"Bir iç dünya okulu açıp kapısına şunu yazacağım: Sanat Okulu." Max Jacob
15 Aralık 2017 Cuma
3 Aralık 2017 Pazar
Marcel Proust | Lemoine Davası | Emile Faguet
Pastiches et
Mélanges
-Pastişler ve
Seçme Yazılar-
Marcel PROUST
NRF (Gallimard), 1919
EMILE FAGUET'NİN HAFTALIK
TİYATRO KÖŞESİNDE
Dönüş'ün ve Pazar'ın
müellifi - ki Henri Bernstein deyince akla bu gelir - yakınlarda Gymnase
komedyenlerine bir dram, daha doğrusu bir trajedi ile vodvil karışımı sahneletti,
bu oyun belki onun Athalie'si ya da Andromaque'si, Önceki Aşk'ı
ya da Faziletin Patikaları[1]
sayılmaz, ama Nicomedea'sı olmaya
aday; belki kulağınız aşinadır, hiç de bütünüyle göz ardı edilemeyecek, hiç de
hepten insan ruhunun utancı olamayacak bir piyestir bu. Nitekim Berntein'ın piyesi,
biraz da abartılarak, bulutların ötesine diyemesem de en yüksek bulutlara kadar
çıkartıldı, ve haklı bir başarı kazandı, neden mi, bay Bernstein'ın piyesi, gepegerçek
bir arka planda, akılalmaz şeylerle dolup taşıyor da o yüzden. Lemoine Davası'nı Rafale'dan, ve de genel anlamda bay Bernstein'ın trajedilerini
Eurupides'in - akılalmaz bir arka planda ama gerçeklerle dolu - çok sayıdaki komedisinden
ayıran işte budur. Dahası bay Bernstein'ın bir piyesi ilk kez - şimdiye kadar uzak
durduğu - insanların dikkatini çekiyor. Pekâlâ; sözde icadı 'elmas üretimi'yle
insanları aldatmak isteyen dolandırıcı Lemoine… dünyanın en büyük elmas madeni
sahibine başvurur. Ne kadar akılalmaz, bunu siz de hayli akılalmaz bulacak, bana
hemen hak vereceksiniz. Bu birincisiydi. En azından, şunu hiç düşünür müsünüz: o, kafası dünyanın en büyük işleriyle daima meşgul,
dediğim dedik adam, Lemoine'i, Kudüs surlarının tepesinden inmesi için
kendisine merdiven uzatanlara şöyle seslenen: "Non possum descendre, Magnum opus facio"[2] Nehemiah
peygamber gibi başından savmak ister miydi? Belki balmumundan konuşacaklardı. Ama
öyle olmadı. Şu Werner… acele acele merdivene tutundu. Şöyle bir fark var ki,
inmek yerine, tırmanmak için. Biraz genç olduğundandır. Bay Coquelin
Cadet'e yaraşır bir rol değil bu, hiç de
değil, olsa olsa bay Brulé'ye göre. Bu da ikincisi. Şuna dikkat ediniz, Lemoine; tabiatı uyarınca
işe yaramaz bir pudra olan bu sırrı, Werner'e armağan diye vermiyor. Sırrı iki
milyona satıyor, üstelik bunun bir lütuf olduğunu sanmasını sağlıyor:
Hayranlıkla seyredin yaptığım
iyiliği,
Ellerim size ne kadar ucuza
verdi, bu mucizevi hazineyi
Öylesine ki kuvvetli
Her derde deva bir ilaç gibi
Bu sözler, akılalmazlık no 1'de, herşey hesaba katıldığında bile, fazla
değişiklik yaratmıyor, akılalmazlık no 2'yi ise daha da genişletiyor. Olsun da
nasıl olursa! Tanrım, şuna dikkat edin, şimdiye kadar, özetle 'iyi bir
dramatürg' olan yazarı takip ettik. Bize Lemoine'in elmas üretiminin sırrını keşfettiği
söyleniyor. Her şeyden önce, bu konuda başka bir şey bilmiyoruz: bize bu
söyleniyor, hay hay diyor, adımımızı alıyor, ilerliyoruz. Werner, elmas
konusunda büyük bir bilirkişi, o da ilerledi, ve Werner, kurnaz yatırımcı,
kazığı yedi. Daha da ilerliyoruz. Büyük bir İngiliz bilgini, yarı fizikçi, yarı
senyör, doğru deyişle bir İngiliz lordu (fakat hayır madam, tüm lordlar zaten
İngiliz değil midir, o halde bir İngiliz lordu gereksiz laf kalabalığı olmaz
mı, hazır kimse duymamışken yeniden başlamayın), Lemoine'in gerçekten felsefe
taşını bulduğuna hükmediyor. İlerlemiyorsak daha öteye gidemediğimizden. Zangırt!
Buyrunuz, Lemoine'in elmaslarında, satın aldıkları ve kesinlikle Werner madeninden gelen taşları bulan kuyumcular. Bu
kadarı biraz fazla. Demek elmasların üzerinde hâlâ kuyumcular tarafından işlenmiş markalar var. Fazlanın da
fazlası:
Fırından markasıyla çıkan elmasta,
Détour'un yazarını göremiyorum artık
Lemoine tutuklanır. Werner
parasını geri ister, İngiliz lord bir daha tek kelime etmez: pat diye
duruyoruz, yürüme işi bitti, ve bu gibi durumlarda daima olduğu üzere, bunca mesafeyi
teptiğimiz için sinirleniyoruz, ve öfkemizi tam da birisine - Bakın hele! -
müellif bey boş yere orada değildir diye düşünmekteyim. Werner hemen hakimden
talepte bulunur, meşhur sırrı muhafaza eden zarfa elkonulmasını ister. Hakim
derhal kabul eder. Kimse bu hakim kadar nazik değildir. Ama Lemoine'in avukatı
bu yapılanın kanuna aykırı olduğunu söyler. Hakim hemen talebi geri çevirir:
kimse bu hakim kadar değişken değildir. Lemoine'e gelince, kesinlikle hakimle,
avukatlarla, bilirkişilerle v.s. bir gezintiye çıkmak ister, taa Amiens'e
kadar, fabrikası orada ya, elmas yapmayı bildiğini kanıtlamak için. Ve nazik ve
değişken hakim ona, Werner'i dolandırdığını her tekrar ettiğinde, Lemoine şu
yanıtı verir: "Bu bahsi kapatalım, gezintime bakalım." Ona cevaben
hakiminse repliği şöyle: "Kanımca, gezintiye, değmeyecektir." Kimse,
bu hakim kadar, Moliereci repertuara
adanmamıştır. V.s.
