BİR ASTRAKAN KRALI ARDINDA KÜÇÜK YAŞTA BİR PRENSİ SELEF
BIRAKARAK HAYATA GÖZLERİNİ yumdu. Küçük çocuğu annesinin otoritesine bırakmıştı. Kraliçe oğluna
görülmedik bir şefkat besliyordu, onu gözlerinin önünden bir an olsun ayırmıyor
hatta yatağının yanında yatırıyordu.
Kraliçe, uykusuzluk hastalığına yakalandığından, işinin
ehli uyku getirici kim varsa etrafına toplamıştı, bu kadınlar öyle yetenekliydi
ki, genç kadının bedeninin bütün uzuvlarını hafifçe ovarak ruhunu uyuşmaya
hazırlıyor, her türden masallar, özellikle peri masalları anlatıp onu eğlendirerek nihayetinde uykusunun gelmesini
sağlıyorlardı.
Küçük yatağına kıvrılmış küçük
prens, mucizelerle dolu bu masallardan öyle tat almıştı ki geceleyinki uykusu
unutturmasın diye bunları gün boyu kendine yeniden anlattırıyordu. Duru yoktu,
uyku getiricilerin ara vermesine bile izin vermiyordu: öyle ki Asya’nın bütün
pazarlarını araştırıp yeni bir repertuarla gelebilecek uyku getiriciler bulmak
artık şart olmuştu. Zira masallar olmadığında prens yemekten içmekten
kesiliyordu.
Prensin her türde eğitimi alması gerektiğini bilen kraliçe
onun bu masallardan bu kadar kesin bir zevk almasından tedirgin olmuştu. Onun
kanına işlemiş bu tutkuyu dizginlemek için boşuna uğraştı, en azından uyku
getiricileri saraydan uzaklaştırarak oğlunun masallarla beslenmesini önlemeye
çalıştı, ama olmadı.
Çünkü uyku getiricilerin yerini hemen genç muhasipler
almıştı. Mürebbinin kendisi bile, gözden düşmemek için bir masal anlatıcısı
oldu; böylece her şey genç prensin yanlış fikirlerini sürdürmesine katkıda
bulunduğundan doğa onun gözünde artık bir büyü haline geldi.
Pıtı pıtı giden bir fındık sıçanı onun için küçük sevimli
fındık sıçanıydı: bir papağan ya da yeşilağaçkakan, mavi kuştu: rengine göre,
bir yılan ya da yeşil bir yılancık, peri Manto’ydu: sıska bir yaşlı ya da
oldukça kirli pasaklı bir derviş, namsız Urgande ya da büyücü Pandragon’du. Şu
da var ki bahçelerini süslemek için konulmuş bir fıskiyeden üzerine ilk kez su
sıçradığında, mürebbisini dans eden suyu bulduklarına ikna etmeye çalışmıştı.
İlk yanılgılar kraliçeyi
eğlendirmişti; yanılgılarda diretme ise onu ciddi biçimde alarma geçirdi: zira
bu diretme kati ve kararlı bir dikkafalılık özelliği almaya başlamıştı;
hastalığın çaresiz olduğunu çabucak kavradıklarında, artık haklı nedenleri vardı.
Kraliçe oğlunu evlendirmek
istiyordu. Devlet konseyiyle el birliği edip, ona en avantajlı evliliği
ayarladı. Prens Kandahar kralının biricik kızı ve tek selefiyle evlenmek
zorundaydı. Bu genç kız ruhun, zekânın ve kalbin meziyetlerini güzelliğin
kayraları ile bir araya getiriyordu. Böylece iki aile kan bağı ile birbirine
bağlanacak, iki imparatorluk birleşecek, bu ittifakı doğa, siyaset ve sevgi
idare edecekti. Oğlu gözalıcı kuzini ile evlenmeyi inatla reddettiğinde
kraliçenin şaşkınlığı nice oldu. Prens genç kıza gayet dostane duygular
beslediğini söylüyordu, fakat onun gözlerinde büyük bir kusur vardı: o bir peri
değildi ve prens bir periden başkasıyla evlenmeyeceğine ant içmişti.
