın Affı" (ya da "Park Whitehead"), "Edward Daven," "Kır Dansı," "Batı'da Bir Kan Davası"nı meydana getirmek için tabakalarca kâğıt gitmiştir, bunca kâgıdın şimdi kül olduğunu ve toprağa yeniden döndüğünü hatırlamak benim için teselli verici. Kara bahtlı ilk denemelerimden sadece birkaç tanesini adlandırmıştım, unutulmadan önce geçici bir üne kavuşanlar da sadece bunlar oldu; ve yine bunlar, uzun bir seneler dizisinin üzerini örtmekte. "Rathillet"e on beşimden önce giriştim, "Kan Davası"na yirmi dokuzumda; ve otuz birime gelinceye dek uğradığım bozgunlar ara vermeden devam etti. O zamana değin küçük kitaplar, küçük denemeler, kısa hikâyeler yazmıştım; sırtım sıvaslanmış ve - geçinmeye yetecek kadar olmasa da - bunlar için para almıştım. Yeni yeni tanınmaya başlıyordum, çalışkan bir adamdım; canım burnumdan gelecek kadar çalıştım, ancak çabalarımın boşunalağı - iş görebilecekken enerjimi bu işe vermek ve onunla hayatımı kazanamamak - kimi zaman yanaklarımı kızarttı: halbuki yarım kalmış bir ideal hâlâ karşımda ışıldıyordu. Canla başla on on iki kez denesem de  henüz roman yazamamıştım. Tüm o nadide girişimlerim sadece birazcık ilerleyebilmiş  sonra da bir okul öğrencisinin saati gibi aniden duruvermişti. Yıllardır ayakta bekleyen ama henüz tek koşu yapmamış bir kriket oyuncusu gibiydim. İşi, kağıdı ve vakti olan herkes kısa hikâye yazabilir - kötüsünü, demek isitiyorum - ancak kimse kötü bir roman yazmayı hayal etmez. Canınızı alan uzunluktur.
Kabul görmüş bir romancı romanını yükseltebilir ya da alçaltabilir, romanının başında boş yere günler geçirir, alelacele karalamaya varıncaya değin yazmaktan başka bir şey yapmadığı olur. Ancak bu yeni başlayan için böyle değildir. İnsan doğasının belli kanunları vardır; içgüdü - kendini koruma içgüdüsü - haftalarla ölçülebilecek başarısız bir edebi çalışmanın zahmetlerini sürdürmeyi (önceki bir zaferin bilincinden teşvik ve destek almayan) herkes için yasaklamıştır. Yani umudu besleyecek bir şeyler olmalıdır. Yeni başlayanın bir tutam rüzgâra, çalışacak bir şans damarına ihtiyacı vardır; romancı adayı, kelimelerin kendi kendilerine geldiği, cümlelerin kendi kendilerine dengelendiği o saatlerden birinde olmalıdır - DAHA EN BAŞLARDA BİLE. Ve çalışmaya koyulduğunda, kitap tamamlanıncaya dek, ileri korku dolu bakışlar atacaktır! Uzunca bir süre esinti değişmeden devam eder, damar işler; aynı stil kalitesini korumak, idare etmek zorundasınızdır: uzunca bir süre kuklalarınız daima kanlı canlı, daima tutarlı, daima güçlü olmalılardır!.. O günlerde, üç ciltli her kitaba derin bir saygıyla baktığımı anımsıyorum; bunları sadece edebi anlamda değil, fiziki ve ahlaki sebatkârlığın, Ajax'ın cesaretinin zaferi gibi görüyordum.
Kaderde yazılı o yıl, Pitlochry'nin yukarısında Kinnaird'ta babam ve annemle birlikte yaşamaya gelmiştim. Kızıl kırlarda, altın rengi derenin kıyısı boyunca yürüyüş yaptım; dağlarımızın taze, sert havası beni canlandırıyordu; bize esin verdiği içindir ki, karım ve ben ortaklaşa bir hayalet hikayeleri cildi tasarladık, karım bu cilt için "Yataktaki Göge"yi yazdı,  ben de "Thrawn Janet"yi, ayrıca "Mutlu Adamlar"ın ilk taslağını. Doğduğum yerlerin havasını seviyorum, ama o beni sevmez; dolayısıyla bu tatlı dönem, soğuk, pehlivan yakısı, Strathairdle ve Glenshee üzerinden Braemar-Castleton'a yapılan bir göçle son buldu.
Orası epey esiyordu ve bununla orantılı bir yağmur yağışı vardı; doğduğum yerin havası benim için insanların nankörlüğünden daha kötüydü, ve zamanımın büyük bir bölümünü, kederli bir isimle - Merhume Miss McGregor'un Kır Evi - diye bilinen bir evin dört duvarı arasında geçirmeye razı oldum. Şimdi, yolu işaret eden parmağa hayret edecek, şaşkınlıkla karşılayacaksınız. Merhume Miss McGregor'un Kır Evi'nde bir öğrenci vardı, tatili ailesine ait dairede geçiriyordu, ve "zihin seviyesini yükseltecek sıkı bir şeyler" arayışı içindeydi. Edebiyat hakkında bir fikri yoktu; gelgeç beğenilerinin kabul ettiği tek şeyse Raphael'in sanatıydı; kalem ve mürekkebin ve de bir shilinglik  sulu boya takımının yardımıyla kısa sürede odalardan birini resim galerisine çevirmişti. Galeri için başlıca ödevim meraklı bir ziyaretçi olmaktı; ancak arada biraz gevşeyebiliyor, şövalesinin başındaki (deyim yerindeyse) sanatçıya katılabiliyor ve günü onunla birlikte renkli resimler yaparak  verimli bir öykünme ile geçirebiliyordum. Bu fırsatlardan birinde, bir adanın resmini yaptım; üzerinde dikkatle dura dura, ve öyle sanıyorum ki, güzel bir biçimde renklendirilmişti; şekli dile getiremeyeceğim kadar ilgimi çekti; beni soneler gibi mutlu eden koycukları vardı: ve alınyazımın bilinçsizliği ile "Define Adası" eserimi etiketledim. İnsanların haritaları önemsemediklerini söyleyenler oldu, inanmak istemedim. İsimler, ağaçlık bölgelerin şekilleri, yolların ve derelerin gidiş hatları, prehistorik adamın yukarıda tepede ve aşağıda vadide hâlâ gözle seçilebilecek ayak izleri, değirmenler ve harabeler, gölcükler ve sığlıklar, çalıların içinde belki bir Dikilitaş ya da Druid çemberi.... Burada gözleri bakmaya hevesli ya da anlamak için iki kuruşluk da olsa hayalgücü olan biri için sonsuz bir kaynak vardı. 
---------------------------------------------------