[1] Kimi tiyatro yazarlardan başyapıtlar. ç.n.
[2] "Büyük bir işle meşgulüm,
inemem." ç.n.
*Aradan geçen on
yılda Lemoine’ın, gerçeğe aykırı bir biçimde, elmas
üretmeyi keşfettiğini ve Beers’in başkanı sir Julius
Werner’den bir milyondan fazlasını kopartarak, onun şikayeti üzerine 6 Temmuz
1909’da altı yıla mahkum edildiğini belki de
unutmuşsunuzdur. Ceza mahkemesinin bu önemsiz fakat vaktiyle
kamuoyunu cezbetmiş davası bir akşam tarafımca, tamamen tesadüfen, belli
sayıda yazarın tarzını taklit etmeyi deneyeceğim parçaların yegâne teması
olarak seçildi. Pastişler hakkında küçük de olsa açıklama yaparak bunların etkisini azaltma
rizki ile karşı karşıya kalıyoruz, haklı
gururları incitmekten kaçınmak adına pastişi yapılmış yazarın sadece
kendi aklınca değil, zamanının dili ile de konuştuğunu varsaydığımızı hatırlatmak
isterim. Örneğin Saint Simone’daki iyi yürekli adam, iyi yürekli kadın
kelimeleri aynı samimi ve koruyucu anlamı bugün hiç de taşımıyor. Hatıralarında Saint-Simon, sonsuz bir
saygı beslediği, Chaulnes dükü için rahatça iyi yürekli adam Chaulnes
der ve pek çok kişi için aynı tâbiri kullanır. (M.P)
1 Aralık 2017 Cuma
11 Kasım 2017 Cumartesi
Sandıktan çıkanlar; Comtesse de Ségur | Blondin | I. ve II. bölümler
Comtesse de Ségur
Nouveaux
Contes Des Fées Pour Les Petits Enfants
(Librairie Hachette, 1896,Paris.)
Resimleyen: Virginia Frances Sterret
(Librairie Hachette, 1896,Paris.)
Resimleyen: Virginia Frances Sterret
I
BLONDİN
Bir
zamanlar Benin adında bir kral vardı; halkı onu çok severdi çünkü Benin çok
iyi kalpliydi; kötüler ondan korkardı, zira Benin’in adaletinden kimse
kaçamazdı. Benin’in karısı kraliçe Duset de onun kadar iyi kalpliydi.
Kral
ve kraliçenin Blondin adında bir kızları vardı. Gözalıcı, saman sarısı saçları
nedeniyle ona bu ismi vermişlerdi. Blondin de babası ve annesi kadar iyi kalpliydi.
Ne
yazık ki bir gün, kraliçe hayatını kaybetti. Kral, karısının ölümüne günlerce
ağladı. Blondin, annesinin artık hayatta olmadığını anlayamayacak kadar küçüktü:
gülmeye, oyun oynamaya, huzur içinde uyumaya
devam etti. Kral, Blondin’e büyük bir sevgi
besliyordu, Blondin ise babasını dünyada herkesten çok seviyordu. Babası ona en
güzel oyuncakları alıyor, en güzel şekerlemelerden, en tatlı meyvelerden getiriyordu.
Blondin çok mutluydu.
Bir
gün Kral’ın kulağına bir haber geldi; tüm halkı onun yeniden evlenmesini
istiyordu; çünkü onlara göre kralın kendisinden sonra ülkeyi yönetecek bir
erkek çocuğu olmalıydı. Kral ilk başta karşı koydu, ama sonra halkının
ısrarlarına dayanamadı; veziri ve arkadaşı Lejer’e şöyle dedi:
“Sevgili
dostum, halkım evlenmemi isti-yor; zavallı karım Duset’in ölümü nedeniyle hâlâ
kederliyim. Başka bir eş bulacak gücü
kendimde bulamıyorum. Lütfen bana eş bulma görevini siz üstlenin. Blondin’i mutlu
edecek bir prenses bulmanız yeter. Tek isteğim bu. Gidin sevgili Lejer,
kusursuz bir hanım bulduğunuzda, ondan benimle ev-lenmesini isteyin ve onu
sarayıma getirin.”
Lejer
hızla yola çıktı. Ne kadar kral varsa hepsini ziyaret etti. Güzellikten
nasibini almamış, huysuz mu huysuz bir sürü prenses gördü. En sonunda Turbulent
kralının sara-yına vardı. Kralın oldukça sevimli, canayakın bir kızı vardı, iyi
kalpli birine benziyordu. Lejer onu çok güzel buldu ve kral Benin’le
evlenmesini istedi. Gelin görün ki onun gerçekten iyi kalpli olup olmadığını
sorup soruşturmaya gerek duymadı. Oysa bu prenses kötü, kıskanç ve kendini
beğenmiş biriydi. Turbulent kralı kızının uzun tatillerinden, av partilerinden,
bitmek bilmeyen eğlencelerinden bıkmıştı. Ondan kurtulacağına sevindi ve hiç düşünmeden
bu evliliğe razı oldu. Böylece Lejer’in, prensesi Benin krallığına götürmesine
izin verdi.
Lejer,
prenses Fırçasaç’ı yanına aldı ve yola çıktı. Yolculuklarında bin katır, prensesin
özel eşyalarını, mücevherlerini taşıyordu.
Bir
ulak[1] Benin kralına
kafilenin gelmekte olduğunu bildirdi. Kafile saraya vardığında karşılama için
gerekli hazırlıklar çoktan tamamlanmıştı. Kral, prenses Fırçasaç’a “Hoş geldiniz,”
dedi. Onu çok güzel buldu. Halbuki prenses Fırçasaç temiz kalplilik ve iyilik
bakımından eski karısı Duset’e hiç de benzemiyordu! Yeni kraliçe, Blondin’i
görünce ona kötü kötü baktı. O zamanlar henüz üç yaşında olan Blondin hemen
ağlamaya başladı.
“Bu
çocuğa ne oldu böyle?” diye sordu kral. “Benim tatlı, uslu Blondin’im acaba
neden böyle yaramaz bir çocuk gibi ağlıyor?”
“Baba, babacığım...” diye bağırdı Blondin, kralın kollarına sığınarak. “Beni bu
prensesten uzak tutun. Korkuyorum; o kötü birine benziyor!”
Buna
şaşıran kral, prenses Fırçasaç’a baktı; Genç kadın, yüzündeki o korkunç ifadeyi gizlemeyi başaramamıştı. Kral onun bakışlarındaki
kötülüğü fark etti. Ani bir kararla şöyle bir çözüm buldu: Blondin yeni kraliçeden ayrı büyütülecek, ona büyük bir sevgi besleyen dadısının ve
hizmetçinin koruması altında olacaktı.
