NEDEN
altıda? ne altıya beş kala, ne altıyı beş geçe, saat tam altıda. bu konu
kabullenmek istemeyeceğim kadar kafamı meşgul ediyordu, yine de yanılmamıştım.
alın işte, daha dün davam için yine ona gittim.
Şu
halde size neden ve kimden söz ettiğimi söylememin zamanı geldi.
O
dediğim kişi, mister Golding, solistörüm, anlayışlı ve yetenekli biri, Birleşik
Devletlerdeki tüm avukatlardan daha kurnaz, keçe bir eldiveni tersyüz eder gibi
düşüncelerinizi tersyüz etmeyi, sizi kıvama getirip zihninizi, grezlenmiş bir
bowie-bıçağıyla açar gibi açmayı gayet iyi bilen biri.
Ben
de sizin gibi bir insanım okur dostum,
ancak içimde sizde belki henüz sadece gizil halde olan bir yetenek
barındırıyorum.
İnsan
ırkına mensup her bireyde, hususî bir noktada ve o bunun farkında bile
değilken, dikkate değer bir süperduyarlık
yetisi vardır, bu yeti adeta başka bir duyudur.
Bunun kimilerinde altın arzusu ya da ticari girişimlerde burnu iyi koku almak olduğunu gördüm; kimilerinde ise bir hanımın
kırılganlığını sezgisel bir biçimde önceden
görmekti. Bol kepçeden sallayan birini duyduklarında şöyle diyenler vardı:
sövüşleyecek birini buldum yine. Kimileriyse çoluk çocuk sahibi kadınlar içinde
en en süslüsüne bakarak kendine şunları söylüyordu: işte aşığı olacağım kadın.
Bahsettiğim
şey tartışma götürmediği gibi açıklama da kaldırmaz. Olduğu gibidir, tüm
istemlerden bağımsız bir birleşme,
başka bir varlıktan bir parçayla onun dengi olan
sizin doğanızdan bir parçanın birleşmesidir ve kaçmakta muvaffak olamayacağınız bir dişliye benzer. O adamda ya
da o kadındaki bir pürüz, girinti çıkıntı, kendi kalıtımı nedeniyle
mekanizmamızın zembereklerinden
birine takılı kalır. Üstelik anında takılıverir.
Bana
gelecek olursak... benim önsezim bambaşka: bir adamda, epey masum, herkese hayli doğal gelen bir
adamda anormal olanı önceden sezerim, en küçük ölçeklerde olsa bile. Sonsuz-küçük bana fena dokunur. Ve bir
kez bu görünmez zemberek tarafından dokunulmayagörüyüm hiçbir şey beni
durduramaz. Öğrenmem, hareketi devam ettirmem, bana bağlanan itkinin sebebini
tespit etmem gerekir.
Mister Golding’le de böyle oldu, düzenli adamdır, bir
saatin sarkacı gibi: bir dişli gibi
yürür, otomatik bir biçimde, dahası matematiksel bir hayat sürer. Danışmanlığından faydalanmak için
onu bürosunda sabah saat onda bulurdum. Ayrıca şuna dikkat edin, ne ona bir kala, ne de onu bir geçe; mahkemede
saat birde; dairesinde ise saat beşte; saat altı da ise... işte beni yıldırım
gibi çarpan da bu saat oldu.
Ofisindeydim: davam hakkında konuşuyorduk... Ah ki ah!
Tam bir felaket... Bana dokunmayacak bir kaç yüz dolardı mesele... Fakat bunu bir gurur
meselesi haline getirdim ve yirminci kez Golding’e – kimbilir belki de yüzüncü kez - inatçılığımın nedenini tekrar ettim. Bir solistör dinlemeyi nasıl ki iyi bilirse
o da, geçen her dakikayı tarifelendirerek, az
sonra takdim edeceği ve şunları okumak zorunda kalacağım: X... davasına
danışmış olmaktan ... 8 dolar, borç defterini hayal ederek beni dinliyordu.
Saate dikkat etmemiştim, o da bana
danışma süresinin bitmek üzere olduğunu hatırlatmamıştı. Esasında, çözüme
yaklaşıyorduk ve görüşme hiç de gereksiz değildi.