*çevirisi devam ediyor, önümüzdeki haftalarda ekitap olarak yayınlamayı umuyorum. k.e.


17 Eylül 2017 Pazar

Blogta ayın şarkısı | Alvaro Paulino ve Mariachi Orkestrası | Get Back

Langston Hughes - Hayaller

Hayaller (Dreams)*

Hayallere sıkı tutun
Hayaller bir kez kaybolursa
Hayat da kanadı kırık bir kuş olur
Uçamayacak bir daha

Hayallere sıkı tutun
Hayaller elinden kaçıp kurtulursa
Hayat da döner çorak bir tarlaya
Uzayıp giden karlar altında



* bes alti yillik bir ceviri ilk halinden bu yana cokca degisiklik gecirdi, blogta yayinladiktan sonra da yine degisiklikler yapmaya devam ettim-ediyorum, siirin tadini kacirmamak icin eski versiyonlarini paylasmayacagim; en uygun bicimi buluncaya kadar guncellemelerim devam edecege benziyor. Gectigimiz yillarda blogta Hughes'in kendi sesinden bir Dreams kaydi paylasmistim:http://kemal-ergezen.blogspot.com.tr/2016/03/blogta-ayn-sarks-yerinelangston-hughes.html?m=1

12 Ağustos 2017 Cumartesi

NOROUÂS, denizci masalı


Paul Sébillot
"Norouâs"
conte de marin
La Revue Litteraire et Artistique
6. sayı, 11 Şubat 1882.


Bu yazının pdf versiyonunu Archive.org'tan indirebilirsiniz.




