13 Nisan 2016 Çarşamba

Blogta ayın şarkısı, - Gautierleri çevirirken en çok dinlediğim; Creedence Clearwater Revival - I Heard It Through The Grapevine

"Sakin Ev" ilk sayfalar

I


ESASINDA buraya bir ev denir miydi? Renkleri siyaha çalan dört duvar, pencere namına açılmış paralelkenar bir kaç göz sayesinde biraz adama benzemişti; ağır ve kaba demirleri, kocaman çivileri ile kapı da kara renkteydi. Karanlık ve keder burada her şeyin üzerine sinmişti ve burayı az önce kırbaçlanmış bir zencinin çehresine benzetiyordu. Taşlar da ruhlarını teslim etmişti, sanki gazap içinde kaderlerine boyun eğmekten başka ellerinden bir şey gelmiyordu.
Hiçbir zaman hiçbir ses onları neşelendirmeye gelmiyordu, hiçbir zaman hiçbir şanson yüzlerini güldürmek için çınla-mıyordu. Kendi hareketsizlikleri içinde cılız düşmüş, ağırlıklarını ancak taşır halde sessizliğin yüküne dayanabilmek için birbir-lerine yaslanıyorlardı. Bu yığına sıkıntıdan usanç gelmişti. Gelip geçenlerin içine korku salma kabiliyetinden de yoksundu.
Quiet-House (Sakin Ev) kimseyi korkutmuyordu. Kare şek-linde, yumuşak huylu baygın bir aybalığını andırıyordu, taştan bir esnemeydi o kadar.
Uykuya dalmış bir sfenks gibi hareketsiz bu antika yapının önünden geçenler ona bakmak için kafalarını bile çevirmezdi. Ev, şehrin uzak bir köşesinde, Hoboken’in[1] kuzeyinde Champs-Elysées yakınlarındaydı. Ağaçları mezarlık bitkileri gibi mattı.
Bu ev unutulmuş bir karakol gibi acaba neden taa oralara yer-leşmeye gitmişti. Ne gelen vardı ne de giden. Orada kimsenin yaşamadığını farz etmek yanlış olmazdı.
Evin önünde parka benzer bir bahçe bekliyordu, duvarları saygısız bir bakışı umutsuzluğa düşürecek kadar yüksekti. Gerçekte kimse de böyle bir hata işlemeyi aklından geçirmi-yordu. Yerleşim ıssızdı: dolayısıyla gizemi aralamaya çabalayan meraklı komşular yoktu, komşular olsaydı da hayli zahmete katlanmaları gerekirdi. Evin gri cephesinin sergilendiği yoldan kuş uçmaz kervan geçmezdi, gün batımından sonra bu yolda birilerinin yürüdüğünü görmek sadece büyük bir sürpriz olurdu.
Fakat asıl şaşırtıcı olan, ev hakkında bilinmeyenlerden çok bilinenlerdi. Buranın terkedilmiş olmadığı herkes tarafından biliniyordu. O haliyle üç, daha doğrusu dört kişiye konut görevi görüyordu: bunlar iki hekim, doktor Aloysius ve doktor Truphemus, birincinin eşi bayan Tibby ve küçük kızları Netty idi.
Yaşamları için gerekli erzakı nasıl temin ediyorlardı: işte kimsenin cevap veremediği soru buydu; ev nasıl iyi korunmuşsa, kimse açığa çıkaramasın diye sır da öyle iyi saklanmıştı. Ger-çekten de Hoboken kasabı John Clairfax, yan komşusu bakkal Smithson, fırıncı Parden, dükkânlarına tesadüfen de olsa Sakin Ev’den bir müşteri geldiğini ilk anda söyleyemezlerdi. Öyle ki vaktiyle, hizmetlerini sunmak için yola çıkmışlar, yiyecekle dolu arabalarını evin kapısı önüne çekmişlerdi; arabalardan birinde butlar sarkıyor, muhtelif sığır parçaları tekerleklerin sarsıntısıyla hopluyordu, diğerinde salam ve sucuklar vardı ve deri kapu-tunun üzerine çiçek tacı gibi dizilmiş mumlar yerleştirilmişti, üçüncü arabada ise altın sarısı ekmekler parlıyordu.
