28 Kasım 2016 Pazartesi

"Kazara Güzel" ilk sayfalar, Jacques CAZOTTE

BİR ASTRAKAN KRALI ARDINDA KÜÇÜK YAŞTA BİR PRENSİ SELEF BIRAKARAK HAYATA GÖZLERİNİ yumdu. Küçük çocuğu annesinin otoritesine bırakmıştı. Kraliçe oğluna görülmedik bir şefkat besliyordu, onu gözlerinin önünden bir an olsun ayırmıyor hatta yatağının yanında yatırıyordu.
Kraliçe, uykusuzluk hastalığına yakalandığından, işinin ehli uyku getirici kim varsa etrafına toplamıştı, bu kadınlar öyle yetenekliydi ki, genç kadının bedeninin bütün uzuvlarını hafifçe ovarak ruhunu uyuşmaya hazırlıyor, her türden masallar, özellikle peri masalları anlatıp onu eğlendirerek nihayetinde uykusunun gelmesini sağlıyorlardı.
Küçük yatağına kıvrılmış küçük prens, mucizelerle dolu bu masallardan öyle tat almıştı ki geceleyinki uykusu unutturmasın diye bunları gün boyu kendine yeniden anlattırıyordu. Duru yoktu, uyku getiricilerin ara vermesine bile izin vermiyordu: öyle ki Asya’nın bütün pazarlarını araştırıp yeni bir repertuarla gelebilecek uyku getiriciler bulmak artık şart olmuştu. Zira masallar olmadığında prens yemekten içmekten kesiliyordu.
Prensin her türde eğitimi alması gerektiğini bilen kraliçe onun bu masallardan bu kadar kesin bir zevk almasından tedirgin olmuştu. Onun kanına işlemiş bu tutkuyu dizginlemek için boşuna uğraştı, en azından uyku getiricileri saraydan uzaklaştırarak oğlunun masallarla beslenmesini önlemeye çalıştı, ama olmadı.
Çünkü uyku getiricilerin yerini hemen genç muhasipler almıştı. Mürebbinin kendisi bile, gözden düşmemek için bir masal anlatıcısı oldu; böylece her şey genç prensin yanlış fikirlerini sürdürmesine katkıda bulunduğundan doğa onun gözünde artık bir büyü haline geldi.
Pıtı pıtı giden bir fındık sıçanı onun için küçük sevimli fındık sıçanıydı: bir papağan ya da yeşilağaçkakan, mavi kuştu: rengine göre, bir yılan ya da yeşil bir yılancık, peri Manto’ydu: sıska bir yaşlı ya da oldukça kirli pasaklı bir derviş, namsız Urgande ya da büyücü Pandragon’du. Şu da var ki bahçelerini süslemek için konulmuş bir fıskiyeden üzerine ilk kez su sıçradığında, mürebbisini dans eden suyu bulduklarına ikna etmeye çalışmıştı.
İlk yanılgılar kraliçeyi eğlendirmişti; yanılgılarda diretme ise onu ciddi biçimde alarma geçirdi: zira bu diretme kati ve kararlı bir dikkafalılık özelliği almaya başlamıştı; hastalığın çaresiz olduğunu çabucak kavradıklarında, artık haklı nedenleri vardı.
Kraliçe oğlunu evlendirmek istiyordu. Devlet konseyiyle el birliği edip, ona en avantajlı evliliği ayarladı. Prens Kandahar kralının biricik kızı ve tek selefiyle evlenmek zorundaydı. Bu genç kız ruhun, zekânın ve kalbin meziyetlerini güzelliğin kayraları ile bir araya getiriyordu. Böylece iki aile kan bağı ile birbirine bağlanacak, iki imparatorluk birleşecek, bu ittifakı doğa, siyaset ve sevgi idare edecekti. Oğlu gözalıcı kuzini ile evlenmeyi inatla reddettiğinde kraliçenin şaşkınlığı nice oldu. Prens genç kıza gayet dostane duygular beslediğini söylüyordu, fakat onun gözlerinde büyük bir kusur vardı: o bir peri değildi ve prens bir periden başkasıyla evlenmeyeceğine ant içmişti.
“Prensim, dedi kraliçe, perilerin varlığını hiç de şüpheli görmüyorum; fakat masalların onlar hakkında sizi yanlış yönlendirdiğine şüphem yok. Dünya üzerinde yatağına bir peri buyur eden tek kral yoktur, bunu yadsıyamam. Soyağacınız kökeninizin en eski zamanlara dayandığını gösteriyor; atalarınızın hepsi kadınlarla evlendi. Hayallerinizi bir kenara bırakın. Halkınızı efendilerinin ve ailenizin mirasını devam ettireceğinize dair temin edin. Bu kadar yakın olmuşken, Kandahar kralının dostluk adına attığı adımları geri çevirerek güçlü bir düşman kazanmaktan sakının. Haberiniz olsun, oldukça tehlikeli rakipleriniz var.”
Prens bakışlarını öne eğdi. Kraliçe onu düşünceleri ile baş başa bıraktı ve mürebbiye, oğluna kendisine varmaya çoktan hazır olan genç kızla evlenme kararını aldırmasını emretti.
Mürebbi, siyasi ne kadar beylik söz varsa hepsini sarf etmesi gerektiğine inanıyordu, fakat sözleri çabuk kesildi: “Bana bağlı devletleri çoğaltmaya ihtiyacım yok bayım, yapmam gereken elimin altındakileri geliştirmek. Topraklarımın bir kısmındaki kuraklık oradaki nüfusu yerinden ediyorsa, bir sopa darbesi şu faydalarıyla çare olabilir: çöllerin ortasında kaynaklar çıkartır, bugünki kötü görüntüleri gözleri rahatsız eden şu kel dağları eşi benzeri olmayan ormanlarla kuşatır. Nereyi meskenim yapmak istesem, büyülü saraylar arkamdan gelir, hem de hazinemi harcamama gerek kalmadan. Gerek olduğunda sınırlarımı çelik duvarlar korur; ben canavarlarla etrafını sarabilecek ve halkını ayaklandırabilecekken, hangi düşman bana saldırmaya cesaret edebilir?
- Fakat, diye yanıtladı mürebbi, bunlar bir periyle evlendiğinizde mümkün olurdu; sizce de perilerin güçlerini biraz abartmıyor musunuz? Tarih aktardığı olayları güzelleştirir de: masallara fazla bel bağlamamak gerek.
- Perilerin o kadar da güçlü olmadığı şüphe götürmez, bayım; fakat bir periyle evlenmek, bunu kesinlikle istiyorum, umarım dileğimi anlarsınız. Bu konudaki hayallerimi size daha önce anlatmıştım, oldukça sıradışı ve olumlu olduklarına hükmetmiştiniz. Tek kelimeyle... kararımı verdim ben, güzel kuzinime gelince o da kendi kararını versin. Bu sarayda, benimle tahtımı paylaşacak kraliçenin kendini göstereceği anı bekleyeceğim; ama beni zorlamaya kalkarlarsa, dünyanın her yerinde onu aramak için topraklarımdan dışarı çıkarım. Ne yazık ki vaktiyle alkışladığınız planlarıma karşı çıkmakla beni hayli şaşırttınız.
Mürebbinin bilinci bulanıklaşmıştı. Bu küçük serzeniş ona iş dalkavukluğa varınca sakıncaların er ya da geç başgösterdiğini hatırlattı. Uyarılarının fayda etmemesinden utanmış olarak, kraliçeye prensin halleri hakkında izahat vermeye gitti. Kraliçe prensin saçmalıklarla dolu bir eğitim almasına izin verdiği için kendine kızıp dursa da, olan olmuştu.