Böylece
kraliçe, Blondin’i çok az gördü. Fakat tesadüfen karşılaştıklarında, küçük çocuğa
duyduğu nefreti gizleyemiyordu.
Bir
yılın sonunda kral Benin ve Fırçasaç’ın, Esmeray adında bir kızları oldu;
kömür gibi kara saçları nedeniyle ona bu ismi vermişlerdi. Esmeray sevimliydi,
ama bazen Blondin’e kötü davranıyordu. Onu ısırıyor, çimdikliyor, saçlarını
çekiyordu. Oyuncaklarını kırıyor, en güzel elbiselerini kirletiyordu. İyi yürekli
küçük Blondin ise ona hiç kızmıyordu. Her zaman Esmeray’ı affetmenin bir
yolunu buluyordu.
“Yapma
baba...” diyordu krala. “Onu azarlama; o daha çok küçük, oyuncaklarımı
kırdığında beni üzdüğünü bilmiyor... Benimle oynamak istediği için beni
ısırıyor... Saçlarımı da oyun yapmak için çekiyor, ” v.s.
Benin
kralı kızına sarılıyor, hiçbir şey demiyordu ama Esmeray’ın tüm bunları yaramazlıktan
yaptığını, Blondin’in de onu iyi yüreklilikten affettiğini iyi biliyordu. Öyle
ki Blondin’e olan sevgisi nasıl artıyorsa, Esmeray’a olan sevgisi de azalıyordu.
Zeki
bir kadın olan kraliçe Fırçasaç bu olanları fark etmekte gecikmedi. Küçük ve
masum Blondin’den git gide daha çok nefret etti, kral Benin ile arasının bozulacağından
korkmasa mutlaka Blondin’i mutsuz etmenin bir yolunu bulurdu.
Kral,
Blondin’in kraliçeyle yalnız kalmasını kesinlikle yasaklamıştı. Kral Benin iyiliği
kadar, kararlarının kesinliği ile de tanınıyordu. İtaatsizliği katı bir biçimde
cezalandırırdı. Bu nedenle kraliçenin kendisi bile bu emri çiğnemeye cesaret
edemedi.
II.
BLONDİN
KAYBOLUYOR
Blondin
yedi, Esmeray üç yaşına geldi. Kral, Blondin’e iki devekuşunun koşulduğu çok
şirin bir araba hediye etti. Arabayı on yaşında küçük bir paj[1] sürüyordu. Adı
Oburo’ydu. Oburo, Blondin’e büyük bir sevgi besliyordu, doğumundan beri onunla
oyun oynamıştı. Blondin de bu iyi yürekli oyun arkadaşını çok seviyordu. Fakat
Oburo’nun kötü bir alışkanlığı vardı: o çok oburdu, şekerlemeleri çok
seviyordu. Bir kese şekerlemeye sahip olmak için kötü bir şey yaparsa
şaşırmazdınız. Blondin ona sık sık şöyle diyordu:
“Oburo,
seni çok seviyorum, ama seni sürekli abur cubur yerken görmek hoşuma gitmiyor.
Yalvarırım bu kötü alışkanlığından vazgeç, öyle obursun ki insanların gözünü
korkutuyorsun.”
Oburo,
Blondin’in elini öpüyor, ona düzeleceğine söz veriyordu. Ancak mutfaktan
pasta, misafir salonundan şekerleme çalmaktan geri kalmıyordu. Arada sırada
söz dinlemediği ve oburluğa devam ettiği için cezalandırıldığı da oluyordu.
Kraliçe
Fırçasaç, Oburo ile ilgili şikayetleri çabuk öğrendi, onun bu çirkin alışkanlığından
yararlanabileceğini düşündü. Belki Blondin’in kaybolması için ondan faydalanabilirdi...
Şöyle bir plan hazırladı:
Blondin,
Oburo’nun sürdüğü devekuşu arabasıyla gezmeyi çok seviyordu. Arabayla en çok
bahçede gezerlerdi. Bu bahçe çitlerle çevrilmişti. Tam sınırda muhteşem, oldukça
büyük bir orman başlıyordu. Buraya Leylak Ormanı deniyordu, bütün bir yıl
boyunca burada çiçek açmış leylaklar olurdu.
Bu
ormana girmeye kimse cesaret edemiyordu; çünkü büyülü olduğu herkes
tarafından biliniyordu. Birisi ormana gitti mi oradan asla çıkamazdı. Oburo, ormanın
bu korkunç özelliğinin farkındaydı. Arabayı o tarafa sürmesi kesinlikle
yasaklanmıştı. Çünkü Blondin dalgınlıkla çitleri aşıp Leylak Ormanı’na
girebilirdi.
Kral
kim bilir kaç kez bu çitler boyunca yüksek bir duvar ördürmek istedi. En azından
geçilmesini engellemek için bunları sıklaştırmaya çalıştı. Fakat işçiler
taşları ya da tahtaları yerlerine koyar koymaz, bilinmeyen bir güç onları
yerlerinden alıyordu. Tüm malzeme bir anda ortadan kayboluyordu.
Kraliçe
Fırçasaç, işe Oburo’nun dost-luğunu kazanmakla başladı. Her gün ona başka başka
şekerlemeler verdi. Onu öyle oburlaştırdı ki küçük paj, şekerlemelerden, dondurmalardan, pastalardan asla vazgeçemeyecek
hale geldi. Çünkü bunlar hiç bitmiyor, kraliçe sayesinde hep yenileri geliyordu.
Kraliçe bir gün onu huzuruna çağırttı ve şöyle dedi:
“Oburo, bonbon ve şekerlemelerle dolu bir sandığa
sahip olmak senin elinde. Bana karşı gelirsen bir daha asla şekerleme göremezsin.”
“Bir
daha asla şekerleme görememek mi!!! Yoo... Lütfen kraliçem... Şekerleme yemezsem
üzüntüden ölürüm... Söyleyin kraliçem, ne emrederseniz yaparım...”
“Ne
mi gerekiyor?” dedi kraliçe bakışlarını pajın üzerinden ayırmadan. “Prenses
Blondin’i Leylak Ormanı’nın yakınlarına götürmelisin...”
“Ama
kraliçem bunu yapamam, kral Benin bunu yasakladı.”
“Yaa!..
Yapamaz mısın?.. Madem öyle güle güle. Sana artık şekerleme veremeyeceğim,
hatta tüm sarayda sana şeker verilmesini yasaklıyorum...”