NOROUAS[1]
denizci masalı

Bir zamanlar keten ektikleri küçük bir tarladan başka bir şeyleri olmayan yaşlı bir adam ve kadın vardı. Keten bir zaman öyle boy attı öyle güzel bir hal aldı ki böylesi daha önce hiç görülmemişti. İyice olgunlaştığında, yaşlı çift onu söktü, suya yatırdı, sonra da kurutmak için çayırlığa serdi.
Güzel mahsül adam ve kadının  neşesini yerine getirmişti, onu sattıklarında parayla ilgili dertleri tasaları kalmayacaktı; ancak Norouâs’tan şiddetli bir rüzgâr geldi, keteni yerden kaldırdı, onu ağaçların tepelerine fırlattı, denize savurdu.
Yaşlı adam mahsülünün yok olduğunu görünce başladı Norouâs’a sövmeye, marota[2] sopasını kaptığı gibi ketenini mahveden o lanet olası  Norouâs’ı öldürmek için yola koyuldu. Yanına iki üç günlük erzak aldı, ancak yolculuğu düşündüğünden çok daha uzun sürdü; yollarda açlıktan ölecek hale geldi. Bir akşam bir hana vardı ve hancı kadına şöyle dedi:
– Kuruşsuzum; hayrınıza, bana bir parça ekmek verin, bırakın ahırda bir köşede uyuyum.
Böylece yaşlı adamın yiyecek  ekmeği, yatacak bir ot yığını oldu; ertesi gün hancı kadına teşekkür etti ve ona şöyle sordu:
– Bana Norouâs’ın nerede yaşadığını söyleyebilir misiniz?
– Elbette, dedi kadın, beni takip edin yeter.
Adamı bir dağın yamacına kadar götürdü ve şöyle dedi:
– Yaşadığı yer işte orası, yukarda. –
Yaşlı adam rüzgârların mesken tuttuğu dağı tırmanmaya koyuldu, biraz yol almıştı ki nöbetçilik yapan Surouâs[3] ile karşılaştı.
– Kendine Norouâs diyen sen misin? diye sordu.
– Hayır, Surouâs’ım ben.
– Güzelim ketenimi yok eden alçak Norouâs nerede? Sopamı sırf onu öldürmek için yanımda getirdim.
– O kadar yüksek sesle konuşma yaşlı adam, diye yanıtladı Surouâs, söylediklerini duysa seni bir guibette[4] gibi havaya savururdu.
– Görürüz bakalım, dedi yaşlı  adam sopasını sıkarak.
İşte o anda Norouâs ortaya çıktı, eserek yaklaştı:
– Adi Norouâs, biricik ketenim vardı onu da sen aldın!
– Bana bir şey deme yoksa havayı boylarsın, diye cevap verdi Norouâs gürleyen bir sesle.
– Ketenimin parasını bana vermen gerek!
– İşe-yaramaz ihtiyar, kafamı şişirmeyi bitirdin mi söyle bakıyım! dedi rüzgâr.
Ancak iyi yaşlı adam bağırmayı bırakmıyordu:
– Norouâs! Ketenimi bana geri ver! Norouâs! Ketenimi bana geri ver!
– Madem öyle, dedi Norouâs, barışmak adına, al sana benden bir mendil.
– Ketenimin parasıyla, yüz parayla alınabilecekten çok daha fazlasını alırdım. Norouâs, ketenimi öde!
– Ama bildiğin mendillerde olmayan bir keramet var bu mendilde, ona “Açıl, mendil!” dediğinde bu dünyada görüp görebileceğin en güzel donatılmış masayı önüne bulursun.