Tartışmamıza son noktayı koymak üzereydim, zafer kazanmış
bir edayla hasmımın namussuzun teki olduğunu gösterecektim ki saat altıyı
çaldı: ah ki ah! usulca, upusulca, bir ingiliz gemi yükünden çıkmış, kurtlar
tarafından kemirilmiş yaşlı bir duvar saatinin yaşlı zilinin çatlak sesiyle. Öyle görünüyor ki saat altıyı çalmıştı: bense
tam duyamamıştım, zil ne kadar da zayıf çınlamıştı. Fakat aynı anda, Golding
artık karşımda yoktu. Peki neredeydi? Daha az önce deri koltuğunun içine çivi
gibi epey sağlamca çakık vaziyetteydi!... Arkama baktım,
çalışma odasının kapısı kapanıyordu. O gitmişti.
Hıpızlı, teptereddütsüz, tek af kelimesi etmeden, eyvallah bile demeden!...
Gitti, daha doğrusu dışarı kaydı.
Bu
adamla ilgili şey ve tahkikat yeteneğim
arasında bir birleşme oldu. Kendimi
boşlukta asılı kalmış gibi hissettim. Çarkın mandalı artık düşmüştü bir kere.
Hayır,
görüşmemizden böyle kaçması ne nezaketsizlikten, ne sıkıntıdan ne de
yorgunluktandı. Nezaketsizlik mi? Golding çelebinin ta kendisiydi! Sıkıntıdan
mı? Bir solistör, sadece evraka dökülmeyen şeylerden sıkılır. Yorgunluktan mı?
Müşteri ya da başka biri, ne önemi olur ki bunların?
Başka bir şey vardı.
Peki neydi? Hiçbir şey bilmiyordum, ama sezinliyordum. Belli belirsiz bir
heyecan, tanımlamayan ama bildiren, pozitif bir öngörü. Ertesi gün, bütün gün
boyunca, kafam fena meşguldü, bir arzuyla ilgili değildi bu, bilme ihtiyacıydı
ve kafamın içinden çıkmak bilmiyordu. Bir saplantıydı; fikir içimde kök
salıyor, gelişiyor, büyüyordu. Saat beşte solistöre döndüm. Beni her zamanki
gibi karşıladı. Halinde ne bir
değişiklik ne de bir soğukluk vardı, fakat özür de yoktu. Dün olanlar hakkında
bilgisi yokmuş gibi davrandı; bense konuyu açmaya cesaret edemedim.
Soru
dudaklarımın ucuna neden on kez gelip gitti ve neden on kez konuşacak cesareti
kendimde bulamadım? Altıya bir kaç dakika kala... bekliyordum, ah ki ah...
çatlak sesli zil çınlasın diye nasıl da bekliyordum... fakat gelip görüşmemizi
erken sonlandıranlar oldu, oradan ayrılmak zorunda kaldım ve caddeye indim.
Saat altıda, yanımdan geçti... ama beni görmeden, ya da en azından ben, beni
görmediğinden eminim, zira geçerken yüzüme bakmıştı... Onu takip edebilirdim,
ama bu şekilde davranmaya gerek olmadığına karar verdim. Böylece yollandım,
ertesi gün, bir sonrakinde de geri gelmek üzere.
Fakat talih – gerçi buna talih mi denir? – bana karşıydı;
saat altıya kadar bir türlü kendimi çalışma odasında bulamıyordum. Sadece
aşağıda kapının yanında büzülmüş bir halde durup kabarık cüzdanını aşırmak isteyen bir hırsız gibi onu
gözetleyerek, yanımdan geçtiğini, sakin,
soğukkanlı, etrafında olan biten her şeye duyarsız bir halde, her zaman aynı
yöne doğru, ne sağına ne soluna bakmadan
bir hedefe doğru dimdirek gittiğini görüyordum...
Kırk yaşlarında bir adamdı... Tabii ya! Portresi mi? Onda tuhaf olan hiçbir şey, kendine has hiçbir özellik göze
çarpmıyordu. Sadece çocuklar ve duygusal yetişkinler hâlâ kişinin dış kabuğunda
bir tuhaflık ışıltısı, davranışlarda ve
fizyonomide ihanet eden bir nokta olduğuna inanıyor. İnanın bana, tam aksine,
hiçbir görüntü vermeyen insandan
sakının asıl! Sakin yüz, önemsiz duruş, o istemli ya
da bilinçsiz ikiyüzlülük. Hiçbir şey demeyen yüz içerde konuşuyordur.