“Durun!..
Lütfen kraliçem, acıyın bana...” dedi Oburo ağlayarak. “Bu kadar merhametsiz
olmayın! Bana başka bir emir verin, hemen yerine getireyim.”
“Tekrar
ediyorum, Blondin’i Leylak Ormanı’nın yakınlarına götüreceksin. Ara-badan inmesi,
çitleri aşması, ormana gitmesi için onu cesaretlendireceksin.”
“Fakat
kraliçem...” dedi Oburo, üzüntüden rengi solmuştu. “Prenses ormandan içeri
girerse, oradan asla çıkamaz. Bu ormanın büyülü olduğunu biliyorsunuz.
Prensesi oraya göndermek onu ölüme göndermek demek.”
“Üçüncü ve son kez soruyorum... Blondin’i oraya götürecek misin? Seçimini yap:
ya her ay ağzına kadar şekerlemelerle dolu bir sandık alırsın ya da
şekerlemelere, hamur işlerine sonsuza dek veda edersin.”
“Fakat
kraliçem... Eninde sonunda Kral beni cezalandıracaktır. Bundan nasıl kurtulabilirim?”
“Seni
koruyacağım. Söz veriyorum, ceza almayacaksın. Blondin’i Leylak Omanı’na
gönderir göndermez yanıma gel. Şekerlerle birlikte buradan ayrılmanı
sağlayacağım, ayrıca geleceğin de güvence altında olacak.”
“Kraliçem,
lütfen bana acıyın! Ben ona kötülük yapamam. Çünkü o bana hep iyi davrandı!”
“Seni
küçük sefil, yoksa karar veremiyor musun?! Blondin’e ne olduğunun senin için ne
önemi var! Ayrıca şunu da bil, Blondin kaybolduktan sonra seni Esmeray’ın hizmetine
alacağım... Ömrün boyunca şekerlemesiz kalmayacağını garanti ediyorum.”
Oburo
ne yapacağını bilemiyordu. Ne yazık ki sonunda bir karara vardı: Bir kaç kutu şekerleme
için iyi kalpli prensesi büyülü ormana götürecekti. Günün geri kalanında ve de tüm
gece boyunca bu suçu işleyip işlememeyi düşündü. Kraliçenin emrine uymazsa en
sevdiği yiyeceklere bir daha asla kavuşamayacaktı... Sonra aniden aklına şu
geldi: Prenses kaybolduktan sonra onu bulmak için güçlü bir periden yardım isteyebilirdi.
“Periler hep iyilik yapar. Yardım istediğimde beni geri çevirmeyeceklerdir,”
diye düşündü. Evet prenses belki kaybolacaktı ama bu uzun sürmeyecekti. Oburo,
çözüm bulduğuna inanarak umutlandı, umut belirince de kararsızlığı son buldu. Kraliçenin
emrini yerine getirmek üzere uykuya daldı.
Ertesi
gün öğleden sonra, Blondin, arabasını çağırttı. Binmeden önce babasına sarıldı
ve iki saat içinde döneceğine söz verdi. Bahçe çok büyüktü. Oburo devekuşlarını ilkin Leylak Ormanı’nın zıttı
yöne sürdü.
Ama saraydan görülemeyecek kadar uzaklaştıklarında yön değiştirdi. Leylak
Ormanı kapısına doğru ilerledi. Çok üzgündü, hiç konuşmuyordu. İşlediği suç
kalbine ağır geliyor, düşünmesini engelliyordu.
“Neyin
var, Oburo?” diye sordu Blondin. “Bugün hiç konuşmuyorsun. Yoksa, hasta mısın?”
“Hayır,
hasta değilim prenses, bugün gayet iyiyim.”
“Ama
rengin ne kadar solgun! Neyin var, söyle bana. Seni üzgün görünce ben de üzülüyorum.
Seni neşelendirmek için her şeyi yaparım.”
Blondin
ona iyi davrandığı için Oburo’nun kalbindeki ağırlık biraz geçmişti. Fakat
kraliçe Fırçasaç’ın vaat ettiği şekerlemeler doğru olanı yapmasını engelledi.
Blondin’e
cevap vermeye fırsat bulamadı. Devekuşları çoktan Leylak Ormanı’nın çitlerine
varmıştı.
“Ne
güzel bir koku! Ne güzel çiçekler!” diye bağırdı Blondin! Bu çiçeklerden koca
bir demet yapıp babama götürsem ne güzel olur! Atla, Oburo, hadi bana bir kaç
leylak getir.”
“Arabadan
inemem, prenses; ben yokken devekuşları kaçabilir.”
“Ama
ne olacak, onları tek başıma saraya götürebilirim.”
“Ama
kral sizi yalnız bıraktığımı görürse çok kızar. Çiçekleri siz kendiniz toplasanız
daha iyi olur, ayrıca en hoşunuza gidenleri seçersiniz.”
“Haklısın,” dedi Blondin. “Babamdan azar işitirsen çok üzülürüm, sen benim
dostumsun.”
Sonra
yavaşça arabadan indi, çitlerin arasından geçti ve leylak toplamaya başladı.
Oburo
o an ürperdi, kafası karışmıştı: içini büyük bir pişmanlık kapladı. Blondin’e
seslenirse kötü bir şey olmasına engel olabilirdi. Fakat Blondin ondan on
adım uzakta olmasına rağmen, Oburo’yu duymuyordu. Yavaş yavaş büyülü ormanın
içine içine gidiyordu.
Oburo
uzun bir süre Blondin’i leylak top-larken gördü. Küçük kız en sonunda gözden
kayboldu.
Oburo
ne yapacağını bilemeden olduğu yerde kaldı. Ağladı da ağladı, oburluğuna lanet
okudu, kraliçe Fırçasaç’tan nefret etti. Fakat sonunda saraya dönüş vaktinin geldiğini
hatırladı ve yola çıktı.
Ahıra
gizlice girdi. Sonra hemen kraliçenin yanına koştu. Kraliçe onu rengi solmuş, gözleri
ağlamaktan kızarmış halde görünce Blondin’in kaybolduğunu anladı.
“Tamam
mı?” diye sordu.
Oburo
evet der gibi başını salladı, konuşacak gücü yoktu.
“Buraya
gel,” dedi kraliçe. “İşte ödülün.”
Ve
ona içi çeşit çeşit şekerlemeyle dolu küçük bir sandık gösterdi. Uşaklardan
biri bu sandığı kaldırdı ve bir katıra yükledi.
“Bu
sandığı Oburo’ya teslim ediyorum, onu babama götürecek. Oburo, hemen yola çık.