***

Yaşlı adam dağdan indi, mendilini denemek için durdu. Ve ona şöyle dedi: “Açıl, mendil!”, hemencecik adamın önünde ekmek, et ve şarapla dolu koca bir masa bitiverdi. Adam ne varsa doya doya, iştahla yedi. Sonra akşam oldu, böylece daha önce uyuduğu hanın kapısından içeri girdi.
– Eee? Norouâs, hakkıyla ödedi mi ketenini? diye sordu hancı kadın.
– Evet, elbette, diye yanıtladı adam. Bu akşam bana ekmek vermenize ihtiyacım kalmadı; Norouâs’ın mendili bana ve herkese yetecek kadar ekmek veriyor ve mendili cebinden çıkartarak “Açıl, mendil!” dedi.
Aynı anda bir masa kendiliğinden ortaya çıktı, üzeri tabaklardan, bardaklardan, et ve şaraptan dolup taşıyordu; kimse o zamana kadar bu kadar iyi tertiplenmiş bir masa görmemişti.
Hancı kadın ona ahır köşesinde bir ot yığını vermek yerine, kuş tüyünden minderi olan güzel bir yatak gösterdi; yaşlı adam uykuya dalmakta gecikmedi ve büyük bir mutlulukla içi geçtiğinde, hancı kadın mendilini aldı; onun yerine tıpkı ona benzeyen başka bir mendil bıraktı. Adam evine döndü, karısı onu gördüğünde şöyle dedi:
– Norouâs, ödedi mi?
– Evet, şu güzel mendile bak.
– Koca aptal, diye bağırdı kadın, bari başka bir şey alsaydın! Bizim ketenin parasıyla yüzlerce mendil alırdın, bir taneyle yetinmişsin!
– Bağırma böyle, ne kadar işe yaradığını göreceksin şimdi: “Açıl mendil” diye buyurdu.
Mendil kıpırdamadı, masa donanmak üzere kurulmadı. Böyle olunca  adam bir kaç kez daha “Açıl, mendil” diye terslendi, ancak hiçbir şey olmuyor karısı onunla dalga geçiyordu.
– Norouâs beni kandırdı, dedi adam; ama bu sefer öldüreceğim onu.
Sopasını aldı ve yola koyuldu., uyumak için aynı hana gitti ve hancı kadına şöyle dedi:
– Norouâs’ı geberteceğim, bana verdiği mendilin kerameti sadece iki seferlikmiş.
– Geçerken uğramayı unutma, diye yanıtladı hancı kadın.
Yaşlı adam ertesi gün sabah erkenden yola koyuldu; ve dağın tepesine vardığında bağırmaya başladı:
– Norouâs, allahın belası! Bana verdiğin mendilin kerameti sadece iki seferlikmiş; Norouâs, ketenimi bana geri ver!
– Böyle yüksek sesle bağırıp durma, yaşlı adam, yoksa seni bir guibette gibi havaya uçururum.
– Norouâs ketenimi bana geri ver! Norouâs ketenimi bana geri ver! Yoksa seni öldürürüm.
– Al bakalım, dedi Norouâs, benden sana bir eşek. “Eşek, bana altın yap!” dediğinde, istemediğin kadar altının olur.
Adam eşeği ile dağdan indi, ve aşağıda ona şöyle dedi: “Eşek, bana altın yap.”
Eşek birden kuyruğunu kaldırdı ve yolun üzerine avuç avuç altın pisledi. Yaşlı adam bunları cebine doldurdu ve hana vardı:
– Eee? dedi hancı kadın, Norouâs ödedi mi size?
– Evet, bana bir eşek verdi, ne kerameti var göreceksiniz şimdi: “Eşek,” dedi “Bana altın yap.”
Eşek hemencecik kuyruğunu kaldırdı ve yere altın akçeler, yüz franklıklar düşürmeye başladı. Yaşlı adam eşeğini ahıra götürdükten sonra, onu bir öncekinden çok daha güzel bir odaya yatırdılar, ve uykuya daldığında hancı kadın eşeğini bir benzeri ile değiştirdi.
Yaşlı adam evine döndüğünde karısı ona şöyle dedi:
– Eee? Norouâs sana ödedi mi?
– Evet, diye yanıtladı adam, tepsini eşeğin kuyruğunun altına tut; ve “Eşek bana altın yap!” diye buyurdu.
Eşek kıpırdamadı, yaşlı adam sözlerini tekrar etti: “Eşek, bana altın yap.” Tepsinin içine hiçbir şey düşmedi, adam öyle öfkelendi ki eşeğini öldürmek için eline bir sopa aldı.
–Yaşlı kaçık, dedi karısı, ikinci kez kandırttın kendini.
– Ah! Norouâs, bu sefer öldüreceğim seni, diye bağırdı yaşlı adam.
Sopasını kavradı ve yola düştü, hana varınca şöyle dedi:
– Norouâs beni kandırdı, ama bu sefer geberteceğim onu!
– Geçerken uğramayı unutma, diye yanıtladı hancı kadın.
Ertesi gün erkenden kalktı, dağa tırmandı ve Norouâs’a şöyle dedi:
– Verdiğin eşeğin kerameti iki seferlikmiş Norouâs, seni koca hırsız! Ketenimi bana geri ver!
– Amaaan, sen de neyim varsa almak istiyorsun! diye yanıtladı Norouâs.
– Norouâs, ketenimi bana geri ver, yoksa öldürürüm seni.
– Seni bir guibette gibi havaya savuracağım, dedi rüzgâr ve esmeye başladı.
Ama yaşlı adam bağırmaya devam ediyordu. Norouâs ketenimi bana geri ver! Norouâs ketenimi bana geri ver.
Ve Norouâs şöyle dedi:
Al bakalım yaşlı adam, benden sana bir sopa, “Açıl sopa!” dediğinde, sopa da vurmaya başlar; onu durdurmak istediğinde de: “Ora pro nobis” diyeceksin. Eve dönüşte kaldığın hana uğra, mendilinle eşeğini orada çaldılar.
Bu sefer yaşlı adamın içi oldukça rahattı; yoldayken sopasını denemek istedi; ve şöyle dedi: “Açıl sopa.” Sopa birden elinden kaçtı, ve havada uçmaya ve ona vurmaya başladı, öyle hızlı vuruyordu ki yaşlı adam nereye sığınacağını bilemiyordu, onu durdurmak için ne yapması gerektiğini ise hatırlamıyordu. En sonunda “Ora pro nobis” demek aklına geldi ve sopa geri eline geldi.  
Hana vardı ve hancı kadın ona şöyle sordu:
– Eee? Norouâs bu sefer ödedi mi bari?
– Evet, bakın işte bu sopayı verdi, istediğim herkesi dövüyor. Benden çaldığınız mendilimle eşeğimi geri verin.
– Sizden bir şeyinizi almadım, diye yanıtladı hancı kadın. Böyle bağırmaya devam ederseniz jandarmayı çağırtırım.
– Sopacığım, dedi adam, açıl bakalım.
Sopa aniden havada uçmaya başladı, hancı kadına ve müşterilere vurup duruyor, bardakları, tabak çanakları kırıyordu, darbelerinin ardı arkası kesilmiyordu.
– Yapmayın, iyiliksever efendim, sopanızı durdurun, diye bağırdı hancı kadın; mendilinizle eşeğinizi iade edeceğiz size.
Yaşlı adam bağırdı “Ora pro nobis!” Ancak sopa hızını almıştı, yaşlı adam ikinci kez “Ora pro nobis!” diye bağırıncaya dek vurmayı bırakmadı.
Yaşlı adam eşeği ve mendiliyle yola düştü, evine döndüğünde karısı ona şöyle dedi:
– Eee? Norouâs, ödedi mi sana?
– Evet, bana verdiği her şeyi göreceksin şimdi; tepsini tut: “Eşek, altın yap” diye buyurdu.
Altın hayretler içindeki yaşlı kadının tepsisine dökülüyordu, hayatı boyunca bu kadar altın akçeyi hiç bir arada görmemişti. Yaşlı adam sonra mendili masanın üzerine serdi; ve “Açıl mendil” dedi; ve masa yemeklerle, likörlerle doldu.
Karınları iyice doyduğunda yaşlı adam şöyle dedi:
– Ayrıca hâlâ istediğimi döven bir sopam var; bir deneyim dedim beni  bir temiz benzetti, ama ne işe yarıyor sana şimdi göstermeyim; olur ya  benim üstümde deneyeceğin tutar.