Dışarıdan zırhlanmış, içerdense kilitlenmiş kapı açılmadan önce, uzun süre çalmaları gerekti. Fakat esnaf ruhu sabretmeyi iyi bilir. Demir levha sonunda gıcırtılı topuk demirlerinin üzerinde dönene ve kır düşmüş saçlarla çevrelenmiş tatlı fakat huzursuz bir yüz, kocaman şaşkın gözlerle bu inatçı adamlara bakarak belirene kadar kapıyı çalmaktan usanmadılar.
− Buyrun beyler, ne istemiştiniz? diye sordu bayan Tibby, doktor Aloysius’un hanımı.
Ama kime rastladığını anlayarak hemen şöyle dedi:
− Hayır, hayır! Herhangi bir şeye ihtiyacımız yok.
− Bugün bir şeye ihtiyacınız olmayabilir, dedi John, sevimli yüzlü kasap, peki yarın?
− Yarın da bir ihtiyacımız yok, diye yanıtladı bayan Tibby.
− O halde, önümüzdeki hafta gelelim, dediler Smithson ve Parden aynı anda.
− Sizi zahmete sokmayalım, diye ısrar etti hanım, herhangi bir ihtiyacımız yok, olmayacak da.
− Asla mı! diye homurdandı John.
− İyi de nasıl olur? diye sesini yükseltti, Smithson.
− Burda yemek yenmiyor mu? diye patladı Parden.
Aynı anda bayan Tibby’in dirseğine gelen sarışın bir kafa ortaya çıktı, bu çocuk başının sarılığı sıradışı bir tondaydı, öyle-sine açık ve tekdüze idi ki sanki renksizdi.
Netty – isimden anlaşılacağı üzere doktor Aloysius’un çocuğu – mahalli girişimciler tarafından sergilenen yiyecekleri görünce bir sevinç ve hayret çığlığı kopardı.
− Anneciğim! Bunlar da ne böyle!?
− Bir şey değil, bir şey değil çocuğum, dedi bayan Tibby; ürpererek, rahatsız edilmekten çekiniyormuş gibi geriye baktı.
Sonra küçük Netty’i az öteye iterek:
− Hadi canım, doğru içeri. Size de beyler, güle güle... Üzülerek söyleyim ki bir daha gelmenize gerek yok...
Böylece kapı kapandı.
Üç tüccar bakıştı. Fakat hiçbiri az önce karşılaştıkları soruya makul bir yanıt bulamadı. Amansız inen bir kırbacın şehir istikâmetine dehlediği atlarına binerek yollandılar.
Size şunu söyleyim ki... Üzelerek şunu söyleyim ki − diye ısrar etmişti bayan Tibby. Doğrusu bu sözleri tuhaf bir tarzda, üzerine basa basa telaffuz etmişti; yanılmaktan korkmasanız, bu kelimeleri sarf ederken butlara, sucuk ve salamlara, çeşit çeşit somuna içi gidiyormuş gibi baktığını söylerdiniz.
Halbuki bir şeye asla ihtiyaçlarının olmayacağının altını çiz-mişti!
Hoboken’e vardıklarında, tedarikçiler yemek yemeyen insan-lardan oluşan bir aileyle karşılaştıklarını cemi cümleye bildirdiler. Kafası pratik çalışan bir adam o insanların gayet mutlu olduk-larını ileri sürdü; pek çok kişi de bunun önemli bir para ta-sarrufu olduğunda hemfikirdi. Ve boş düşüncelere kapılmamak nasıl ki her Amerikan için öncelikli bir ödevse, kimseler bir daha kendi keyiflerince Sakin Ev’de yaşayan bu insanlara kafa yormadı.