Yeni bir sandık almak için bir ay sonra yine buraya gel.”
Bunları
söylerken çocuğun eline bir kese de altın tutuşturdu. Oburo hiçbir şey söylemeden
katıra bindi. Dörtnala yola çıktı. Ama katır oldukça huysuz ve inatçıydı, sırtındaki
yükten çabuk bıktı. Oburo’yu da sandığı da üstünden atmak için çifte atmaya, şaha kalkmaya başladı. Ne ata
ne de katıra binmeyi bilmeyen Oburo dengesini kaybetti. Yere düştü ve başını
bir taşa çarptı, aynı anda can verdi. Ömrü kraliçenin verdiği şekerlemelerden
bir tane bile tatmaya yetmemişti.
Ona
ne olduğunu kimse merak etmedi, çünkü onu
kimse sevmiyordu. Leylak Ormanı’ nda
kaybolan Blondin’den başka...
[2]
Paj: Eskiden yetiştirilmek üzere kral ya da yüksek dereceli soyluların yanına
verilen çocuk veya delikanlı. ç.n.
[1]
Eski zamanlarda haber getirmekle görevli kimse. Atlı ulaklar olduğu gibi koşucu
ulaklar da vardı. ç.n.
21 Ekim 2017 Cumartesi
20 Ekim 2017 Cuma
R. L. Stevenson "İLK KİTABIM: Define Adası" | ilk sayfalar
Robert Louis
STEVENSON
“My First Book: Treasure Island”
The Idler 6 [August 1894]
İLK KİTABIM: "DEFİNE ADASI"*
İlk kitabımdı demek olmaz, çünkü ben sadece romancı
değilim. Ancak çok iyi bildiğim bir şey var ki, yüce halk, veznedarım benim,
roman harici yazdıklarıma burun kıvırmasa da kayıtsızlıkla bakmakta; beni
çağıracağı mı tuttu, en aşina olduğum, aklımdan silinmez karakterde seslenir,
ve ne zaman ki ilk kitabımdan bahsetmem istense, gelen soru olsa olsa ilk
romanımla ilgilidir.
Erken ya da geç, şu ya da bu şekilde, isteye ya da istemeye
bir roman yazmaya koyuldum. Nedenini sormak bana anlamsız geliyor. İnsanlar türlü
tuhaf meraklarla dünyaya gelir: daha küçük yaşlarımdan itibaren bir dizi hayali
olayı oyuncağım yapma adetim vardı; ve
de yazmayı öğrenir öğrenmez, kağıt
imalatçılarına iyi dost oldum. "Rathillet," "Pentland'ın
İsyanı," "Kralın Affı" (ya da "Park Whitehead"),
"Edward Daven," "Kır Dansı," "Batı'da Bir Kan Davası"nı
meydana getirmek için tabakalarca kâğıt gitmiştir, bunca kâgıdın şimdi kül olduğunu
ve toprağa yeniden döndüğünü hatırlamak benim için teselli verici. Kara bahtlı
ilk denemelerimden sadece birkaç tanesini adlandırmıştım, unutulmadan önce geçici
bir üne kavuşanlar da sadece bunlar oldu; ve yine bunlar, uzun bir seneler
dizisinin üzerini örtmekte. "Rathillet"e on beşimden önce giriştim,
"Kan Davası"na yirmi dokuzumda; ve otuz birime gelinceye dek
uğradığım bozgunlar ara vermeden devam etti. O zamana değin küçük kitaplar,
küçük denemeler, kısa hikâyeler yazmıştım; sırtım sıvaslanmış ve - geçinmeye
yetecek kadar olmasa da - bunlar için para almıştım. Yeni yeni tanınmaya
başlıyordum, çalışkan bir adamdım; canım burnumdan gelecek kadar çalıştım, ancak
çabalarımın boşunalağı - iş görebilecekken enerjimi bu işe vermek ve onunla
hayatımı kazanamamak - kimi zaman yanaklarımı kızarttı: halbuki yarım kalmış bir
ideal hâlâ karşımda ışıldıyordu. Canla başla on on iki kez denesem de henüz roman yazamamıştım. Tüm o nadide
girişimlerim sadece birazcık ilerleyebilmiş sonra da bir okul öğrencisinin saati gibi
aniden duruvermişti. Yıllardır ayakta bekleyen ama henüz tek koşu yapmamış bir
kriket oyuncusu gibiydim. İşi, kağıdı ve vakti olan herkes kısa hikâye
yazabilir - kötüsünü, demek isitiyorum - ancak kimse kötü bir roman yazmayı
hayal etmez. Canınızı alan uzunluktur.
Kabul görmüş bir romancı romanını yükseltebilir ya da
alçaltabilir, romanının başında boş yere günler geçirir, alelacele karalamaya
varıncaya değin yazmaktan başka bir şey yapmadığı olur. Ancak bu yeni başlayan
için böyle değildir. İnsan doğasının belli kanunları vardır; içgüdü - kendini
koruma içgüdüsü - haftalarla ölçülebilecek başarısız bir edebi çalışmanın
zahmetlerini sürdürmeyi (önceki bir zaferin bilincinden teşvik ve destek
almayan) herkes için yasaklamıştır. Yani umudu besleyecek bir şeyler olmalıdır.
Yeni başlayanın bir tutam rüzgâra, çalışacak bir şans damarına ihtiyacı vardır;
romancı adayı, kelimelerin kendi kendilerine geldiği, cümlelerin kendi
kendilerine dengelendiği o saatlerden birinde olmalıdır - DAHA EN BAŞLARDA BİLE.
Ve çalışmaya koyulduğunda, kitap tamamlanıncaya dek, ileri korku dolu bakışlar
atacaktır! Uzunca bir süre esinti değişmeden devam eder, damar işler; aynı stil
kalitesini korumak, idare etmek zorundasınızdır: uzunca bir süre kuklalarınız
daima kanlı canlı, daima tutarlı, daima güçlü olmalılardır!.. O günlerde, üç
ciltli her kitaba derin bir saygıyla baktığımı anımsıyorum; bunları sadece
edebi anlamda değil, fiziki ve ahlaki sebatkârlığın, Ajax'ın cesaretinin zaferi
gibi görüyordum.