***

Yaşlı adam eşeğinin yaptığı altınlarla gemiler aldı ve armatör oldu. Ama insanlar onun eski bir hırsız olduğunu söylüyordu, bu kadar kısa zamanda böyle zengin olduğuna göre birilerini soymuş ya da öldürmüş olmalıydı. Adalet bu işin üzerine düştü ve yaşlı adam giyotin cezasına çarptırıldı.
İdam sehpasında boy göstereceği gün geldiğinde, kafasının gövdesinden ayrıldığını görmek isteyen onca insan meydanı doldurmuştu. Yaşlı adam şöyle dedi:
– İdam mahkumlarına son arzuları sorulduğuna göre, ölmeden önce son bir kez görebilmek için eski yarenlik sopamın getirilmesini istiyorum.
Sopayı bulup getirdiler, adam onu eline aldı ve şöyle dedi:
– Bana tüm zenginliğimi bahşeden sopamı görüyorsunuz. Sopacığım, açıl bakalım.
Böylece sopa havaya uçtu, cellatın kafasını kırdı, jandarmaları devirdi, sehpayı yıktı sonra da idamı izlemeye gelenlere vurmaya başladı. Her bir köşeden şöyle feryat edildiği duyuluyordu:
– Ah! Yaşlı adam, sopanızı durdurun, affedileceksiniz.
Yaşlı adam kendisine kötülük yapılmayacağından artık emin olduğunda şöyle bağırdı: “Ora pro nobis”. Ancak sopa dayak atmaya devam ediyordu ve adam ancak üçüncü kez “Ora pro nobis” diye bağırdığında durdu.
Yaşlı adam sopasından destek alarak huzur içinde evine geri döndü, ömrünün sonuna kadar mutlu bir hayat sürdü.
1880’de Saint-Castlı, on dört yaşında bir muço, François Marquer tarafından anlatıldı ve Paul Sebillot tarafından derlendi.



[1] Kuzey-batı.
[2] Marotte: fr. ucunda çınkıraklı küçük bir kafa bulunan bir tür değnek.
[3] Güney-batı.
[4] Küçük sinek.