Üçüncü kişi; doktor Aloysius, evin sahibi. Ondan bahset-mektense transit geçmek daha kolay. Zira yılda yalnızca dört ya da beş kez kapalı evden çıktığı görülürdü. Öyle bir günde kapı, kadidi çıkmış; kafası-kolları-bacakları olan ve insan ırkına mensup olma iddiasındaki canlı bir yaratığın geçmesi için aralanırdı. Kafa sivri ve çıkıntılıydı: ön kısmında, deri sıyrılacak olsa altından yazısı silinerek üzerine başka yazılar yazılmış tüm parşömenlerin en ilgincini açığa çıkartacak sarı bir yüz ortaya çıkardı; yüzün, burun olduğunu kabul etmekte zorlanacağınız bir çıkıntısı vardı, burun delikleri öylesine dardı ki bu şeyi pürüzsüz ve çukur yanaklara nakşedilmiş bir bıçak ağzına benzetiyordu. Ağız solgun bir delikti ve dibinde dişler aramak boşunaydı. Diş etleri dudakların rengindeydi, bu da demek olu-yor ki, renksizdi. Gözler antrasit gibi karaydı, kafa keldi, sakalsa yoktu. Ama bu figürde hırpanilikten eser göremezdiniz: tüm fizyonomide kapalı bir saflık, belki savunmasız ama iyide de kötüde de en mutlak soğukkanlılığı sergileyen değişmez bir durgunluk kendini gösteriyordu.
Çöpten bacak tâbirine tıpa tıp uyan bacaklar, vaktiyle mat siyah olması lazım gelen ama eskilikten ve aşınmaktan parlamış, biçimsiz, çuval gibi bir elbiseden aşağı sarkıyordu. Eller, eprimiş, tülerip püskül püskül olmuş yenlerden uzuyordu.
Pekâlâ, doktor Aloysius evin eşiğinde belirmekteydi: başka bir kişi verandaya kadar ona eşlik ediyordu. Bu da evin dördüncü sakini: üstâd Truphemus’tu.
Bir deri bir kemiğin yaşayan antitezi. Özellikle de derinin. Truphemus tombuldu. Aloysius nasıl ki düz çizgiyi temsil edi-yorsa o da çemberi temsil ediyordu. Hatta çemberden çok küreyi. Ondaki herşey, bütünüyle, detayıyla yuvarlaktı. Sanki pek çok küre koca bir küre meydana getirmek üzere üst üste binmişti.
Öncelikle kafa, yuvarlak pörtlek gözleriyle yuvarlaktı; yuvarlak ağız, yuvarlak yanaklar, yuvarlak çene, yuvarlak burun. Omuzlar öne doğru çıkıntı yaparak kalça, butlar ve diğer kısımlarla bir-leşen karınla yekvücut olmuş göğsü çerçeveleri içine almak için hafif bir eğimle geri düşüyordu. Kamburu çıkmış sırt bu yu-varlaklığa gölge düşürmüyordu; bu kemeri yarıda kesecek tek bir düz çizgi yoktu. Güney kutbu simgeleyen bacaklar kuzey kutbu-nu simgeleyen başı tamamlamaktaydı. Truphemus bir camcının az evvel güçlü bir tek nefeste şişirdiği tuluma benziyordu.
İki doktor kapı eşiğinde bir müddet laflardı. Üstad Aloysius cebinden rulosunu açtığı bir kağıdı çıkartır ve sonra üstad Truphemus’un derin dikkatle dinlediği bir şeyler okurdu. Bu bir listeydi. Truphemus kafa sallar, onaylar yahut şöyle demek için: “Ehem! Öhöm! Gerek yok!” dudaklarını büzerdi. Bunun üze-rine Aloysius okuduğu kelimenin üzerini çizerdi. Bu teyit işlemi tamamlandıktan sonra, Aloysius kağıdı cebine geri götürür, mes-laktaşının tombul parmaklarını sıkan uzun elini uzatırdı.
Kapı kapanır ve Aloysius yola çıkardı.
Yokluğu akşama kadar sürer, saat altıya doğru yolda alışılageldiğin dışında bir şey fark edilirdi. Bu bir adamın çektiği bir el arabasıydı. Üstad Aloysius, kara, kösnül bakışlarını yükten ayırmadan arabanın ardından yürürdü.
Hayli tuhaf bir yüktü bu. Bir yığın demir. Her çeşit çıkma metal; yalnızca bunlar olsa iyi, her renkte, mavi, sarı, yeşil, kır-mızı, hatta beyaz maddeyle dolu, karmakarışık halde bir sürü şişe. Araba oldukça ağırdı, zira onu çeken adam kan ter içinde olur, öne doğru uzayan omuzları deri kayışların basıncıyla yay gibi bükülürdü. Bereket versin ki yol düzdü.
Kortej, Sakin Ev’in önüne vardığında üstad Aloysius ham-mala eve bir iki adım kala durmasını buyururdu. Sonra kendine özgü bir tarzda kapıyı çalmaya kendisi gider içerden de birisi, gecikmeden kapıyı açardı.
Üstad Truphemus yeniden belirirdi, günün belli saatlerinde kulübelerinden çıkan şu duvar saati tiplemeleri gibi.
İçindeki malzemeyi sırayla taşımak için meslektaşıyla birlikte arabaya gelirdi: bu hayli uzun bir işti, zira arabanın içi kenar kor-kuluklarını aşacak kadar malzemeyle dolu olurdu. Ayrıca üstad Truphemus kollarına aldığı yükü uzun uzun süzmek için yolun yarısında sık sık dururdu: bu yük örneğin çatı oluğu parçaları veya bir kaç merdiven basamağından sökülmüş paslı demir çubuklardı. Truphemus bunlara gözlerini ayırmadan, sevgiyle bakardı; gören ne der diye bir korku olmasa, bunları öpmekte sakınca görmeyeceği söylenebilirdi.
Ancak Aloysius acele edilmesini isterdi. Arkadaşının işi aksat-tığını fark ederek ona:
− Hadi yaşlı obur, diye bağırırdı, biraz daha hızlı olalım! Gayet iyi biliyorsunuz ki akşam yemeği bizi bekliyor.
Sonra bayan Tibby de işe el atıyordu: böylece çeşit çeşit obje duvarcıların kattan kata aktardıkları tuğlalar gibi elden ele geçi-yordu. Netty’nin de bir rolü vardı. Aloysius küçük kızın alnına şakacı bir şamar indirip en küçük parçaları ona verirdi..
İşçiye parasını ödüyorlar, o da yola çıkıyordu, tatmin olduğu her halinden belli olan bir havayla, ki bu emeğinin karşılığını fazlasıyla aldığının kanıtıydı.





[1] New York’ta kenar mahalle.