Kaderde yazılı o yıl, Pitlochry'nin yukarısında Kinnaird'ta
babam ve annemle birlikte yaşamaya gelmiştim. Kızıl kırlarda, altın rengi
derenin kıyısı boyunca yürüyüş yaptım; dağlarımızın taze, sert havası beni
canlandırıyordu; bize esin verdiği içindir ki, karım ve ben ortaklaşa bir
hayalet hikayeleri cildi tasarladık, karım bu cilt için "Yataktaki
Göge"yi yazdı, ben de "Thrawn
Janet"yi, ayrıca "Mutlu Adamlar"ın ilk taslağını. Doğduğum
yerlerin havasını seviyorum, ama o beni sevmez; dolayısıyla bu tatlı dönem, soğuk,
pehlivan yakısı, Strathairdle ve Glenshee üzerinden Braemar-Castleton'a yapılan
bir göçle son buldu.
Orası epey esiyordu ve
bununla orantılı bir yağmur yağışı vardı; doğduğum yerin havası benim için
insanların nankörlüğünden daha kötüydü, ve zamanımın büyük bir bölümünü,
kederli bir isimle - Merhume Miss McGregor'un Kır Evi - diye bilinen bir evin
dört duvarı arasında geçirmeye razı oldum. Şimdi, yolu işaret eden parmağa
hayret edecek, şaşkınlıkla karşılayacaksınız. Merhume Miss McGregor'un Kır
Evi'nde bir öğrenci vardı, tatili ailesine ait dairede geçiriyordu, ve "zihin
seviyesini yükseltecek sıkı bir şeyler" arayışı içindeydi. Edebiyat
hakkında bir fikri yoktu; gelgeç beğenilerinin kabul ettiği tek şeyse
Raphael'in sanatıydı; kalem ve mürekkebin ve de bir shilinglik sulu boya takımının yardımıyla kısa sürede
odalardan birini resim galerisine çevirmişti. Galeri için başlıca ödevim
meraklı bir ziyaretçi olmaktı; ancak arada biraz gevşeyebiliyor, şövalesinin
başındaki (deyim yerindeyse) sanatçıya katılabiliyor ve günü onunla birlikte renkli
resimler yaparak verimli bir öykünme ile
geçirebiliyordum. Bu fırsatlardan birinde, bir adanın resmini yaptım; üzerinde
dikkatle dura dura, ve öyle sanıyorum ki, güzel bir biçimde renklendirilmişti;
şekli dile getiremeyeceğim kadar ilgimi çekti; beni soneler gibi mutlu eden koycukları
vardı: ve alınyazımın
bilinçsizliği ile "Define Adası" eserimi etiketledim. İnsanların
haritaları önemsemediklerini söyleyenler oldu, inanmak istemedim. İsimler,
ağaçlık bölgelerin şekilleri, yolların ve derelerin gidiş hatları, prehistorik
adamın yukarıda tepede ve aşağıda vadide hâlâ gözle seçilebilecek ayak izleri, değirmenler ve harabeler,
gölcükler ve sığlıklar, çalıların içinde belki bir Dikilitaş ya da Druid
çemberi.... Burada gözleri bakmaya hevesli ya da anlamak için iki kuruşluk da
olsa hayalgücü olan biri için sonsuz bir kaynak vardı.
---------------------------------------------------
*çevirisi devam ediyor, önümüzdeki haftalarda ekitap olarak yayınlamayı umuyorum. k.e.
17 Eylül 2017 Pazar
Langston Hughes - Hayaller
Hayaller (Dreams)*
Hayallere sıkı tutun
Hayaller bir kez kaybolursa
Hayat da kanadı kırık bir kuş olur
Uçamayacak bir daha
Hayallere sıkı tutun
Hayaller elinden kaçıp kurtulursa
Hayat da döner çorak bir tarlaya
Uzayıp giden karlar altında
* bes alti yillik bir ceviri ilk halinden bu yana cokca degisiklik gecirdi, blogta yayinladiktan sonra da yine degisiklikler yapmaya devam ettim-ediyorum, siirin tadini kacirmamak icin eski versiyonlarini paylasmayacagim; en uygun bicimi buluncaya kadar guncellemelerim devam edecege benziyor. Gectigimiz yillarda blogta Hughes'in kendi sesinden bir Dreams kaydi paylasmistim:http://kemal-ergezen.blogspot.com.tr/2016/03/blogta-ayn-sarks-yerinelangston-hughes.html?m=1
Hayallere sıkı tutun
Hayaller bir kez kaybolursa
Hayat da kanadı kırık bir kuş olur
Uçamayacak bir daha
Hayallere sıkı tutun
Hayaller elinden kaçıp kurtulursa
Hayat da döner çorak bir tarlaya
Uzayıp giden karlar altında
* bes alti yillik bir ceviri ilk halinden bu yana cokca degisiklik gecirdi, blogta yayinladiktan sonra da yine degisiklikler yapmaya devam ettim-ediyorum, siirin tadini kacirmamak icin eski versiyonlarini paylasmayacagim; en uygun bicimi buluncaya kadar guncellemelerim devam edecege benziyor. Gectigimiz yillarda blogta Hughes'in kendi sesinden bir Dreams kaydi paylasmistim:http://kemal-ergezen.blogspot.com.tr/2016/03/blogta-ayn-sarks-yerinelangston-hughes.html?m=1
7 Eylül 2017 Perşembe
20 Ağustos 2017 Pazar
12 Ağustos 2017 Cumartesi
NOROUÂS, denizci masalı
Paul Sébillot
"Norouâs"
conte de marin
La Revue Litteraire et Artistique
6. sayı, 11 Şubat 1882.
Bu yazının pdf versiyonunu Archive.org'tan indirebilirsiniz.
NOROUAS[1]
denizci
masalı
Bir zamanlar keten ektikleri küçük bir tarladan başka bir şeyleri
olmayan yaşlı bir adam ve kadın vardı. Keten bir zaman öyle boy attı öyle güzel
bir hal aldı ki böylesi daha önce hiç görülmemişti. İyice olgunlaştığında, yaşlı
çift onu söktü, suya yatırdı, sonra da kurutmak için çayırlığa serdi.
Güzel
mahsül adam ve kadının neşesini yerine
getirmişti, onu sattıklarında parayla ilgili dertleri tasaları kalmayacaktı;
ancak Norouâs’tan şiddetli bir rüzgâr geldi, keteni yerden kaldırdı, onu ağaçların
tepelerine fırlattı, denize savurdu.
Yaşlı adam
mahsülünün yok olduğunu görünce başladı Norouâs’a sövmeye, marota[2] sopasını kaptığı
gibi ketenini mahveden o lanet olası Norouâs’ı öldürmek için yola koyuldu. Yanına
iki üç günlük erzak aldı, ancak yolculuğu düşündüğünden çok daha uzun sürdü; yollarda
açlıktan ölecek hale geldi. Bir akşam bir hana vardı ve hancı kadına şöyle
dedi:
– Kuruşsuzum;
hayrınıza, bana bir parça ekmek verin, bırakın ahırda bir köşede uyuyum.