Kendinden başka kimseyi suçlu bulmadığı için şiddetli bir kedere gark oldu ve kederi, devam ettikçe, bu dünyadaki günlerini kısalttı. Oğlu bundan etkilenmişti, ama inadından vazgeçecek kadar da etkilenmemişti. Kısa süre sonra Halilbad Han adıyla ülkesinin idari kollarının başına geçti. 

"Kazara Güzel", ilk sayfalar, Jacques CAZOTTE



26 Ekim 2016 Çarşamba

İnanılmaz Öyküler I. Bölüm "KAÇIKLAR" ilk sayfalar

I

NEDEN altıda? ne altıya beş kala, ne altıyı beş geçe, saat tam altıda. bu konu kabullenmek istemeyeceğim kadar kafamı meşgul ediyordu, yine de yanılmamıştım. alın işte, daha dün davam için yine ona gittim.
Şu halde size neden ve kimden söz ettiğimi söylememin zamanı geldi.
O dediğim kişi, mister Golding, solistörüm, anlayışlı ve yetenekli biri, Birleşik Devletlerdeki tüm avukatlardan daha kurnaz, keçe bir eldiveni tersyüz eder gibi düşüncelerinizi tersyüz etmeyi, sizi kıvama getirip zihninizi, grezlenmiş bir bowie-bıçağıyla açar gibi açmayı gayet iyi bilen biri.
Ben de sizin gibi bir insanım  okur dostum, ancak içimde sizde belki henüz sadece gizil halde olan bir yetenek barındırıyorum.
İnsan ırkına mensup her bireyde, hususî bir noktada ve o bunun farkında bile değilken, dikkate değer bir süperduyarlık yetisi vardır, bu yeti adeta başka bir duyudur. Bunun kimilerinde altın arzusu ya da ticari girişimlerde burnu iyi koku almak olduğunu gördüm; kimilerinde ise bir hanımın kırılganlığını sezgisel bir biçimde önceden görmekti. Bol kepçeden sallayan birini duyduklarında şöyle diyenler vardı: sövüşleyecek birini buldum yine. Kimileriyse çoluk çocuk sahibi kadınlar içinde en en süslüsüne bakarak kendine şunları söylüyordu: işte aşığı olacağım kadın.
Bahsettiğim şey tartışma götürmediği gibi açıklama da kaldırmaz. Olduğu gibidir, tüm istemlerden bağımsız bir birleşme, başka bir varlıktan bir parçayla onun dengi olan sizin doğanızdan bir parçanın birleşmesidir ve kaçmakta muvaffak olamayacağınız bir dişliye benzer. O  adamda ya da o kadındaki bir pürüz, girinti çıkıntı, kendi kalıtımı nedeniyle mekanizmamızın zembereklerinden birine takılı kalır. Üstelik anında takılıverir.
Bana gelecek olursak... benim önsezim bambaşka: bir adamda, epey masum, herkese hayli doğal gelen bir adamda  anormal olanı önceden sezerim, en küçük ölçeklerde olsa bile. Sonsuz-küçük bana fena dokunur. Ve bir kez bu görünmez zemberek tarafından dokunulmayagörüyüm hiçbir şey beni durduramaz. Öğrenmem, hareketi devam ettirmem, bana bağlanan itkinin sebebini tespit etmem gerekir.
Mister Golding’le de böyle oldu, düzenli adamdır, bir saatin sarkacı gibi:  bir dişli gibi yürür, otomatik bir biçimde, dahası matematiksel bir hayat sürer. Danışmanlığından faydalanmak için onu bürosunda sabah saat onda bulurdum. Ayrıca şuna dikkat edin, ne ona bir kala, ne de onu bir geçe; mahkemede saat birde; dairesinde ise saat beşte; saat altı da ise... işte beni yıldırım gibi çarpan da bu saat oldu.
Ofisindeydim: davam hakkında konuşuyorduk... Ah ki ah! Tam bir felaket... Bana dokunmayacak bir kaç yüz dolardı mesele... Fakat bunu bir gurur meselesi haline getirdim ve yirminci kez Golding’e – kimbilir belki de yüzüncü kez -  inatçılığımın nedenini tekrar ettim. Bir solistör dinlemeyi nasıl ki iyi bilirse o da, geçen her dakikayı tarifelendirerek, az sonra takdim edeceği ve şunları okumak zorunda kalacağım: X... davasına danışmış olmaktan ... 8 dolar, borç defterini hayal ederek beni dinliyordu. Saate dikkat etmemiştim,  o da bana danışma süresinin bitmek üzere olduğunu hatırlatmamıştı. Esasında, çözüme yaklaşıyorduk ve görüşme hiç de gereksiz değildi.
Tartışmamıza son noktayı koymak üzereydim, zafer kazanmış bir edayla hasmımın namussuzun teki olduğunu gösterecektim ki saat altıyı çaldı: ah ki ah! usulca, upusulca, bir ingiliz gemi yükünden çıkmış, kurtlar tarafından kemirilmiş yaşlı bir duvar saatinin yaşlı zilinin çatlak sesiyle. Öyle görünüyor ki saat altıyı çalmıştı: bense tam duyamamıştım, zil ne kadar da zayıf çınlamıştı. Fakat aynı anda, Golding artık karşımda yoktu. Peki neredeydi? Daha az önce deri koltuğunun içine çivi gibi epey sağlamca çakık vaziyetteydi!... Arkama baktım, çalışma odasının kapısı kapanıyordu. O gitmişti. Hıpızlı, teptereddütsüz, tek af kelimesi etmeden, eyvallah bile demeden!... Gitti, daha doğrusu dışarı kaydı.