O
adam – gri saçlarıyla, mavi gözleriyle, yüksek ve kırışıksız alnıyla, düzenli
adımlarıyla, dışardan bakıldığında telaştan yoksunluğuyla – cidden içerde kırışıklara sahip olmalıydı,
kalbi eminim, vicdan azabının ihtilaçlı kesik kesik soluklarıyla ya da korkudan
sıçrama anında olduğu gibi, göğüs kafesinin içinde kesik aralıklı bir çarpmayla
atıyordu.
Onu
casus gibi nasıl da izledim, peşinden küçük ince adımlarla nasıl da gizlice
gittim, ses tonundaki değişiklikleri nasıl da inceledim!... ama nafile! Peki,
sadece ve sadece; otuz yıllık bir uygulama boyunca, saat tam altıda ofisini
terk etme alışkanlığını yerine getirdiğini, o saatte belki bir hükümet
görevlisinin, biraz daha kelli felli, belki biraz daha sert, Ketıldaki suyun fazla kaynamasından,
ekmeklerin fazla kızarmasından şikayet eden birinin onu beklediğini farz etmek
de ne oluyor?...
Ama
hayır, hayır, bin kere hayır. Kimse onu beklemiyor; ama o birini bulacak, başka
türlü yapamaz. Saat altıda yola düşmesi gerek.
İşte böyle, bunu açıklayamam, ama, yine de tekrar edeyim, bunu biliyorum. Böyle olmamasının imkanı yok.
Bu
düşünce bende sabit bir hale gelmişti. Golding’i hayatı bana ait olan bir
düşman gibi görmeye başlamıştım. Sırrını gizlemeye hakkı yoktu: zira onun
içinde varolan anormal benim içime yansıyor ve bende sürekli bir huzursuzluğa
neden oluyordu. Buna bir son vermeye karar verdim.
Tam
anlamıyla belli bir koşul bana hizmet etti. Buna uzun zamandır hazırlanmıştım.
Golding çok kibardı, ve – saat altıdan önce – kendisiyle arada sırada bir
bardak sherry içtiğim, plume-cake
paylaştığım iyi yürekli bir insan evladıydı. Böylece ona şöyle dedim: Davamı
kazanırsam, sizi bir luncha davet
etmeme izin verir misiniz?
Lunch
demiştim çünkü bu kelime gündüz gözüyle anlamına gelir ki masamda ona öğlen ya
da saat birde ihtiyacım vardı.
Davamı
kazandım. Sizi temin ederim, sözünü tutmasını talep etmek için hiçbir şey bana
geri adım attırmadı. Kuşkuya kapılmasından korkuyordum, ısrar etsem bu mutlaka
onda şüphe uyandırırdı. Evine dönmek zorunda olduğu vakti söylemesinden
endişeleniyordum. Fakat hayır, bahsi bile geçmedi. Hamilton-square’daki evime
kadar beni yüzünde bir gülümseme ve sakin bir alınla, işte böyle takip etti.
Eve
girer girmez istirhamlarda bulunmak için
elimden geleni yaptım. Esasında da hayli canayakındım... belki doğal olsun diye
fazlasıyla canayakındım. Fakat o hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey anlamıyordu. Hatta, Yankee
Doodle’ı mırıldandı, inan olsun, büyüden yoksun olmayan bir
sesle... fakat ben o sırada sabırsızlık
içinde şaraptan içsin diye tatlıya sıra gelmesini bekliyordum... kendime mahsus
şarabımdan. Sıkı bir oyun çıkarıyor ve saat altıyı çalacak diye ürperiyor,
titriyordum... ama hayır, daha çok vaktim vardı.
Nihayet!
Pastalar ve meyveler; kadehini bana uzattı, ben de doldurdum; birlikteliğimizin
parlak başarısına kadeh kaldırdı ve iki, üç, derken altı kadeh yuvarladı...
Zira bildiğim şeyin etkisini
göstermesi uzun zaman alacaktı!
Ama
işte kafası ağırlaşıyor, gözleri kapanıyor, onu kanepeye götürüyorum, bir puro
yakıp bekliyorum...
Ve
saat altıyı çalıyor...