Böylece yaşlı
adamın yiyecek ekmeği, yatacak bir ot yığını
oldu; ertesi gün hancı kadına teşekkür etti ve ona şöyle sordu:
– Bana
Norouâs’ın nerede yaşadığını söyleyebilir misiniz?
– Elbette,
dedi kadın, beni takip edin yeter.
Adamı bir
dağın yamacına kadar götürdü ve şöyle dedi:
– Yaşadığı
yer işte orası, yukarda. –
Yaşlı adam
rüzgârların mesken tuttuğu dağı tırmanmaya koyuldu, biraz yol almıştı ki nöbetçilik
yapan Surouâs[3] ile karşılaştı.
– Kendine
Norouâs diyen sen misin? diye sordu.
– Hayır,
Surouâs’ım ben.
– Güzelim
ketenimi yok eden alçak Norouâs nerede? Sopamı sırf onu öldürmek için yanımda
getirdim.
– O kadar
yüksek sesle konuşma yaşlı adam, diye yanıtladı Surouâs, söylediklerini duysa seni
bir guibette[4] gibi havaya
savururdu.
– Görürüz
bakalım, dedi yaşlı adam sopasını sıkarak.
İşte o anda
Norouâs ortaya çıktı, eserek yaklaştı:
– Adi
Norouâs, biricik ketenim vardı onu da sen aldın!
– Bana bir şey
deme yoksa havayı boylarsın, diye cevap verdi Norouâs gürleyen bir sesle.
– Ketenimin
parasını bana vermen gerek!
– İşe-yaramaz
ihtiyar, kafamı şişirmeyi bitirdin mi söyle bakıyım! dedi rüzgâr.
Ancak iyi yaşlı
adam bağırmayı bırakmıyordu:
– Norouâs!
Ketenimi bana geri ver! Norouâs! Ketenimi bana geri ver!
– Madem
öyle, dedi Norouâs, barışmak adına, al sana benden bir mendil.
– Ketenimin
parasıyla, yüz parayla alınabilecekten çok daha fazlasını alırdım. Norouâs,
ketenimi öde!
– Ama bildiğin
mendillerde olmayan bir keramet var bu mendilde, ona “Açıl, mendil!” dediğinde bu
dünyada görüp görebileceğin en güzel donatılmış masayı önüne bulursun.
***
Yaşlı adam
dağdan indi, mendilini denemek için durdu. Ve ona şöyle dedi: “Açıl, mendil!”,
hemencecik adamın önünde ekmek, et ve şarapla dolu koca bir masa bitiverdi. Adam
ne varsa doya doya, iştahla yedi. Sonra akşam oldu, böylece daha önce uyuduğu
hanın kapısından içeri girdi.
– Eee? Norouâs,
hakkıyla ödedi mi ketenini? diye sordu hancı kadın.
– Evet,
elbette, diye yanıtladı adam. Bu akşam bana ekmek vermenize ihtiyacım kalmadı; Norouâs’ın
mendili bana ve herkese yetecek kadar ekmek veriyor ve mendili cebinden
çıkartarak “Açıl, mendil!” dedi.
Aynı anda
bir masa kendiliğinden ortaya çıktı, üzeri tabaklardan, bardaklardan, et ve şaraptan
dolup taşıyordu; kimse o zamana kadar bu kadar iyi tertiplenmiş bir masa
görmemişti.
Hancı kadın
ona ahır köşesinde bir ot yığını vermek yerine, kuş tüyünden minderi olan güzel
bir yatak gösterdi; yaşlı adam uykuya dalmakta gecikmedi ve büyük bir mutlulukla
içi geçtiğinde, hancı kadın mendilini aldı; onun yerine tıpkı ona benzeyen başka
bir mendil bıraktı. Adam evine döndü, karısı onu gördüğünde şöyle dedi:
– Norouâs,
ödedi mi?
– Evet, şu
güzel mendile bak.
– Koca
aptal, diye bağırdı kadın, bari başka bir şey alsaydın! Bizim ketenin parasıyla
yüzlerce mendil alırdın, bir taneyle yetinmişsin!
– Bağırma
böyle, ne kadar işe yaradığını göreceksin şimdi: “Açıl mendil” diye buyurdu.
Mendil kıpırdamadı,
masa donanmak üzere kurulmadı. Böyle olunca adam bir kaç kez daha “Açıl, mendil” diye
terslendi, ancak hiçbir şey olmuyor karısı onunla dalga geçiyordu.
– Norouâs
beni kandırdı, dedi adam; ama bu sefer öldüreceğim onu.
Sopasını aldı
ve yola koyuldu., uyumak için aynı hana gitti ve hancı kadına şöyle dedi:
– Norouâs’ı
geberteceğim, bana verdiği mendilin kerameti sadece iki seferlikmiş.
– Geçerken
uğramayı unutma, diye yanıtladı hancı kadın.
Yaşlı adam
ertesi gün sabah erkenden yola koyuldu; ve dağın tepesine vardığında bağırmaya
başladı:
– Norouâs,
allahın belası! Bana verdiğin mendilin kerameti sadece iki seferlikmiş;
Norouâs, ketenimi bana geri ver!
– Böyle
yüksek sesle bağırıp durma, yaşlı adam, yoksa seni bir guibette gibi havaya
uçururum.
– Norouâs
ketenimi bana geri ver! Norouâs ketenimi bana geri ver! Yoksa seni öldürürüm.
– Al
bakalım, dedi Norouâs, benden sana bir eşek. “Eşek, bana altın yap!” dediğinde,
istemediğin kadar altının olur.
Adam eşeği
ile dağdan indi, ve aşağıda ona şöyle dedi: “Eşek, bana altın yap.”
Eşek birden
kuyruğunu kaldırdı ve yolun üzerine avuç avuç altın pisledi. Yaşlı adam bunları
cebine doldurdu ve hana vardı:
– Eee? dedi
hancı kadın, Norouâs ödedi mi size?
– Evet,
bana bir eşek verdi, ne kerameti var göreceksiniz şimdi: “Eşek,” dedi “Bana
altın yap.”
Eşek
hemencecik kuyruğunu kaldırdı ve yere altın akçeler, yüz franklıklar düşürmeye
başladı. Yaşlı adam eşeğini ahıra götürdükten sonra, onu bir öncekinden çok
daha güzel bir odaya yatırdılar, ve uykuya daldığında hancı kadın eşeğini bir
benzeri ile değiştirdi.