Bu adamla ilgili  şey ve tahkikat yeteneğim arasında bir birleşme oldu. Kendimi boşlukta asılı kalmış gibi hissettim. Çarkın mandalı artık düşmüştü bir kere.
Hayır, görüşmemizden böyle kaçması ne nezaketsizlikten, ne sıkıntıdan ne de yorgunluktandı. Nezaketsizlik mi? Golding çelebinin ta kendisiydi! Sıkıntıdan mı? Bir solistör, sadece evraka dökülmeyen şeylerden sıkılır. Yorgunluktan mı? Müşteri ya da başka biri, ne önemi olur ki bunların?
Başka bir şey vardı. Peki neydi? Hiçbir şey bilmiyordum, ama sezinliyordum. Belli belirsiz bir heyecan, tanımlamayan ama bildiren, pozitif bir öngörü. Ertesi gün, bütün gün boyunca, kafam fena meşguldü, bir arzuyla ilgili değildi bu, bilme ihtiyacıydı ve kafamın içinden çıkmak bilmiyordu. Bir saplantıydı; fikir içimde kök salıyor, gelişiyor, büyüyordu. Saat beşte solistöre döndüm. Beni her zamanki gibi karşıladı.  Halinde ne bir değişiklik ne de bir soğukluk vardı, fakat özür de yoktu. Dün olanlar hakkında bilgisi yokmuş gibi davrandı; bense konuyu açmaya cesaret edemedim.
Soru dudaklarımın ucuna neden on kez gelip gitti ve neden on kez konuşacak cesareti kendimde bulamadım? Altıya bir kaç dakika kala... bekliyordum, ah ki ah... çatlak sesli zil çınlasın diye nasıl da bekliyordum... fakat gelip görüşmemizi erken sonlandıranlar oldu, oradan ayrılmak zorunda kaldım ve caddeye indim. Saat altıda, yanımdan geçti... ama beni görmeden, ya da en azından ben, beni görmediğinden eminim, zira geçerken yüzüme bakmıştı... Onu takip edebilirdim, ama bu şekilde davranmaya gerek olmadığına karar verdim. Böylece yollandım, ertesi gün, bir sonrakinde de geri gelmek üzere.
Fakat talih – gerçi buna talih mi denir? – bana karşıydı; saat altıya kadar bir türlü kendimi çalışma odasında bulamıyordum. Sadece aşağıda kapının yanında büzülmüş bir halde durup kabarık cüzdanını aşırmak isteyen bir hırsız gibi onu gözetleyerek,  yanımdan geçtiğini, sakin, soğukkanlı, etrafında olan biten her şeye duyarsız bir halde, her zaman aynı yöne doğru, ne sağına ne soluna bakmadan  bir hedefe doğru dimdirek gittiğini görüyordum...
Kırk yaşlarında bir adamdı... Tabii ya! Portresi mi? Onda tuhaf olan hiçbir şey, kendine has hiçbir özellik göze çarpmıyordu. Sadece çocuklar ve duygusal yetişkinler hâlâ kişinin dış kabuğunda bir tuhaflık ışıltısı, davranışlarda ve fizyonomide ihanet eden bir nokta olduğuna inanıyor. İnanın bana, tam aksine, hiçbir görüntü vermeyen insandan sakının asıl! Sakin yüz, önemsiz duruş, o istemli ya da bilinçsiz ikiyüzlülük. Hiçbir şey demeyen yüz içerde konuşuyordur.
O adam – gri saçlarıyla, mavi gözleriyle, yüksek ve kırışıksız alnıyla, düzenli adımlarıyla, dışardan bakıldığında telaştan yoksunluğuyla –  cidden içerde kırışıklara sahip olmalıydı, kalbi eminim, vicdan azabının ihtilaçlı kesik kesik soluklarıyla ya da korkudan sıçrama anında olduğu gibi, göğüs kafesinin içinde kesik aralıklı bir çarpmayla atıyordu.
Onu casus gibi nasıl da izledim, peşinden küçük ince adımlarla nasıl da gizlice gittim, ses tonundaki değişiklikleri nasıl da inceledim!... ama nafile! Peki, sadece ve sadece; otuz yıllık bir uygulama boyunca, saat tam altıda ofisini terk etme alışkanlığını yerine getirdiğini, o saatte belki bir hükümet görevlisinin, biraz daha kelli felli, belki biraz daha sert, Ketıldaki suyun fazla kaynamasından, ekmeklerin fazla kızarmasından şikayet eden birinin onu beklediğini farz etmek de ne oluyor?...
Ama hayır, hayır, bin kere hayır. Kimse onu beklemiyor; ama o birini bulacak, başka türlü yapamaz. Saat altıda yola düşmesi gerek. İşte böyle, bunu açıklayamam, ama, yine de tekrar edeyim, bunu biliyorum.  Böyle olmamasının imkanı yok.
Bu düşünce bende sabit bir hale gelmişti. Golding’i hayatı bana ait olan bir düşman gibi görmeye başlamıştım. Sırrını gizlemeye hakkı yoktu: zira onun içinde varolan anormal benim içime yansıyor ve bende sürekli bir huzursuzluğa neden oluyordu. Buna bir son vermeye karar verdim.