“Prensim, dedi kraliçe, perilerin varlığını hiç de şüpheli
görmüyorum; fakat masalların onlar hakkında sizi yanlış yönlendirdiğine şüphem
yok. Dünya üzerinde yatağına bir peri buyur eden tek kral yoktur, bunu yadsıyamam. Soyağacınız kökeninizin
en eski zamanlara dayandığını gösteriyor; atalarınızın hepsi kadınlarla
evlendi. Hayallerinizi bir kenara
bırakın. Halkınızı efendilerinin ve ailenizin mirasını devam ettireceğinize
dair temin edin. Bu kadar yakın olmuşken, Kandahar kralının dostluk adına
attığı adımları geri çevirerek güçlü bir düşman kazanmaktan sakının. Haberiniz
olsun, oldukça tehlikeli rakipleriniz var.”
Prens bakışlarını öne eğdi. Kraliçe onu düşünceleri ile
baş başa bıraktı ve mürebbiye, oğluna kendisine varmaya çoktan hazır olan genç
kızla evlenme kararını aldırmasını emretti.
Mürebbi, siyasi ne kadar beylik söz varsa hepsini sarf
etmesi gerektiğine inanıyordu, fakat sözleri çabuk kesildi: “Bana bağlı
devletleri çoğaltmaya ihtiyacım yok bayım, yapmam gereken elimin altındakileri
geliştirmek. Topraklarımın bir kısmındaki kuraklık oradaki nüfusu yerinden
ediyorsa, bir sopa darbesi şu faydalarıyla çare olabilir: çöllerin ortasında
kaynaklar çıkartır, bugünki kötü görüntüleri gözleri rahatsız eden şu kel
dağları eşi benzeri olmayan ormanlarla kuşatır. Nereyi meskenim yapmak istesem,
büyülü saraylar arkamdan gelir, hem de
hazinemi harcamama gerek kalmadan. Gerek olduğunda sınırlarımı çelik duvarlar korur; ben canavarlarla
etrafını sarabilecek ve halkını ayaklandırabilecekken, hangi düşman bana
saldırmaya cesaret edebilir?
- Fakat, diye yanıtladı mürebbi, bunlar bir periyle
evlendiğinizde mümkün olurdu; sizce de
perilerin güçlerini biraz abartmıyor musunuz? Tarih
aktardığı olayları güzelleştirir de: masallara fazla bel bağlamamak gerek.
- Perilerin o kadar da güçlü olmadığı şüphe götürmez, bayım; fakat bir
periyle evlenmek, bunu kesinlikle istiyorum, umarım dileğimi anlarsınız. Bu
konudaki hayallerimi size daha önce anlatmıştım, oldukça sıradışı ve olumlu olduklarına hükmetmiştiniz. Tek kelimeyle... kararımı verdim ben, güzel kuzinime
gelince o da kendi kararını versin. Bu sarayda, benimle tahtımı paylaşacak kraliçenin kendini
göstereceği anı bekleyeceğim; ama beni zorlamaya
kalkarlarsa, dünyanın her yerinde onu aramak için topraklarımdan dışarı
çıkarım. Ne yazık ki vaktiyle alkışladığınız planlarıma karşı çıkmakla beni
hayli şaşırttınız.
Mürebbinin bilinci bulanıklaşmıştı. Bu küçük serzeniş ona
iş dalkavukluğa varınca
sakıncaların er ya da geç başgösterdiğini hatırlattı. Uyarılarının fayda etmemesinden utanmış olarak, kraliçeye
prensin halleri hakkında izahat vermeye gitti. Kraliçe prensin saçmalıklarla
dolu bir eğitim almasına izin verdiği için kendine kızıp dursa da, olan
olmuştu.
Kendinden başka kimseyi suçlu bulmadığı için şiddetli bir
kedere gark oldu ve kederi, devam ettikçe, bu dünyadaki günlerini kısalttı.
Oğlu bundan etkilenmişti, ama inadından vazgeçecek kadar da etkilenmemişti.
Kısa süre sonra Halilbad Han adıyla ülkesinin idari kollarının başına geçti.