Yaşlı adam
evine döndüğünde karısı ona şöyle dedi:
– Eee? Norouâs
sana ödedi mi?
– Evet,
diye yanıtladı adam, tepsini eşeğin kuyruğunun altına tut; ve “Eşek bana altın
yap!” diye buyurdu.
Eşek
kıpırdamadı, yaşlı adam sözlerini tekrar etti: “Eşek, bana altın yap.” Tepsinin
içine hiçbir şey düşmedi, adam öyle öfkelendi ki eşeğini öldürmek için eline
bir sopa aldı.
–Yaşlı
kaçık, dedi karısı, ikinci kez kandırttın kendini.
– Ah!
Norouâs, bu sefer öldüreceğim seni, diye bağırdı yaşlı adam.
Sopasını kavradı
ve yola düştü, hana varınca şöyle dedi:
– Norouâs
beni kandırdı, ama bu sefer geberteceğim onu!
– Geçerken
uğramayı unutma, diye yanıtladı hancı kadın.
Ertesi gün
erkenden kalktı, dağa tırmandı ve Norouâs’a şöyle dedi:
– Verdiğin
eşeğin kerameti iki seferlikmiş Norouâs, seni koca hırsız! Ketenimi bana geri
ver!
– Amaaan,
sen de neyim varsa almak istiyorsun! diye yanıtladı Norouâs.
– Norouâs,
ketenimi bana geri ver, yoksa öldürürüm seni.
– Seni bir
guibette gibi havaya savuracağım, dedi rüzgâr ve esmeye başladı.
Ama yaşlı
adam bağırmaya devam ediyordu. Norouâs ketenimi bana geri ver! Norouâs ketenimi
bana geri ver.
Ve Norouâs şöyle
dedi:
Al bakalım
yaşlı adam, benden sana bir sopa, “Açıl sopa!” dediğinde, sopa da vurmaya başlar;
onu durdurmak istediğinde de: “Ora pro nobis” diyeceksin. Eve dönüşte kaldığın hana
uğra, mendilinle eşeğini orada çaldılar.
Bu sefer yaşlı
adamın içi oldukça rahattı; yoldayken sopasını denemek istedi; ve şöyle dedi:
“Açıl sopa.” Sopa birden elinden kaçtı, ve havada uçmaya ve ona vurmaya başladı,
öyle hızlı vuruyordu ki yaşlı adam nereye sığınacağını bilemiyordu, onu
durdurmak için ne yapması gerektiğini ise hatırlamıyordu. En sonunda “Ora pro
nobis” demek aklına geldi ve sopa geri eline geldi.
Hana vardı
ve hancı kadın ona şöyle sordu:
– Eee?
Norouâs bu sefer ödedi mi bari?
– Evet,
bakın işte bu sopayı verdi, istediğim herkesi dövüyor. Benden çaldığınız
mendilimle eşeğimi geri verin.
– Sizden
bir şeyinizi almadım, diye yanıtladı hancı kadın. Böyle bağırmaya devam
ederseniz jandarmayı çağırtırım.
– Sopacığım,
dedi adam, açıl bakalım.
Sopa aniden
havada uçmaya başladı, hancı kadına ve müşterilere vurup duruyor, bardakları,
tabak çanakları kırıyordu, darbelerinin ardı arkası kesilmiyordu.
– Yapmayın,
iyiliksever efendim, sopanızı durdurun, diye bağırdı hancı kadın; mendilinizle
eşeğinizi iade edeceğiz size.
Yaşlı adam
bağırdı “Ora pro nobis!” Ancak sopa hızını almıştı, yaşlı adam ikinci kez “Ora
pro nobis!” diye bağırıncaya dek vurmayı bırakmadı.
Yaşlı adam eşeği
ve mendiliyle yola düştü, evine döndüğünde karısı ona şöyle dedi:
– Eee?
Norouâs, ödedi mi sana?
– Evet,
bana verdiği her şeyi göreceksin şimdi; tepsini tut: “Eşek, altın yap” diye
buyurdu.
Altın
hayretler içindeki yaşlı kadının tepsisine dökülüyordu, hayatı boyunca bu kadar
altın akçeyi hiç bir arada görmemişti. Yaşlı adam sonra mendili masanın üzerine
serdi; ve “Açıl mendil” dedi; ve masa yemeklerle, likörlerle doldu.
Karınları
iyice doyduğunda yaşlı adam şöyle dedi:
– Ayrıca
hâlâ istediğimi döven bir sopam var; bir deneyim dedim beni bir temiz benzetti, ama ne işe yarıyor sana şimdi
göstermeyim; olur ya benim üstümde
deneyeceğin tutar.
***
Yaşlı adam
eşeğinin yaptığı altınlarla gemiler aldı ve armatör oldu. Ama insanlar onun eski
bir hırsız olduğunu söylüyordu, bu kadar kısa zamanda böyle zengin olduğuna
göre birilerini soymuş ya da öldürmüş olmalıydı. Adalet bu işin üzerine düştü
ve yaşlı adam giyotin cezasına çarptırıldı.
İdam
sehpasında boy göstereceği gün geldiğinde, kafasının gövdesinden ayrıldığını
görmek isteyen onca insan meydanı doldurmuştu. Yaşlı adam şöyle dedi:
– İdam
mahkumlarına son arzuları sorulduğuna göre, ölmeden önce son bir kez görebilmek
için eski yarenlik sopamın getirilmesini istiyorum.
Sopayı bulup
getirdiler, adam onu eline aldı ve şöyle dedi:
– Bana tüm
zenginliğimi bahşeden sopamı görüyorsunuz. Sopacığım, açıl bakalım.
Böylece
sopa havaya uçtu, cellatın kafasını kırdı, jandarmaları devirdi, sehpayı yıktı
sonra da idamı izlemeye gelenlere vurmaya başladı. Her bir köşeden şöyle feryat
edildiği duyuluyordu:
– Ah! Yaşlı
adam, sopanızı durdurun, affedileceksiniz.
Yaşlı adam
kendisine kötülük yapılmayacağından artık emin olduğunda şöyle bağırdı: “Ora
pro nobis”. Ancak sopa dayak atmaya devam ediyordu ve adam ancak üçüncü kez
“Ora pro nobis” diye bağırdığında durdu.
Yaşlı adam
sopasından destek alarak huzur içinde evine geri döndü, ömrünün sonuna kadar
mutlu bir hayat sürdü.
1880’de Saint-Castlı, on dört yaşında bir muço, François
Marquer tarafından anlatıldı ve Paul Sebillot tarafından derlendi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)