Tam anlamıyla belli bir koşul bana hizmet etti. Buna uzun zamandır hazırlanmıştım. Golding çok kibardı, ve – saat altıdan önce – kendisiyle arada sırada bir bardak sherry içtiğim, plume-cake paylaştığım iyi yürekli bir insan evladıydı. Böylece ona şöyle dedim: Davamı kazanırsam, sizi bir luncha davet etmeme izin verir misiniz?
Lunch demiştim çünkü bu kelime gündüz gözüyle anlamına gelir ki masamda ona öğlen ya da saat birde ihtiyacım vardı.
Davamı kazandım. Sizi temin ederim, sözünü tutmasını talep etmek için hiçbir şey bana geri adım attırmadı. Kuşkuya kapılmasından korkuyordum, ısrar etsem bu mutlaka onda şüphe uyandırırdı. Evine dönmek zorunda olduğu vakti söylemesinden endişeleniyordum. Fakat hayır, bahsi bile geçmedi. Hamilton-square’daki evime kadar beni yüzünde bir gülümseme ve sakin bir alınla, işte böyle takip etti.
Eve girer girmez istirhamlarda bulunmak  için elimden geleni yaptım. Esasında da hayli canayakındım... belki doğal olsun diye fazlasıyla canayakındım. Fakat o hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey anlamıyordu. Hatta, Yankee Doodle’ı mırıldandı, inan olsun, büyüden yoksun olmayan bir sesle...  fakat ben o sırada sabırsızlık içinde şaraptan içsin diye tatlıya sıra gelmesini bekliyordum... kendime mahsus şarabımdan. Sıkı bir oyun çıkarıyor ve saat altıyı çalacak diye ürperiyor, titriyordum... ama hayır, daha çok vaktim vardı.
Nihayet! Pastalar ve meyveler; kadehini bana uzattı, ben de doldurdum; birlikteliğimizin parlak başarısına kadeh kaldırdı ve iki, üç, derken altı kadeh yuvarladı... Zira bildiğim şeyin etkisini göstermesi uzun zaman alacaktı!
Ama işte kafası ağırlaşıyor, gözleri kapanıyor, onu kanepeye götürüyorum, bir puro yakıp bekliyorum...
Ve saat altıyı çalıyor...


24 Ekim 2016 Pazartesi

İnanılmaz Öyküler I. Bölüm "KAÇIKLAR" ay sonuna kadar ücretsiz


                                     Kaçıklar
                                     Google Play link
                                         

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Proust "Okuma Üzerine" bilgilendirme;


Marcel Proust "Okuma Üzerine" çevirim önümüzdeki haftalarda artık basılı kitap olarak okurla buluşacak. Yayıneviyle anlaşmamız gereği ekitap yayınını sonlandırıyorum. İlginize teşekkürler.
k.e



7 Temmuz 2016 Perşembe

13 Nisan 2016 Çarşamba

Blogta ayın şarkısı, - Gautierleri çevirirken en çok dinlediğim; Creedence Clearwater Revival - I Heard It Through The Grapevine

"Sakin Ev" ilk sayfalar

I


ESASINDA buraya bir ev denir miydi? Renkleri siyaha çalan dört duvar, pencere namına açılmış paralelkenar bir kaç göz sayesinde biraz adama benzemişti; ağır ve kaba demirleri, kocaman çivileri ile kapı da kara renkteydi. Karanlık ve keder burada her şeyin üzerine sinmişti ve burayı az önce kırbaçlanmış bir zencinin çehresine benzetiyordu. Taşlar da ruhlarını teslim etmişti, sanki gazap içinde kaderlerine boyun eğmekten başka ellerinden bir şey gelmiyordu.
Hiçbir zaman hiçbir ses onları neşelendirmeye gelmiyordu, hiçbir zaman hiçbir şanson yüzlerini güldürmek için çınla-mıyordu. Kendi hareketsizlikleri içinde cılız düşmüş, ağırlıklarını ancak taşır halde sessizliğin yüküne dayanabilmek için birbir-lerine yaslanıyorlardı. Bu yığına sıkıntıdan usanç gelmişti. Gelip geçenlerin içine korku salma kabiliyetinden de yoksundu.
Quiet-House (Sakin Ev) kimseyi korkutmuyordu. Kare şek-linde, yumuşak huylu baygın bir aybalığını andırıyordu, taştan bir esnemeydi o kadar.
Uykuya dalmış bir sfenks gibi hareketsiz bu antika yapının önünden geçenler ona bakmak için kafalarını bile çevirmezdi. Ev, şehrin uzak bir köşesinde, Hoboken’in[1] kuzeyinde Champs-Elysées yakınlarındaydı. Ağaçları mezarlık bitkileri gibi mattı.
Bu ev unutulmuş bir karakol gibi acaba neden taa oralara yer-leşmeye gitmişti. Ne gelen vardı ne de giden. Orada kimsenin yaşamadığını farz etmek yanlış olmazdı.
Evin önünde parka benzer bir bahçe bekliyordu, duvarları saygısız bir bakışı umutsuzluğa düşürecek kadar yüksekti. Gerçekte kimse de böyle bir hata işlemeyi aklından geçirmi-yordu. Yerleşim ıssızdı: dolayısıyla gizemi aralamaya çabalayan meraklı komşular yoktu, komşular olsaydı da hayli zahmete katlanmaları gerekirdi. Evin gri cephesinin sergilendiği yoldan kuş uçmaz kervan geçmezdi, gün batımından sonra bu yolda birilerinin yürüdüğünü görmek sadece büyük bir sürpriz olurdu.
Fakat asıl şaşırtıcı olan, ev hakkında bilinmeyenlerden çok bilinenlerdi. Buranın terkedilmiş olmadığı herkes tarafından biliniyordu. O haliyle üç, daha doğrusu dört kişiye konut görevi görüyordu: bunlar iki hekim, doktor Aloysius ve doktor Truphemus, birincinin eşi bayan Tibby ve küçük kızları Netty idi.
Yaşamları için gerekli erzakı nasıl temin ediyorlardı: işte kimsenin cevap veremediği soru buydu; ev nasıl iyi korunmuşsa, kimse açığa çıkaramasın diye sır da öyle iyi saklanmıştı. Ger-çekten de Hoboken kasabı John Clairfax, yan komşusu bakkal Smithson, fırıncı Parden, dükkânlarına tesadüfen de olsa Sakin Ev’den bir müşteri geldiğini ilk anda söyleyemezlerdi. Öyle ki vaktiyle, hizmetlerini sunmak için yola çıkmışlar, yiyecekle dolu arabalarını evin kapısı önüne çekmişlerdi; arabalardan birinde butlar sarkıyor, muhtelif sığır parçaları tekerleklerin sarsıntısıyla hopluyordu, diğerinde salam ve sucuklar vardı ve deri kapu-tunun üzerine çiçek tacı gibi dizilmiş mumlar yerleştirilmişti, üçüncü arabada ise altın sarısı ekmekler parlıyordu.
Dışarıdan zırhlanmış, içerdense kilitlenmiş kapı açılmadan önce, uzun süre çalmaları gerekti. Fakat esnaf ruhu sabretmeyi iyi bilir. Demir levha sonunda gıcırtılı topuk demirlerinin üzerinde dönene ve kır düşmüş saçlarla çevrelenmiş tatlı fakat huzursuz bir yüz, kocaman şaşkın gözlerle bu inatçı adamlara bakarak belirene kadar kapıyı çalmaktan usanmadılar.
− Buyrun beyler, ne istemiştiniz? diye sordu bayan Tibby, doktor Aloysius’un hanımı.
Ama kime rastladığını anlayarak hemen şöyle dedi:
− Hayır, hayır! Herhangi bir şeye ihtiyacımız yok.
− Bugün bir şeye ihtiyacınız olmayabilir, dedi John, sevimli yüzlü kasap, peki yarın?
− Yarın da bir ihtiyacımız yok, diye yanıtladı bayan Tibby.
− O halde, önümüzdeki hafta gelelim, dediler Smithson ve Parden aynı anda.
− Sizi zahmete sokmayalım, diye ısrar etti hanım, herhangi bir ihtiyacımız yok, olmayacak da.
− Asla mı! diye homurdandı John.
− İyi de nasıl olur? diye sesini yükseltti, Smithson.
− Burda yemek yenmiyor mu? diye patladı Parden.
Aynı anda bayan Tibby’in dirseğine gelen sarışın bir kafa ortaya çıktı, bu çocuk başının sarılığı sıradışı bir tondaydı, öyle-sine açık ve tekdüze idi ki sanki renksizdi.
Netty – isimden anlaşılacağı üzere doktor Aloysius’un çocuğu – mahalli girişimciler tarafından sergilenen yiyecekleri görünce bir sevinç ve hayret çığlığı kopardı.
− Anneciğim! Bunlar da ne böyle!?
− Bir şey değil, bir şey değil çocuğum, dedi bayan Tibby; ürpererek, rahatsız edilmekten çekiniyormuş gibi geriye baktı.
Sonra küçük Netty’i az öteye iterek:
− Hadi canım, doğru içeri. Size de beyler, güle güle... Üzülerek söyleyim ki bir daha gelmenize gerek yok...
Böylece kapı kapandı.
Üç tüccar bakıştı. Fakat hiçbiri az önce karşılaştıkları soruya makul bir yanıt bulamadı. Amansız inen bir kırbacın şehir istikâmetine dehlediği atlarına binerek yollandılar.
Size şunu söyleyim ki... Üzelerek şunu söyleyim ki − diye ısrar etmişti bayan Tibby. Doğrusu bu sözleri tuhaf bir tarzda, üzerine basa basa telaffuz etmişti; yanılmaktan korkmasanız, bu kelimeleri sarf ederken butlara, sucuk ve salamlara, çeşit çeşit somuna içi gidiyormuş gibi baktığını söylerdiniz.
Halbuki bir şeye asla ihtiyaçlarının olmayacağının altını çiz-mişti!
Hoboken’e vardıklarında, tedarikçiler yemek yemeyen insan-lardan oluşan bir aileyle karşılaştıklarını cemi cümleye bildirdiler. Kafası pratik çalışan bir adam o insanların gayet mutlu olduk-larını ileri sürdü; pek çok kişi de bunun önemli bir para ta-sarrufu olduğunda hemfikirdi. Ve boş düşüncelere kapılmamak nasıl ki her Amerikan için öncelikli bir ödevse, kimseler bir daha kendi keyiflerince Sakin Ev’de yaşayan bu insanlara kafa yormadı.




Üçüncü kişi; doktor Aloysius, evin sahibi. Ondan bahset-mektense transit geçmek daha kolay. Zira yılda yalnızca dört ya da beş kez kapalı evden çıktığı görülürdü. Öyle bir günde kapı, kadidi çıkmış; kafası-kolları-bacakları olan ve insan ırkına mensup olma iddiasındaki canlı bir yaratığın geçmesi için aralanırdı. Kafa sivri ve çıkıntılıydı: ön kısmında, deri sıyrılacak olsa altından yazısı silinerek üzerine başka yazılar yazılmış tüm parşömenlerin en ilgincini açığa çıkartacak sarı bir yüz ortaya çıkardı; yüzün, burun olduğunu kabul etmekte zorlanacağınız bir çıkıntısı vardı, burun delikleri öylesine dardı ki bu şeyi pürüzsüz ve çukur yanaklara nakşedilmiş bir bıçak ağzına benzetiyordu. Ağız solgun bir delikti ve dibinde dişler aramak boşunaydı. Diş etleri dudakların rengindeydi, bu da demek olu-yor ki, renksizdi. Gözler antrasit gibi karaydı, kafa keldi, sakalsa yoktu. Ama bu figürde hırpanilikten eser göremezdiniz: tüm fizyonomide kapalı bir saflık, belki savunmasız ama iyide de kötüde de en mutlak soğukkanlılığı sergileyen değişmez bir durgunluk kendini gösteriyordu.
Çöpten bacak tâbirine tıpa tıp uyan bacaklar, vaktiyle mat siyah olması lazım gelen ama eskilikten ve aşınmaktan parlamış, biçimsiz, çuval gibi bir elbiseden aşağı sarkıyordu. Eller, eprimiş, tülerip püskül püskül olmuş yenlerden uzuyordu.
Pekâlâ, doktor Aloysius evin eşiğinde belirmekteydi: başka bir kişi verandaya kadar ona eşlik ediyordu. Bu da evin dördüncü sakini: üstâd Truphemus’tu.
Bir deri bir kemiğin yaşayan antitezi. Özellikle de derinin. Truphemus tombuldu. Aloysius nasıl ki düz çizgiyi temsil edi-yorsa o da çemberi temsil ediyordu. Hatta çemberden çok küreyi. Ondaki herşey, bütünüyle, detayıyla yuvarlaktı. Sanki pek çok küre koca bir küre meydana getirmek üzere üst üste binmişti.
Öncelikle kafa, yuvarlak pörtlek gözleriyle yuvarlaktı; yuvarlak ağız, yuvarlak yanaklar, yuvarlak çene, yuvarlak burun. Omuzlar öne doğru çıkıntı yaparak kalça, butlar ve diğer kısımlarla bir-leşen karınla yekvücut olmuş göğsü çerçeveleri içine almak için hafif bir eğimle geri düşüyordu. Kamburu çıkmış sırt bu yu-varlaklığa gölge düşürmüyordu; bu kemeri yarıda kesecek tek bir düz çizgi yoktu. Güney kutbu simgeleyen bacaklar kuzey kutbu-nu simgeleyen başı tamamlamaktaydı. Truphemus bir camcının az evvel güçlü bir tek nefeste şişirdiği tuluma benziyordu.
İki doktor kapı eşiğinde bir müddet laflardı. Üstad Aloysius cebinden rulosunu açtığı bir kağıdı çıkartır ve sonra üstad Truphemus’un derin dikkatle dinlediği bir şeyler okurdu. Bu bir listeydi. Truphemus kafa sallar, onaylar yahut şöyle demek için: “Ehem! Öhöm! Gerek yok!” dudaklarını büzerdi. Bunun üze-rine Aloysius okuduğu kelimenin üzerini çizerdi. Bu teyit işlemi tamamlandıktan sonra, Aloysius kağıdı cebine geri götürür, mes-laktaşının tombul parmaklarını sıkan uzun elini uzatırdı.
Kapı kapanır ve Aloysius yola çıkardı.
Yokluğu akşama kadar sürer, saat altıya doğru yolda alışılageldiğin dışında bir şey fark edilirdi. Bu bir adamın çektiği bir el arabasıydı. Üstad Aloysius, kara, kösnül bakışlarını yükten ayırmadan arabanın ardından yürürdü.
Hayli tuhaf bir yüktü bu. Bir yığın demir. Her çeşit çıkma metal; yalnızca bunlar olsa iyi, her renkte, mavi, sarı, yeşil, kır-mızı, hatta beyaz maddeyle dolu, karmakarışık halde bir sürü şişe. Araba oldukça ağırdı, zira onu çeken adam kan ter içinde olur, öne doğru uzayan omuzları deri kayışların basıncıyla yay gibi bükülürdü. Bereket versin ki yol düzdü.
Kortej, Sakin Ev’in önüne vardığında üstad Aloysius ham-mala eve bir iki adım kala durmasını buyururdu. Sonra kendine özgü bir tarzda kapıyı çalmaya kendisi gider içerden de birisi, gecikmeden kapıyı açardı.
Üstad Truphemus yeniden belirirdi, günün belli saatlerinde kulübelerinden çıkan şu duvar saati tiplemeleri gibi.
İçindeki malzemeyi sırayla taşımak için meslektaşıyla birlikte arabaya gelirdi: bu hayli uzun bir işti, zira arabanın içi kenar kor-kuluklarını aşacak kadar malzemeyle dolu olurdu. Ayrıca üstad Truphemus kollarına aldığı yükü uzun uzun süzmek için yolun yarısında sık sık dururdu: bu yük örneğin çatı oluğu parçaları veya bir kaç merdiven basamağından sökülmüş paslı demir çubuklardı. Truphemus bunlara gözlerini ayırmadan, sevgiyle bakardı; gören ne der diye bir korku olmasa, bunları öpmekte sakınca görmeyeceği söylenebilirdi.
Ancak Aloysius acele edilmesini isterdi. Arkadaşının işi aksat-tığını fark ederek ona:
− Hadi yaşlı obur, diye bağırırdı, biraz daha hızlı olalım! Gayet iyi biliyorsunuz ki akşam yemeği bizi bekliyor.
Sonra bayan Tibby de işe el atıyordu: böylece çeşit çeşit obje duvarcıların kattan kata aktardıkları tuğlalar gibi elden ele geçi-yordu. Netty’nin de bir rolü vardı. Aloysius küçük kızın alnına şakacı bir şamar indirip en küçük parçaları ona verirdi..
İşçiye parasını ödüyorlar, o da yola çıkıyordu, tatmin olduğu her halinden belli olan bir havayla, ki bu emeğinin karşılığını fazlasıyla aldığının kanıtıydı.





[1] New York’ta kenar mahalle.

26 Mart 2016 Cumartesi

Jules Lermina - İnanılmaz Öyküler


                                         I. Kaçıklar 
                                         II. Çivi
                                        III. Sakin Ev

Jules Lermina-İnanılmaz Öyküler III. Bölüm: "SAKİN EV" Google Play ve Google Kitaplar üzerinden yayında

https://play.google.com/store/books/details?id=mKXTCwAAQBAJ
Açlığa son vermek isteyen iki bilim adamının hazin öyküsü;
    

Sakin Ev’den içeri girelim.
Saat akşamın beşi. Neredeyse akşam oldu. Ev dışarıdan tuhafsa içeriden çok daha tuhaf. Oda namına düzenli, tam anlamıyla düzgün tek yer yok. Yine de betimlemeye çalışalım.
Öncellikle, bodrumlar, zemin kat ve birinci kat birleştirilmiş. Sanki ikinci katın dibi düşmüş gibi. Zemin boyunca, temellerin hizasına dek uzanan tüm alan demir direklere sabitlenmiş makaralar aracılığıyla kaldırılıp indirilebilen zincir ve halatlardan sarkan farklı büyüklerde kasalarla dolu.
Bu kasalar büyük ebatlarda; normal bir insanın boyundan daha yüksekler ve düz birer küp şeklindeler. Her birine birer kapı açılmış. Demir direklerin kendi etraflarında dönebilen hareketli kolları var, öyle ki kasalar evin tüm genişliğince pozisyon değiştirebiliyor; bunlar, her tarafı çark ve dişlilerle dolu bir mekanizmayla hareket 
ettirilen zincir ve halatlar aracılığıyla istenilen yüksekliğe kaldırılıp

            Google Play link                   indirilebiliyor. Tüm kasalar yukarı kaldırıldığında çöküklerle dolu 
                                                           koca bir çukurdan ibaret zemin bomboş kalıyor:
Bu haliyle mekanın doğası hakkında bir fikre varmak çok daha kolay. İlk göze çarpanlar tuhaf biçimlerde ocaklar, her çeşit alet erdevat, karniler, imbikler, uzun boyunlu tüpler, bunlara ilaveten mekanik aletler ve camdan dizkinin çapı iki metreden fazla olan dev bir elektrikli makina.
En ufak bir şüpheye yer yok ki, orada olan her şey kimya ve fizik  materyalleri.            

İnanılmaz Öyküler III. Bölüm: SAKİN EV; ilk sayfalar





13 Şubat 2016 Cumartesi

Bilgilendirme;

Gautier kitaplarının basımı ertelendi, kitaplar bu hafta dijital ortamda tekrar yayına girecek.